26.12.25

Mütalaa Ders notları 6: Yalnız Bir'i iste...

 - Üçüncü lem’a ile bu dersin mana bütünlüğü ve bir birine mütemmim niteliği vardır. Bu nedenle o derse yapılan: 

*Bu Lem'aya bir derece hiss ve zevk karışmış. Hiss ve zevkin coşkunlukları ise aklın düsturlarını, fikrin mizanlarını çok dinlemediklerinden ve müraat etmediklerinden bu Üçüncü Lem'a mantık mizanları ile tartılmamalı*…  şeklindeki tanımlama KISMEN  bu ders içinde geçerlidir.

- Bu bağlamda bu derste , hisse tercüman olan ;kalb lisanının terennüm ettiği tabirlere, nefsin gördüğü muamelat ile tezkiye ve terbiye dairesinden istifade  ifadelerini gösteren kelimelere ve cümle içindeki yerlerine , sıralı terkiplerine biraz dikkat etmek önemlidir.

Yine bir anlamda bu tür derslerde azami ifade , hissin muvafakatıdır.

Örneğin:

- Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede "Birinci Mertebe" çok kıymettar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. BANA TAM TEVAFUK EDEN TAM HİSSEDEBİLİR, YOKSA TAM ZEVK EDEMEZ. Şualar 


Hem yine üstadın tabiriyle HİSSESİZ DE  KALMAZ.


- Bu tevafuakat anlık olarak olmasa da ,insan yaşayışı içinde bu dersteki mutabakata mutlaka muhatap olur.İnsanın bir ömür boyu arayışı ve hakikat ve anlam üzerinde programlı olduğundan ; VELEV BİR DERSTE alsa ebediyen kâfi olabilir.


- Yine üstadın bu meyanda kuvvetli hayal ve hislerine ait dalga boyutunu merak edenler, ON ÜÇÜNCÜ ricanın giriş bölümüne bakabilirler.


-

- Şimdi bu ders kalp dairesinde talim ettiren ,  harekete geçen hissiyatı konuşturan ve bu mahsus lisana tercümanlık yapan ibarelere rasat ederek kapıdan içeri girelim İnşâallah.

- Derse  tarafımızdan çok izah yapılmayacak. Yukarıda olduğu gibi kısmen dikkat noktaları nazara verilecek ki, muhatap olanlar kendi kalp ve ruhlarında bulunan, hislerinde çekirdek olarak duran,marifetlerinde derç edilmiş noktaları  kendi teveccühleri ile harekete sevk ve teşvik etsin…


بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم


“[Yıldız] batıp gidince, [İbrahim] ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ dedi.” En’âm Sûresi, 6:76.

İbrahim Aleyhisselâmdan sudur ile KÂİNATIN ZEVÂL VE ÖLÜMÜNÜ İLÂN eden nây-ı  ‘ Ben batıp gidenleri sevmem ’   beni ağlattırdı.

- Bu nokta büyük harfle belirtilen ifade de görüldüğü üzere  , ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ ifadesine Bediüzzamanın muhatabiyeti ; KAİNAT NİSBETİNDEDİR. Bu meyanda alakadarlık dairesinin vüsati şefkati ile mecz olduğundan oluşturduğu tesir YAKICIDIR.


- Buraya hadisenin veya idrakin kalp üzerinde yaptığı hüzün etkisi, elem tahrikinin şiddeti nefsi sakinleştiren, heva ve heves yönünü tehdit eden,  durumun tacizinden kurtulma için kulak kestiren , uyanıklığını temin eden, algıyı besleyen  bir işleyiş sistemine işaret eden bir pasaj alıntılayalım : 

…. *ve o yakıcı vaziyetten bir hakikat kapısı açıldı. Ve o hakikatı tam kabul etmeye nefis hazırlandı. Evet nasılki bir demir ateşe sokulur; tâ yumuşasın, güzel ve menfaatdar bir şekil verilsin. Öyle de o hüzün-engiz halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumuşattı*.   Lemalar


- Evet ilgili metinle devam ediyoruz:

Onun için KALB GÖZÜ AĞLADI ve AĞLAYICI KATRELERİ döktü. 

Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da o kadar HAZİNDİR; AĞLATTIRIYOR, 

Güya KENDİSİ DE AĞLIYOR. 

O damlalar, gelecek Farisî fıkralardır.

*TEVİL-İ HAYAL BÖLÜMÜ*


- Hissiyatın hayat kaynağında ,ilgi şefkat toprağındaki pınarlar harekete geçti, binler münasebet zerresi ve rikkat katresi ile kalp gözüne geldiler. İrade kirpikleri onların önünü kesemediler. Kalp kendi rahminde bulunan  hasseleri n misalini her bir damlaya yükledi. Ortaya çıkan bu kat be kat hüzün ,hem kendi ağlıyor hem de ağlattırıyor.



- O mayi damlalar, ihrakın  hararetinden lisana geldiler. Ateşin kelimeler döndüler. Keder alevinin ruh sarayını sarması yakın olduğu bir zamanda ,letaife dehlizlerine cennet lisanlarından bir lisan olan Farisi bir seda ile seslenerek  ikaz ile diri kalmayı telkin ve ihtar etmeye başladılar…  

Güzel değil batmakla gaib olan bir *MAHBUP*. Çünkü zevâle mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.

Bir *MATLUP*  ki gurupta gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın, kalsın!

Bir *MAKSUT*  ki fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü fâniyim. Fâni olanı istemem, neyleyeyim?

- Çünkü:

*Ruh-u beşeri en ziyade sıkan, ayrılmalardan neş'et eden elemlerdir*.  Şualar

Bir *MÂBUD*  ki zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden kendini kurtaramayan nasıl *MÂBUD* olur?

Evet, zahire müptelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevâlini görmekle meyusâne feryad eder. Ve bâki bir *MAHBUBU* arayan ruh dahi, ‘Ben batıp gidenleri sevmem’  feryadını ilân ediyor.

*Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır*.  Lemalar

İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem mufarakati!

Der-akap zevâlle acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez; iştiyaka hiç lâyık değildir. Çünkü zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevâlden gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar.

İşte, o zevâl-âlûd mülâkatlar, o elemli *MECAZÎ MUHABBETLER* derdinden ve belâsındandır ki, kalbim İbrahimvâri ‘Ben batıp gidenleri sevmem’  ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

*AŞK, ŞİDDETLİ BİR MUHABBETTİR; FÂNİ MAHBUBLARA MÜTEVECCİH OLDUĞU VAKİT YA O AŞK KENDİ SAHİBİNİ DAİMÎ BİR AZAB VE ELEMDE BIRAKIR VEYAHUT O MECAZÎ MAHBUB, O ŞİDDETLİ MUHABBETİN FİATINA DEĞMEDİĞİ İÇİN BÂKİ BİR MAHBUBU ARATTIRIR; AŞK-I MECAZÎ, AŞK-I HAKİKÎYE İNKILAB EDER*. Mektubat

Eğer şu fâni dünyada BEKÀ İSTİYORSAN, bekà fenâdan çıkıyor. NEFS-İ EMMÂRE CİHETİYLE FENÂ BUL Kİ, BÂKİ OLASIN.

* ”Bâki-i Hakikî yalnız sensin. MASİVA FÂNİDİR. Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz." manasını ifade ediyor. Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları ‘Ya Baki Entel Baki’  (Ey Baki olan Rabbim. Baki olan ancak sensin) demekle bırakıyorum. Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller." demektir. İşte bu halette kalb, hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse, mahbubları adedince manevî cerihalar oluyor*. 

*İkinci cümle olan ‘Ya Baki Entel Baki’  (Ey Baki olan Rabbim. Baki olan ancak sensin) o hadsiz cerihalara hem merhem, hem tiryak oluyor. Yani: Ya Baki "Madem sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin. Madem sen varsın, herşey var." Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâki-i Hakikî'nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin gölgeleridir*. Lemalar

Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı MAHBUB-U HAKİKÎ yolunda feda et. MEVCUDATIN ADEMNÜMÂ AKIBETLERİNİ GÖR. Çünkü şu dünyadan bekàya giden yol, fenâdan gidiyor.

Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zevâl-i dünyadan hayrette kalıp meyusâne fîzar ediyor. Vücud-u hakikî isteyen vicdan, İbrahimvâri ‘Ben batıp gidenleri sevmem’  enîniyle MAHBUBAT-I MECAZİYEDEN ve MEVCUDAT-I ZÂİLEDEN kat’-ı alâka edip MEVCUD-U HAKİKÎYE ve MAHBUB-U SERMEDÎYE bağlanıyor.

Ey nâdan nefsim! Bil ki, çendan dünya ve mevcudat fânidir; fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezâlin tecellî-i cemâlinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...

*Şimdi hayatının saadet içindeki kemali ise: Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî'nin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir*.  Sözler

Evet, nimet içinde in’âm görünür, Rahmân’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’âma geçsen, Mün’imi bulursun. Hem, her eser-i Samedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla Müsemmâyı bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını acımadan fenâ seyline atabilirsin.

Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Madem şu masnuat elfazdır, kelimat-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy, mânâsız kalan elfâzı bilâpervâ zevâlin havasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.

İşte, zahirperest ve sermayesi âfâkî malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, böyle silsile-i efkârı  hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve heybetinden meyusâne feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem uful edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazî mahbuplardan vaz geçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi.

Sen dahi, biçare nefsim, İbrahimvâri ‘Batıp gidenleri sevmem.’  gıyâsını çek, kurtul.

*FITRATI AŞKLA YOĞRULMUŞ GİBİ SERMEST-İ CÂM-I AŞK OLAN*  Mevlânâ Câmi, *KESRETTEN VAHDETE YÜZLERİ ÇEVİRMEK İÇİN* , bak, ne güzel söylemiş:

يَكِى خَواهْ، يَكِى خَوانْ، يَكِى جُوىْ، يَكِى بِينْ، يَكِى دَانْ، يَكِى كُوىْ 


demiştir.

 

- BİZDE YUKARIDA MENZİL MENZİL,ODA ODA DEVAM EDEN YOLCULUĞA EŞLİK EDERKEN GÖRDÜK Kİ: 

MASİVA FANİDİR.

MANAYI İSMİYLE SEVİLMEYE LAYIK DEĞİLDİR.

NİHAYETSİZ ACZ VE FAKR YARAMIZA ŞİFA OLACAK BİR MAHİYETLERİ YOK.

ANCAK YARATANINI ANMAKLA MUTMAİN OLABİLEN BİR KALBİ, ONDAN BAŞKASI TESKİN EDEMEZ.

*ÖYLEYSE MEVLANA CAMİNİN İKRARINI TEKRAR EDEN ÜSTADIMIZIN İKRARINI TEKRAR EDELİM*:

Yani;

1. Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. 

2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.

3. Biri talep et; başkaları lâyık değiller.

4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar.

5. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.

6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir.

Evet, Câmi’, pek doğru söyledin. *HAKİKÎ MAHBUB, HAKİKÎ MATLUB, HAKİKÎ MAKSUD, HAKİKÎ MÂBUD* yalnız Odur.

ZİYADESİ İLE : 

Elhasıl: 

   Bir Şâir-i Mısrî'nin tarzında deriz:

   Derya olunca nefes

   Parelenince kafes

   Tâ kesilince bu ses

   Çağırırım: 

Yâ Hak! Yâ Mevcud! Yâ Hayy! Yâ Mabud! 

Yâ Hakîm! Yâ Maksud! Yâ Rahîm! Yâ Vedud!.. 

Mektubat

..

.



Mütalaa Ders notları 5: Berk/Burak

 

………

Burada beyan edilen berk ve burak dan maksat, İMAN ve MARİFET SAHİBİ OLUP VE SALİH AMEL İŞLEYEN BİR İNSANIN, EBED YOLCULUĞUNDA KENDİSİNİ BEKLEYEN ALEM VE BERZAHLARI GEÇİŞİNDE KAZANACAĞI SÜRATİ İFADE ETMEK İÇİNDİR.

 

Bunu daha net anlayabilmek için bu paragraftan öne gelen 3 paragrafa bakmamız gerekiyor.

 

*Birinci paragraftan kısmi alıntı ile*: *Kur’ân-ı Hakîm*, (Sâd Sûresi, 38:24; İnşikak Sûresi, 84: 25; Tîn Sûresi, 95:6; Asr Sûresi,103:3. gibi ayetlerin nassı ile bildiriyor ki; )  *İMAN VE AMEL-İ SALİHLE* , *o esfel-i sâfilîne sukuttan, insanı âlâ-yı illiyyîne çıkarır. Ve delâil-i kat’iye ile çıkarmasını ispat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyât-ı mâneviyenin basamaklarıyla ve TEKEMMÜLÂT-I RUHİYENİN* ( ruha ait mükemmel ilerleyiş)  *cihâzâtıyla dolduruyor*.

 

Yine Kur’ân-ı Hakîmin, Meâric Sûresi 1 ve 44 Ayetlerde, Ehl-i İman ve Ehli Küfrün Ahirete hayatına taalluk eden hadiseleri beyanından iktibas edilen *İkinci Paragrafta*: 

 

*Hem beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshil eder ve kolaylaştırır. BİN, BELKİ ELLİ BİN SENELİK MESAFEYİ BİR GÜNDE KESTİRECEK VESAİTİ GÖSTERİR*.

 

Burada söz edilen ELLİ BİN SENELİK mesafe Meâric Sûresinin:  *Melekler ve ruh, O’na, süresi elli bin yıl olan bir günde yükselir*. şeklinde beyan buyrulan dördüncü ayeti den  zaman ve menzile vasıl olmaktaki suhulete istinaden bu hakikattar manayı nazara vermek için istimal edilmiş.

 

*Üçüncü paragrafta ise*: Hem *SULTAN-I EZEL VE EBED OLAN ZÂT-I ZÜLCELÂLİ TANITTIRMAKLA*,

*İNSANI ONA BİR MEMUR ABD VE BİR VAZİFEDAR MİSAFİR VAZİYETİNİ VERİR*.

HEM DÜNYA MİSAFİRHANESİNDE,

HEM BERZAHÎ VE UHREVÎ MENZİLLERDE *KEMÂL-İ RAHATLA SEYAHATİNİ* TEMİN EDER.

NASIL Kİ, BİR PADİŞAHIN *MÜSTAKİM BİR MEMURU*, ONUN DAİRE-İ MEMLEKETİNDE, HEM HER VİLÂYETİN HUDUTLARINDAN *SUHULETLE VE TAYYARE, GEMİ, ŞİMENDİFER GİBİ SÜR’ATLİ VASITA-İ SEYAHATLE GEZER, GEÇER*.

……………..

Aynen …… *ÖYLE DE*,

Sultan-ı Ezelî'ye İMAN İLE İNTİSAB EDEN ve AMEL-İ SÂLİH İLE İTAAT EDEN BİR İNSAN,

Şu MİSAFİRHANE-İ DÜNYA MENZİLLERİNDEN ve

 ÂLEM-İ BERZAH VE ÂLEM-İ MAHŞER DAİRELERİNDEN ve hâkeza

KABİRDEN SONRAKİ BÜTÜN ÂLEMLERİN GENİŞ HUDUDLARINDAN *BERK ve BURAK SÜR'ATİNDE* GEÇER.

*Yani berk ve Burakla geçer manası değil,  şimşek ve cennet bineği olan Burak’ın sahip olduğu hıza sahip gibi o berzah ve menzilleri süratle geçer demektir.*

Sonuç olarak:

 

Allah’a iman etmiş, O’nu hak mabud bilmiş, Emir ve Yasaklarını Hırz-ı can etmiş, O’nu tanımakla ona bağlanmış ve itaat etmiş ve Rabbinin rızasına ermiş bir kul;

 

*TÂ SAADET-İ EBEDİYEYİ BULUR. VE ŞU HAKİKATI KAT'Î İSBAT EDER VE ASFİYA VE EVLİYAYA GÖSTERİR*.   ( Keşfen ve Şuhudla)

 

Evet:

 

*Ebedî, baki bir cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân’ın rahmetinde ve hayal süratinde, ruhun vüsatinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rüyet-i cemaline de muvaffak olursun*. (Sözler)

 

*Şimdi bu konuya MEYVE olarak bu sürat meselesi hakkında birkaç hakikati alıntılıyalım ve sadet bağlamında kısa bir varidat girelim İnşâallah*.

 

“ *Zaman öyle yaklaşır /peş peşe gelir / hızlanır ki, bir sene bir ay, bir ay bir hafta, bir hafta bir gün, bir gün bir saat, bir saat bir ateş kıvılcımı kadar olur*.”  Hz. Muhammed A.S.M (Tirmizi, Zühd,24)

 

1-      *BEŞER YOLCULUĞU KESİLMİYOR, SÜRAT PEYDA EDİYOR*. SÖZLER

 

2-      *İ’lem eyyühe’l-aziz*!  *Tevfik-i İlahi refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’an’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulüm-u aliyeyi okumaksızın isal edici bir yol buldum*.

 

 

*SERİÜSSEYİR OLAN BU ZAMANIN EVLADINA, KISA VE SELAMET BİR TARİKİ İHSAN ETMEK RAHMET-İ HAKİMENİN ŞANINDANDIR*. Mesnevi-i Nuriye

 

*Aynen öyle de, mânevî bir elektrik olan Resâili'n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir*. S.T.Gaybi

 

Aşağıda  3 Nolu olarak paylaşılacak satırlar, Fıtrat ve Fatırı arasında olan kalbi ve ruhi hayattar rabıtaların ;  Allah’ı bulmaya, O’nu tanımaya, O’nu sevmeye, O’na itaat etmeye olan sevk-i inayet-i Rabbaniye olan delâletine ait çok sırrı tazammun eden satırlardır.

 

3-      *Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir*. *HADS—Kİ, ŞİMŞEK GİBİ SÜR'AT-İ İNTİKALDİR* — *daima onu tahrik eder. *HADSİN MUZAAFI OLAN İLHAM*, *onu daima tenvir eder*.

 

*MEYELÂNIN MUZÂAFI olan ARZU ve onun muzaafı olan İŞTİYAK ve onun muzaafı olan AŞK-I İLÂHÎ, onu daima MÂRİFET-İ ZÜLCELÂLE sevk eder*.

 

 

*Şu fıtrattaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i câzibedarın cezbiyledir*.

 

Yani; İnsanın fıtratında bir latife-i Rabbaniye olan vicdan, daim hakkı arayan, bundan vaz geçmeyen ve  başka bir şey kanmayan mahiyetiyle Allah’ın varlığının, uluhiyet ve rububiyetinin lehindedir. İnsan bu cevherini su-i ihtiyariyle ref etmediği müddetçe, Allah’ta bu yönelişin lehinde ve karşılık veren veçhindedir. Bu noktada bulunun sevk, ilham, şevk, istek, cezb , cazibe ezelden ebede uzanan sonsuz bir muhabbet hattının cereyanını temin tesis eden hayt-ı nuranidir. Ve O’nu bulmakta, tanımakta, hoşnutluk dairesine girip, muhabbetine mazhar olmakta , HADS—Kİ, ( birden bire, def-i ve ani bir şekilde) ŞİMŞEK GİBİ SÜR'AT-İ İNTİKALDİR ….

 

Haşiye: Risale-i Nur dersleri bu intikal ve sevkleri, meyil ve isaleyi, şevk ile cazibeyi teknik ve manevi bir plan dahilinde içermektedir. Hem usulleri : sadakat, dikkat, teenni, teveccüh , sünnet-i seniye , meşguliyet, şuur, acz-fakr- şeflat –tefekkür, dua, münacat, idrak, tahayyül, hissiyat, hizmet, feragat, isar,ihlas gibi anahtarlar beyninde ilim ve amel bileşenleri talim ve tarif etmektedir.

 

Konular bazen direkt, bazen dolaylı bazen ise aktarımda kaidelerinden olan belagat-ı bir nevi hâl dili meyil, hissiyat gibi melekut veçhine hitap eden manalar içine derç edilmiştir.

 

Bu noktada istifade temel prensip , ciddiyet, ihtiyaç bilinci ile iştiyaka ve kanaat ile sükre bağlıdır. Bu noktada inkişaf ise takvanın prensipleri ile bire bir ilgilidir.

 

Evet,

 

De ki: “ *Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir*.” Âl-i İmrân Suresi - 31 .

 

*Şu âyet diyor ki*: “ *Allah’a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.* ” Lem’alar

Mütalaa Ders notları 4: Tefani (denginde fani olmak)

 

İhlâs dersi penceresinden talim edilen Risale-i Nur Hizmet prensiplerine dair 21. LEM’ADA GEÇEN DÖRDÜNCÜ TEMEL KAİDE, UYULMASI ZORUNLU OLAN KURAL  ………..

 

Bir hakikat yolcusu için Uhuvvet dairesi içinde en zor durumlardan biri DENGİNDE FANİ OLMAKTIR.

 

Belki insanın en çok zorlanacağı konuların başında bu gelir.

 

Ve bu önemi ve zorluğu nedeni ile eserlerde özel olarak bir risale neşredilmiş, birçok mektupta bu konu nazara verilmiştir.

 

Çünkü Risale-i nur hizmetinin aksiyon planı içinde bu husus en ciddi esaslardan birdir.

 

Çünkü hizmet, şahs-i manevi üzerine tesis edilmiştir ve bu şahs-ı manevinin rükünleri ise daire içinde; aynı ders, aynı üstad, aynı amaç, aynı hedef doğrultusunda bir araya gelmiş kişilerdir.

 

Bu bağlamda kardeşlik, dayanışma, birlikte düşünme ve hareket edebilme kabiliyeti olmazsa olmaz bir şart olduğundan bu konunun ihtiyaç duyduğu, gerektirdiği en varsa onun nurcular arasında karşılanması kaçınılmaz bir sorumluluktur.

 

Eğer bu konu anlaşılmaz ve iktiza ettiği hususlar icra edilmez ise orada ne bir sahsı maneviden ne de hizmet-i hakikiyeden söz edilebilir.

 

Şahsi meziyetlerin, şöhret bulmuş kişilerin ve tembel talebeler beyninde kendine has mahiyet geliştirmiş akim gurup oluşumları meydana gelir. Bunlar ise iç çekişmeler, rekabet, birbirinin önünü kesmek, haset gibi İslam’ın ruhuna uymayan, hizmet-i diniye içinde yeri olmayan deni davranışlardır.

 

Ve bu oluşumlar zamanla mesuliyetli bir şekilde ortadan kaybolur. Çok az insan oradan aldığı yaralardan kurtulup kendine istikametli bir daire bulabilir. Bu nedenle bu düsturda geçen konular diğer düsturlarda olduğu gibi azami bağlayıcıdır ve dikkat isteyen bir hasiyete sahiptir.

 

Bu hizmet kaidesinde belirtilen ulvi hasletler çok nadir insanda fıtraten bulunabilir. Ekseri insanlar bu hasletlere iradi ve kasdi hareket, nefsani mücadele, ısrarlı istikamet, bilinç tedbir ve istikrar gibi davranışlara terettüp eden nimetler, ihsanlar   sonucunda ulaşır.

 

Mesela   burada “*Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir.*”…..diye bir kaide belirtilmiştir.

 

Yani eğer nefsinizde kardeşlerinizin meziyetlerine yönelik bir çekememezlik, bir  rekabet arzusu , bir tekaddüm meyli, bir kıskançlık duygusu açığa çıkarsa …o zaman kardeşlerinizde olan o özellikleri ; davanın birliği, amacın birliği, hedefin, kaynağın birliği ve daha bir çok birliğin hatır ve iktizasınca ve hakikatçe kendinizinmiş gibi telakki ediniz. Çünkü hizmetimize ait ne varsa o umumundur. Çünkü umumu bir araya getiren, dersini verip kabul ettiren, kimlik ve şahsiyet tanımlayan hizmetin kendisidir. Dolayısıyla hizmetkarın malikiyet ve rüçhaniyet iddiası olamaz. Doğru olan davranış şahsi manevi prensibini kabul etmek, nefsini o esas ile terbiye ederek ittihadı muhafaza etmek tam bir sorumluluk dairesindedir.

 

Yani…………. *Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkkî ediyorum. Siz de Üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Adeta, her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz*… Barla Lahikası…………….Onların hizmetle kazandıkları şereflerini takdir ediniz, onlardan şakirane söz ediniz ve böyle kardeşleriniz olduğu için iftihar ediniz….

 

Bir hatıra:

 

Gittiğimiz medreseye, heyecanlı, biraz politik yeni bir kardeşi davet etmiştik. O medresede sözünü sakınmayan, biraz münekkit tavırlı ve cerbezeli bir zat vardı. Bu zat güzel bir kitap okuyuşuna sahipti. Yani o kitap okuduğunda izaha gerek kalmazdı. Bu durum muhtemelen bir sırdır. Sizlerde böyle eşhasa şahit olmuşsunuzdur.

Yani bazıları izahla memurdur bazıları da kıraatla. Bu zat kıraatla memurdu.

Fakat tavırları insanları tedirgin eder, bazısını kızdırır, bazılar tarafından da beğenilmezdi.

Bizde onun o tavırlarını beğenmez, ders okuduğu hale nazar etmeye çalışırdık.

Bu yeni gelen kardeşimiz bir iki gelişinden sonra ondan rahatsız olanlar kervanına katıldı ve bir gün , bize bu rahatsızlığını , o kişiyi sevmediğini ,kızdığını söyledi.

Onun yeni gelmiş olması ve yıllardır bu medresede olan birine karşı tenkid ile kanaat beyan etmesi bize yakışıksız geldi. Ve onu ihtar etme iradesi ile:

Bu ağabeyimiz, bu kadar zamandır buradadır. İstikrarla gelir.Meseleye vukufiyeti vardır..şöyle hizmet etmiştir, şurada bulunmuştur…vs vs vs.. şeklinde onu savunmaya başladığımızda ; önce bizim alemimizde olan zan perdesi kalktı, memnuniyetsizlik perdesi yırtıldı ve kalbimizde o kişiye karşı bir  muhabbet hasıl oldu…bizde kendi dünyamızın bu değişimini hayretle izledik.. ve “*onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir*”…. dersi hakikatinin uygulama sonucunda evvelden bilinmeyen ve görünmeyen nasıl bir sonuca terettüp ettiğini yakin ile yaşamış olduk…

 

 

Evet yukarıda değinildiği gibi , uhuvveti rencide edecek olan davranışlara karşı yapıcı tavır almak hem nefsin terbiyesine imkan sağlayan bir nimet hem de kardeşliğin devamı için bir tiryak olduğu ve ancak uygulamayla zahir olacağı ayni hak bir hakikattir.

 

Evet, imtihan seçeneklerin irade edilmesinden sonra sonuçlanan ve netice veren bir hakikattir. Eğer üzerinde çalışılmaz ve şıklar boş bırakılır ya da yanlış tercihler ile hatalı işaretlemeler yapılır  ise oradan bir başarı elde etmek bir yana , azarlanma ve muvaffakiyetsizliğe terettüp eden üzüntüler söz konusu olacaktır.

 

Evet ilgili konu üzerinden devam edersek.. orada demiş:

 

*Ehl-i tasavvufun mabeyninde "fena fi'ş-şeyh*, (müridin velî olan hocasının arzû ve isteklerine tâbi olması, irâdesini isteğini onun eline bırakması. Ölü yıkayıcının elindeki meyyit gibi olması. Ona hiçbir işinde muhâlefet etmeyip herşeyi ile kendini şeyhine sorgusuz sualsiz teslim etmesi) *fena fi'r-resul"* -HAŞİYE- (müridin Hz. Peygamber’in S.A.V sevgisinde fâni olması, Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevi şahsiyetinde yok etmesi, O’nu S.A.V malından ve canından daha çok sevmesi) *ıstılahatı* ( kabul edilmiş, belirlenmiş ortaya çıkmış, kanıksanmış  bir durum) *var*.

 

HAŞİYE:  "fena fi'ş-şeyh ve fena fi'r-resul” gibi makamlar Tasavvuf dairesi olan kalbi meslekte, müridinin nefsi hastalıkların kurtulması, arınması, terke dayalı berzahları ve perdeleri bir kılavuzun talimiyle geçmesine bağlı olan birçok fena meratibinden sonra vasıl olunması umulan ve onun için çalışılan   son üç makamdan evvel ikisidir. Bunlardan sonra “fenâfillâh” makamı gelir.

 

*Ben sofi değilim*. (Yani, ben tasavvuf prensiplerine bağlı bir hayat tarzı ile hareket eden biri değilim)

*Fakat onların bu* ("fena fi'ş-şeyh ve fena fi'r-resul” ) *düsturu*, bizim meslekte "*fena fi'l-ihvan*" *suretinde güzel bir düsturdur*……………….Demek ki, tasavvufun bu temel düsturlarına mukabil bizim mesleğimizde FENA makamı  olan  fena fi'l-ihvan ( kardeşinin meziyetine, şahsiyetine, faziletine karşı  kendi varlığına ait duygu ve düşünceleri bırakıp , onun duygu ve düşünceleri önceleyen bir tarz ile yaşamak, onu sevmek ,onun muhabbetini nefsine kabul ettirmiş olmak) gibi bir keyfiyet  düsturu vardır. Bu düstur mesleğimizi Sahabe mesleği yapan en mühim esastır.

 

Evet,

 

*Kardeşler arasında buna "tefani" denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır*…

 

Evet tefani sırrının  nasıl ortaya çıkacağı, zihnimize ve kalbimize nasıl yerleşeceği diğer düsturlarda talim edilen ve devam eden düsturlarda da devam edeceğine nazaran bu paragraftaki işleyiş sıralamasını iki  temel başlıkta şöyle ifade edebiliriz:

 

1-      Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir.

 

2-      Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.

 

Bu ulvi hissiyat ve hasiyete ulaşmak için ; tenkit, fazilet istibdadı, hoşgörüsüzlük, çok bilmişlik, kabalık, gösteriş, aleyhte bulunmak, haset etmek  gibi olumsuz duygu ve düşüncelerin içimize yerleşmemesi için;  İslâm kardeşliği, dava arkadaşlığı ,şefkat ve sevgi değerlerini hatırda tutmak, müfritane irtibat halinde bulunmak, bir biri ile ilgilenmek, kederli kalbini okşamak, derdini paylaşmak , istişare etmek , birlikte hareket etmek gibi bağlayıcı kaynaştırıcı şeyleri işlemek ve işlettirmeyi hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıyız.

..

.

Mütalaa Ders Notları 3: Tabiat

Tabiat meselesi insanı sebeplere bağlayıp, zahire sürükleyip ,hakikati perdelemeye müstaid , dalalete saptıracak kadar önemli.. hem marifete mehaz olacak kadar değerli , Rabbani nakış ve mektupların yazıldığı bir sanat ve kudret levhası , hem rızka merkez ,hem bir hilkat harikası olması esasından gayet mühim ve çok geniş bir meseledir. Konuyu sadet noktasında ilgili mektubun satırları arasında kalmaya çalışarak muhtasar tutma niyetiyle hareket edeceğiz.

 

*İKİNCİ MES'ELE*:  

 

*(Bir kardeşimizin uzun bir sualine kısa bir cevabdır.)* 

 

 *Eğer desen*:  

 

*Nedir şu tabiat ki, ehl-i dalalet ve gaflet ona saplanmışlar, küfr ü küfrana girip, ahsen-i takvimden esfel-i safilîne sukut etmişler*? 

 

Evet, bu soru ciddi bir sorudur. Eğer insanı istikametten çıkaracak ve Allah’ın hikmetli yaratışından uzaklaştırıp karanlıklarda bırakacak bir meseleye hak ve hakikat namına bir tanım getirilmez ve bu alan iman namına zapt edilmez ise birçok insanın felâketine sebep olacaktır. Bu nedenle bu konu eserlerin hem çok yerinde bir marifet kapısı olarak ders verilmiş hem de tüm yönleri ile müstakil olarak ele alınmıştır.

 

  Elcevab:  

 

*Tabiat namı verdikleri şey; şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlahiyedir ki, mevcudatta zuhur eden ef'al-i İlahiyenin tanzim ve nizamını gösteren âdetullahın mecmu'-u kavanininden ibarettir*.

 

Yani tabiat diye isimlendirilen ve yaratılmış her şeyi içine alıp ona zemin olan, hayatını sürdürmesine yarıyan, hane ve matbah vazifesini gören ,  mahlukat ve masnuatın sergilendiği ,nefeslendiği , telkih edip çoğaldığı, işleyiş yasalarına sahip, çok cazip , göz alıcı, bir kısım insanları kendine bağlayıp aşık kılan, renkli, zevkli manzaraları olan sırlı, perdeli, altında binler manayı tazammun eden, Allah’ın bütün kainatı kuşatmış büyük yaratılış kanunlarının işlediği ve hakim olduğu bir ayna.. ilahi fiillerin düzen ve intizam ve işleyiş prensiplerini gösteren, bu bağlamda ki bütün sevk ve idare kanunların toplandığı görsel, işitsel, duyusal yayımlar yapan bir hilkat ve marifet merkezidir.

 

*Malûmdur ki, kavanin umûr-u itibariyedir; vücud-u ilmîsi var, haricîsi yok. Gaflet veya dalalet saikasıyla Kâtib ve Nakkaş-ı Ezelî'yi tanımadıklarından, kitabı ve kitabeti kâtib ve nakşı nakkaş, kanunu kudret, mistarı masdar, nizamı nazzam, san'atı sâni' tevehhüm etmişler*. 

 

Yani, kainatta var edilen kanunlar, gerçekte vucudi olarak olmadığı halde var sayılan olgulardır. Paralel meridyenler ,sağ ve sol olan yönler gibi. Yani hakikatte var olan yöne bakmayı var olanı görmeyi temin eden isale edici tanım ve komutlardır. Var sayılışları ilmidir ve onlar vücutları olan mahlûklar değildir. Ki, bir şeyi icat edip onda tasarruf etsinler, onlara bir suret ve şekil versinler.

 

Tabiatperestler ve tabiata nazar edenler , gaflet ve dalalatleri sebebiyle ,onu (tabiatı) nakışlayıp süsleyen ve onu bir kitap gibi yazıp anlam yükleyen ezeli olan Allah’ı tanımadıklarından; bu yazılan kitabı ve içindeki hitap satırlarını aynı Katip gibi, işlenmiş olan nakışları aynı Nakkaş gibi, bir kudretle hareket eden ve emri yerine getirmek için bir yol ve yöntem suretinde hareket eden  ,emirden başka keyfiyeti olmayan kanunları Kudret sahibi, ölçülendirilmiş biçimlendirilmiş olanları işin Kaynağı, koyulup işlevsel hale getirilmiş düzeni bizzat düzen koyucu güç, zuhur ettirilip enzara arz-ı endam eden sanatlı eserleri de sanatkar olarak vehmetmişler.

 

*Nasılki bir vahşi ve insanların içtimaiyatını görmemiş bir adam muhteşem bir kışlaya girse, bir ordunun nizamat-ı maneviye ile muttarid hareketini temaşa etse, maddî ipler ile bağlı tahayyül eder. Veyahut o vahşi, muazzam bir câmi'e dâhil olsa görse ki, Müslümanların cemaat ve îdlerde muntazam, mübarek vaziyetlerini görse seyretse, maddî rabıtalarla bağlanmalarını tevehhüm eder*. 

 

Yani, bir dağ adamı ki hiç sosyal hayat içine girmemiş, insanların toplu hareketlerine muttali olmamış haliyle bir askeri kışla  içine girse .. o kışla içindeki askerlerin  manevi bir emrin komutu ile düzenli hareketlerini görse , amir ve emrin mahiyetini bilmediğinden, belki öğrenmediğinden , belki cehli ile intikal edemediğinden, belki sadece kendi vahşi tecrübesi ile bildiğine ve gördüğüne itimat etmesinden o muvazzaf insanları bir birine bağlayan emri ve ilmi rabıtaları idrak edemez ve o neferatın maddi iplerle bağlı olduğunu hayal eder. 

 

Veya o sosyal hayat deneyim ve medeniyete dair  bilgisi olmayan yabani adam ,  büyük bir cami içine girse  ve görse ki, Müslümanlar cemaatle ibadet etmeyi gerektiren namazlarda birlikte hareket ediyorlar.. yine imamı ve rükünleri bilmediğinden ve o bilgisiliğin kaynağı olan gaflet ve cehlinden dolayı  o mübarek cemaatin toplu olarak yaptıkları fiillerde fiziki bağlar ve bağlılıkların var olduğunu tahayyül eder.

 

*Öyle de, vahşiden çok vahşi olan ehl-i dalaletin, cünud-u semavat ve arza mâlik olan Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhteşem kışlası olan şu kâinata ve Mabud-u Ezelî'nin mescid-i kebiri olan şu âleme girdikleri vakit; o Sultan'ın nizamatını tabiat namıyla yâd etse ve nihayet hikmetlerle meşhun şeriat-ı kübrasını, kuvvet ve madde gibi sağır ve kör ve camid, karmakarışık tezahürattan ibaret tahayyül etse, elbette ona insan demek değil, belki vahşi hayvan dahi denilmez*.

 

*Çünki o tevehhüm ettiği tabiat için, geçen Sözler'de ve sair risalelerimde yüz yerde, dirilmeyecek bir surette o tabiat fikr-i küfrîsi öldürüldüğü ve Yirmiikinci Söz'de gayet kat'î bir surette isbat edildiği gibi; her zerrede, her sebebde bütün mevcudatı halk edecek bir kudret, bir ilim vermek, belki Vâcib-ül Vücud'un bütün sıfâtını onda kabul etmek gibi nihayetsiz muhal ender muhal bir dalalet, belki dalaletin divaneliğinden gelen manasız hezeyanlardır*. 

 

"EVET, TABİATIN PERDESİYLE ALLAH'IN NURUNU GÖRMEYEN İNSAN, HER ŞEYE BİR ULUHİYET VERİP KENDİ BAŞINA MUSALLAT EDER."…… Otuzuncu Söz

 

Bu sakil nazarın insanın başına neler getirdiği ve onu çıldırtacak derecede bir karanlık baskı altında tuttuğu ve çeşitli inkar ve sarhoşluklar bataklığına sürüklediği nurları bütün müvazene ve mukayese derslerinde izah edilmiştir. Biz burada bu manaya işareten İşârât’ül İ’caz’dan bir bab ekleyeceğiz.

 

*Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise*:

 

*Bir şahıs, kudret-i Ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar*.

 

*Bir lütuf beklediği zaman, birden bire, düşmanlar gibi, hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeye başlarlar*.

 

*Bir medet, bir yardım için müsterhimâne TABİATA VE ANÂSIRA baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizikle karşılaşır*.

 

*Ecram-ı semaviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar*.

 

*Bakar ki, hayatî hâcetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder*.

 

*Bakar ki, vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir*.

 

*Acaba, hiçbir cihetten hiçbir tesellî çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdı, Sâni ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı*?

 

Evet , yaratılmış herşey (insanın kendi dahil) ancak mana-yı harfi nazarını kabul eder………Yani;

 

………. *mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek, MÂNÂ-YI HARFÎ NAZARIYLA ONLARA BAKIP, MUTLAK GAFLETTEN KURTULUP HUZUR-U DAİMÎYE GİRMEKTİR; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. ELHASIL, MEVCUDATI MEVCUDAT HESABINA HİZMETTEN AZLEDEREK, MÂNÂ-YI İSMİYLE BAKMAMAKTIR*.

 

*Elhasıl: O Sözlerde ( tabiatla ilgili yüzler derslerde) gayet kat'î bir surette isbat edilmiş ki; tabiatperest adam bir İlah-ı Vâhid'i kabul etmediği için, gayr-ı mütenahî ilahları kabul etmeye mecburdur*.

 

*O ilahlar her birisi herşeye muktedir olmakla beraber, bütün ilahlara hem zıd, hem misil olarak şu kâinatın intizamı içinde birleşsin. Halbuki bir sineğin kanadından tut, tâ manzume-i şemsiyeye kadar hiçbir yerde bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın*.

 

 *ÇÜNKÜ İNTİZAM MÜKEMMELDİR*. Sözler

 

Evet,

 

……….. *tabiat misalî bir matbaadır, tâbi' değil; nakıştır, nakkaş değil; kàbildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil* ….. Mesnevî-i Nuriye

 

" *Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi. Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları şeylerden tamamen münezzehtir*." Enbiyâ Sûresi, 21:22. *ferman-ı kat'î, şirk ve iştirakin esasatını kat'î bir bürhanla keser*. (Barla Lâhikası 271.sh - Risale-i Nur)

 

Haşiye

 

*Fakat sukuttan sonra tabiat tevbe etti*.( Yani ona isnat edilen farazi şirklerin üzerinde bıraktığı izlerden, vehimler ile telebbüs edilen zan ve kirlerden , kader noktasında teklifte aldığı vazife nedeniyle işleyip işlenirken gaflet ve dalalet ile isnat edilen güç ve kudretten çıkan is ve dumanın   muhtemel sirayetinden edip) *Hakikî vazifesi tesir ve fiil olmadığını, belki kabul ve infial olduğunu anladı. Ve kendisi kader-i İlâhînin bir nevi defteri-fakat tebeddül ve tagayyüre kabil bir defteri-ve kudret-i Rabbâniyenin bir nevi programı ve Kadîr-i Zülcelâlin bir nevi fıtrî şeriati ve bir nevi mecmua-i kavânîni olduğunu bildi. Kemâl-i acz ve inkıyadla vazife-i ubûdiyetini takındı ve "fıtrat-ı İlâhiye" ve "san'at-ı Rabbâniye" ismini aldı*… Tabiat Risalesi

 

"Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." Bakara Sûresi, 2:32.

 

Allahım! Mahlûkatının kesret daireleri içinde sirâc-ı vahdetin ve kâinatının meşherinde dellâl-ı vahdâniyetin olan Efendimiz Muhammed'e ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm olsun….Lem’alar

 

.

Mütalaa Ders Notları 2: Bu dünyadan aziz olarak çık...

İnsanları genel teveccühleri, hayata dair birçok şeyi o temayüllülerin kalıbına sokmaktadır.

 

İlgi alanları, isteklerin ve eğilimlerin nev’ine göre gelişir. Talep neye karşı oluşmuş ve onun vücuda gelmesine neden olmuşsa o şey kendi varlığını sürdürebilmek için daimi bir yenilenme içine girer. Farklı farklı versiyonlarını, dikkat çekecek detaylarını ilgi çekici bir şekilde ileri sürer.

 

Eğer insan hilkat ve fıtrat arasındaki ilişkiyi zedelemişse bu provokasyonun etkisi altına girer. Bağlandığı kıyı direklerinden ipi çözülmüş bir tekme gibi hadislerin dalgaları ile açık denizlere doğru sürüklenir.

 

Ve yolculuk esnasında maruz kalınan bazı hadiselerle gövde yara alır, taban delinir içeri su sızmaya başladıysa ve onaracak malzeme ve el atacak bir usta da yoksa geri dönmek imkânsızlaşır. belki daha yakın olan karşı kıyıya varır ve orada atıl vaziyette kıyıya çakılır.

 

İnsan için ortada bir durum yoktur. Hayat yolculuğunu ancak iyi ve kötü olarak iki şekilde bitirebilir. Ve yaşamak ciddi bir iştir. Her şeyin dönülmez ve meçhul sonucu;  hayatın muhtevi olduğu var oluş, yaratılış hakikatiyle ne kadar ciddiye alındığı ile ilgilidir.

 

Bu noktada nitelik, yani keyfiyet iradenin talip olması gereken en önemli esastır. Bu nedenle insanın kâinatla alakadar olan muhtelif rabıtaları, her şeyin en iyisine en değerlisine yönelmek ve oralarda ilgi bağları kurmak noktasında zorunludur.

 

Çünkü kısa bir ömür ve sonsuz bir ihtiyaçlar bileşeni ile yaşayıp kendisini mutlaka bekleyen ölümle yüzleşecektir.

 

Bu yüzleşmede deneyimleyip  hayattan el ettiklerini vukuat heybesine yüklenip, dokunduğu hissettiği her şey ile kurduğu ilişkinin neticelerini ruhuna yazıp , amellerinin ve niyetlerinin arkadaşlığıyla ahiret kapısının eşiğinden adım atar.

 

İşte bu eşikten geri dönüp arkaya bakmanın hiçbir anlam ve değeri yoktur.

 

Bu ebed yolculuğunda kimlerin ve nelerin bize refakat etmesini istiyorsak onlar ile tanışmalıyız. Onlarla birlikte olmanın yollarını aramalı, bulduğumuz kıymetli şeylere kaşı ihtimam, ihtiram ve sadakat göstermeliyiz.

 

Bize yük olacak, mutlak ayrılımızı zorlaştıracak, ruhumuzu yaralayacak, ayaklarımıza dolaşacak, arkamızdan tutup kendine çekecek, çeşitli mazeretler ile yolculuğumuzu olumsuz engelleyip başımızı belaya sokacak şeylerin kapısını açarak onlar için kendimizde bir ilgi bağı oluşturmaktan çekinmeliyiz.

 

Zaman zaman hakim olan nefsani hislerin kuşatması önündeki direniş engelini kaldırarak; ne olacaksa olsun, battı balık yan gider, bir defadan bir şey olmaz, herkes yapıyor, Allah affeder, bunda ne var ki , keşke bu bana karşı bir sorumluluk içermeseydi gibi kaotik düşüncelerin asaba nüfuz edip, muhakemeyi tutsak almasına izin verecek sınır aşımlarında uzak durmalıyız.

 

İnsanın canını en çok yakan şeyler insanın dünyasını maddi manevi olarak şekillendirmiş, dem ve damarlara karışarak adeta onun için bir âleme dönmüş olan mülk ile melekûtun bir birinden ayrılma anlarıdır.

 

Yani mecaz derisinin hakikatin üzerinden sıyrılmasıdır.

 

Şiddetli muhabbet ve alakadarlıkla hayalden çıkıp suret giyen, değersiz iken vaz geçilmez şeylere dönen şeyler, elde ettikleri bu vücudu kaybetmek istemezler. Mikroplar bile öldürücü varlığını sürdürebilmek için ne kadar tedbirler aldığı, gizlendiği, ilaçlara karşı bağışıklık kazanarak tutunmaya çalıştığı herkesin malumudur. Menhiyat ve nefis penceresinden içeri girmiş tiryakilikler de kendilerini alışkanlıklar diliyle savunup varlığını devam ettirecek bir duygusal etkiyle, insandaki değişim ve dönüşüm gereğinin önüne çıkarlar.

 

İşte bu nokta;  limandan pusulasız ve kaptansız ayrılan bir geminin başıboş seyrinden ibarettir. Bundan sonra karşılaşacağı her şey onun batışı için gayret gösteren şeyle olacaktır. Yani gafletin istilası, ademin yıkıcı unsurlarını harekete geçirecektir.

 

Akıl olan insan lehinde olanla aleyhinde olanı bir birinden ayıran insandır.

 

Mü’min, kendine tanımlanmış doğru ve yanlışı akli bir muhakeme ve vicdani bir onaylama ile tasdik etmiş ve bu yönüyle hakla batılı, faydalı ile zararlıyı tam bir itminan ile idrak edip kabul etmiş bir kul olarak hidayete mazhar olan kişidir.

 

Hayatının değerinin farkına varıp onu sus-i istimal etmeyerek yaratılış ahdine sadık kalmış olanlar , dünyada ki misafirliğini bilir ve o doğrultuda misafirhane sahibinin rızası doğrultusunda davranır.

Misafir olduğu yerden bir şey alıp götüremeyeceğini bilir.

Kimseyi rahatsız edecek şekilde davranmaz.

Kendine kullanması için emanet verilen şeyleri saçıp savuramaz, başkasına hibe edemez.

Sınırlarını aşmaz, misafirhane sahibinin izni olmayan yerlere girip çıkamaz.

İdrak ettiği misafirlik geçici durumuna bağlı olarak onunla gelmeyecek , dışarı çıkaramayacağı şeyle kalıcı bir duygu ve düşünce  rabıtası kurmaz.

Kendisine ait olmayan hiçbir şeye göz koymaz.

Edebini muhafaza ederek misafirliğin hakkını verir.

Böylelikle misafirhane sahibinin diğer zenginliklerini görmeye, ikramlarına ulaşma, ziyafetlerinde bulunup tad almaya istihkak kesbeder.

 

Eğer böyle yapmaz,

Misafir olduğunu unutur, buradan başka bir yere gideceğini düşünmez ise,

Beraberce götüremediği şeylere kalbini bağlarsa,

 Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacağını hatırına getirmezse,

Dünyanı faniliğini ve kendi ile beraber her şeyin geçiciliğini hatırından çıkarırsa; hilkaten  fıtraten, insaniyeten çok zarar eder.

 

Öyle ise, bu dünyadan kulluk izzetini korumuş, dünyanın faniliğine aldanmamış, misafir olduğunu ve bu dünyanın bir gün ona haydi dışarı diyeceğini hatırdan çıkarmamış  , misafirhane sahibin emir dairesinde hareket ederek, sadece onun kendi hakkında rızasını ve Rablik hukukunu gözetmiş ve bu hassasiyet ve titizlikle var oluş onurunun üzerinde olan ahdini ve hakkını yerine getirmiş, "Şüphesiz, Allah müminlerden nefis ve mallarını cennet karşılığı olarak satın aldı..." (Tevbe, 111)  buyrulan bu azim ticaret için varlığına tevdi edilen tüm nitelik ve özellikleri emir dairesinde kullanan   bir aziz olarak çıkmaya hak kazanma istek ve iradesinden ayrılmamak lazımdır.

 

Çünkü bu izzetli yaşam ve onurlu ayrılış için gösterilen titizlik karşılığında , gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hayalin tasavvur edemediği ..Sadik'ul Va'd tarafından vaat edilen büyük bir ücret, sâdikul va'dil emîn (A.S.M) tarafında tebşir edilmiştir.

 

Eğer doğru istikamette gitmeyip, bu vaade kulak ve gönül kapatılırsa , yaratılış ve sonu ile ilgili şaşırmaz ve ertelenmez ve mutlaka gerçekleşir bir akıbet ile tüm sonsuz kazanç vesileleri elden kaçar. İnsana bir faydası kalmaz. Dünya daki tüm nimetler gibi vazifesini ve manasını ifa ve ifade etmiş bir şekilde  sahibinin hazinesine; ilim ,irade ve emir dairesine geri döner.

 

İnsan bu büyük ihsan sofrasından istifade edememenin pişmanlığı ve hüsranı içinde ebedi bir hasretle onların arkasından bakar…………..

 

Öyleyse……….. "Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma."…………

 

……."Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git..."

 

Hem hayata imanı ve gereği olan amel-i salihayı rehber yapmanın ve sünnet-i seniye dairesinde yaşamanın ………………….Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.

 

Evet,

 

“Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin” demeli ve Ona yalvarmalı.

 ..

.


Mütalaa Ders Notları 1: Allah'ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir.

 

Kainata , onu halk eden zatın ilminin eseri, kudretini, irade ve hikmetinin aksettiği bir  aynası nazarı ile bakan bir insan her neye baksa gördüğü her şey ; yaratılış gerçeğini , var oluşun anlamını, icad edip vücut vermenin maksadını,  mahlukatın, mevcudatın ve masnuatın konumlandırıldıkları yerlerdeki   vazifelerini,  yıldızlardan zerrelere  kadar  fıtratlarına uygun bir şekilde gerçekleştirdikleri faaliyetin amaç ve hedefini gösteren ve bildiren hakikat ilmindendir.

 

İnsan bu hakikat ilmine;  bizzat kendi bilinç ve iradesi ile yatılışın izlerini kasten takip etmek, müşahede ettiği hakikati olduğu tasdik etmek,  söz konusu hilkatteki gayeyi idrak ile malik ve mutasarrıfı namına takdir edilen işleyiş kurallarını ve yasalarını kabul etmekle erişebilir. Bu yönüyle ilim aynı zamanda Allah’a nispet edildiğinde iman anlamına gelir.

 

“ *İman ise, kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır* ”. M.N

 

*İnsan, saray gibi bir binadır, temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan, bir şeceredir, kökü esâsât-ı imâniyedir. İmânın rükünlerinden en mühimmi, imân-ı billâhdır, Allah’a imândır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, imân ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir*. S.

 

*Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa ilim zannettiği şey de cehil olur*.

 

Eğer insan , bir aymazlık içinde , yaratılışta kullanılan sebepleri bizzat eşyanın meydana getirilmesinde etkin ve etki sahibi olarak görür ve bu perde nedeni ile ; tüm sebepleri ve sebepler eliyle yaratılan her şeyi bir yaratanın olduğu idrak ve intikal edemez ise bildiğini kavradığını düşündüğü ve iddia ettiği her şey sadece onun cehaletini gösterir.

 

Çünkü esbap denilen şeyler , şuursuz ve cansız şeylerdir. Ancak bir teşekkülün icadında görevlendirilmiş ve kudretin elinde istihdam edilen unsurlardan oluşmaktadırlar. İrade ve iktidarları bulunmaz.  Bu mahiyette istihdam edilen ve de ; afat,ölüm, değişimler, dağılmalar ve toplanmalarda gaflet ehlince hikmeti görünmeyen icraatlara karşı yapılacak isyan ve itirazların ,  Allah’ın rububiyetini eleştirmek ,hükmünü beğenmemek gibi noksan ve zülüm nazarının önünü kesmek ve böylece kendi helaketlerini rahmet ile engellemek için sahaya sürülen unsurlar iktidar ve işleyici kuvvet olarak görülemez.

 

Bununla birlikte, yatılış kaynağından kopartılmış, sahip ve ustası ile ilişkisi kesilmiş, var oluş amacının ifade eden ve işleyişine ait anlamlardan uzaklaştırılmış bir şeyin , kendi mahiyet ve  hakikatini göstermesi mümkün değildir.

 

İkinci olarak, sanatkârından mahrum her sanat ve icada dair beyanlar mana itibariyle hem noksan hem de yetimdir. Dolayısıyla ilimden kabul edilmez.

 

Çünkü işe bu yönüyle cehalet, dalalet , kast ve ihanet girmiştir. Böyle bir bakış açısı ve iddia ancak safsatadır. İlmi bir hükmü yoktur. Hikmet ve hakikatten  destek almayan her dava gerçeğe yapılmış bir iftiradır.

 

Evet, yukarıda da ifade edildiği gibi; ilim niteliği itibariyle her neyi vasfediyor ,tarif ediyor ve tanıtıyorsa onu delilleri ile nitelendirir. İddia ve dava ettiği her şeyi ispatlayabilir. Bu mahiyetiyle ilim, kendini malumattan kurtarmış hakikat bilgisidir.

 

Gaflet ve cehaletten ortaya çıkmış bir bakış açısının ahmaklık ve beyanlarının yalan olması nedeniyle hakikat bilgisinin yanında yeri yoktur.

 

*Kezalik iman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir*.

Mesnevî-i Nuriye

 

Bu satıra İkinci Şua’dan birkaç atıfla işaret edeceğiz ve muhtevi olduğu bir çok manayı Risale-i nur’un tüm İman ve Küfür Muvazeneleri , Hidayet ve Dalalet Mukayeseleri derslerine  havale edeceğiz…

 

ŞUALAR/ İKİNCİ ŞUA / BİRİNCİ MAKAMIN BİRİNCİ MEYVESİ

 

Allah’ın varlığını, birliğini, sonsuz kudretini, esmâ ve sıfatı ,tek ve eşsiz oluşunu, zâtının yüceliğini, bütün kâinatın ve mahlûkatın O’nun lutfuna olan ihtiyacını ve  tüm hacetlerini O’nun karşıladığını gösteren ………… *Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır*.

 

*Evet*, ……….O’nun birlik ve hakimiyeti ile ortaya koyduğu…………*hadsiz cemâl ve kemâlât-ı İlâhiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbânî ve hesapsız ihsanat ve bahâ-i Rahmânî ve gayetsiz kemâl-i cemâl-i Samedânî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla, şecere-i hilkatin nihâyâtındaki cüz’iyâtın simalarında temerküz eden cilve-i esmâda görünür*.

 

*Meselâ, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise, tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden, bütün yavruların pek çok harikulâde ve pek çok şefkatkârâne olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahmân’ın cemâl-i lâyezâlîsi kemâl-i şâşaa ile görünür*.

 

*Eğer tevhid nazarıyla*….herşeye Allah’ın mülkü ve hikmetli tasarrufua altında olduğu şekilde …. *bakılmazsa, o cemâl gizlenir ve o cüz’î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder*.

 

*Hem meselâ, müthiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden, zemin denilen hastahane-i kübrâda bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlakın cemâl-i şefkati ve mehasin-i rahîmiyeti küllî ve şâşaalı bir surette görünür*.

 

*Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüz’î fakat alîmâne, basîrâne, şuurkârâne olan şifa vermek dahi, câmid ilâçların hâsiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir, bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder*… Ş.

*Allah’ı tanımayan, her şeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder*." H.Ş

.

29.11.25

"Gelişiniz güle güle Gidişiniz güle güle Her işiniz güle güle" Hz. Pir Şeyh Şaban-ı Veli

İnsan fikirsel ve duygusal olarak hayatın öz varlığına bakan yönünü fark ettiğinde kendisi için bir şeyler yapmak ister.

Kısa olan ömrünü değerli kılmak, edinimlerini zenginleştirecek çareler düşünmeye başlar. Her şeyin başlangıç noktası olacak bu eğilimler alışkanlıkların direnişi ile karşılaşır.

Aslında tüm yapıcı ve onarıcı kabul edilen girişimlerin genelde aynı mazeretlerle engellenmesi, durumun bir emek istediğini anlatan oluşumlardır.

Örneğin ümitsizliğin analizine takılan heyecanlar,

Konudan uzaklaşmak için hayali olarak belirlenen yeni lokasyon,

Aceleciliğin ani acarlığı,

Sorumluluk dürtüsünün diz bağını çözdüğü anlar,

Geleneksellik bariyerlerinin tuttuğu sokaklar,

Kanıksanmış konforun bozulma korkusu,

Ve zanlardan müteşekkil fesat şebekesinin müdahalesi ile başlamadan biten onlarca hikâye…

Örneklediğimiz negatif değerlendirmenin pozitif olarak ele alınmasında ise durum başka bir forma girer.

Örneğin,

1- Ümitli olmak, olmasını istediğimiz şeylerin ilk olma şartıdır. Ümit tüm kazanımsal edinimleri şüphelerden arındıran nitelikli bir düşünce şeklidir. Aleyhimize olan tüm engelleri yol üstünden kaldıran bir inanç gücüdür.


2- İnsanın öncül ve bencil savunması kurgusal kaçışı hayal bağlamında yaparak, durum algısını değiştirecek farazi bir lokasyon belirler. Böylelikle düşüncenin oluşturacağını var saydığı baskıdan kendini kurtarmaya çalışır. Oysa yüzleşmek durumun hakikatini anlayarak gerçekçi yaklaşımı mümkün kılar. Reel planlamalar ile belirlenen hedeflere erişim, sonuçsuz farazi kaçışlardan ve asla gelmeyecek tahayyül beklentilerinden daha kolay sağlanır.


3- İnsan iradesine hareket meyli veren fikrin önemli bir engeli, birden bir şey yapma isteği olarak kendini gösteren manilerdir. Çünkü hiçbir yapıcı süreç raslantısal etkiyle oluşmaz. Her şeyin doğru gelişimi ve amaç sonucu hayat kanunlarının hâkim olduğu proseslere bağlıdır. Aniden meydana gelen şeylerin temel yapısı yıkıcıdır. Bu nedenle doğru durum değerlendirmeleri ile uygun ve sabırlı adımlar atmak gereklidir. 


4- Sorumluluk her ne kadar bir yük gibi görünse de insanın kendisi için bir varlık görevidir. Bu bağlamda yapılmayan her ödevin maliyeti, sorumluluk yükünden çok fazla olacağı bilinmedir. Kaçınılmayacak en önemli vazife, kişinin kendisine karşı olan ve çıktıları itibariyle tüm hayatını ilgilendiren yükümlükleri yerine getirmesidir.


5- Toplumsal baskı, çevresel faktörlerin kurduğu baskı, kişinin kendinde yaptığı ve yapacağı değişimin maruz kalacağı sorgulamalardır. Genel anlamıyla; Ne derler? Durumudur. Oysa toplum, insanın kendi ihtiyaç –sorun ve çözüm arayış gerçeğine karşı sanal bir etkiye sahiptir. Vehim tabir edebileceğimiz geleneksel literatürden alınan sıradan kanılarla sadece durağanlık pompalayan bir duruma sahiptir.  İnsan kendi varlık ve yaşam menfaati için çıkış yoluna gerilmiş olan bu zinciri inanç ve cesaret gücü ile kırmalıdır. Çünkü faydalılığı kesin olan bir amaca ulaşama gayreti, olasılıkların asalak baskısı için feda edilemez.


6- İnsanın alıştığı yaşam tarzının harekete geçme fikri üzerinde baskılayıcı etkisi büyüktür. Ancak yapılacak gerçekçi bir durum değerlendirmesi, sonuçları itibariyle karşılaşılacak akibeti anlamaya yardımcı olacaktır. Bugün cesaret gösteremediğimiz ve terk edemediğimiz konfor elimizden başka sebeplerle gidecek ve neticesi bir şekilde kaybolacaktır. Yani insanın kendi zararına olan pozisyonunu değiştirmemesi, yaşadığı zararın eliyle sağlanacaktır. Bu nedenle öncelikli vaz geçiş iradesini göstermek geleceğin oluşumu için kazanımsal veri anlamına gelir. Ve insanı karar olma noktasında olumlu bir şekilde destekleyen deneyim demektir.


7- Ve zanlar.. İçinde iyi düşünce ve sanılar barındırmayan zanlar, kurgusal beslenerek zehirlenmiş ölümcül yapılardır. Bu nedenle değerlendirilen her şey deliller ışığında ele alınmalıdır. Ölçümlemeler objektif olmalı ve sadece hakikate dayanmalıdır. İhtimaller üzerinden yapılan iz sürümleri kaosa neden olur. İnsan kendini bu denli yoracak durumlarda aklıselim ile uzak kalmayı kanıksamalı ve ona göre tavır almalıdır. 

 

Özetle; tüm yeni başlangıç ve değişim gereklerini engelleyen vehmi direnişlere karşı, korkusuzca, yılmadan, çekinmeden kararlı bir şekilde direnişler göstermek, yeni ve yenilenmiş veya yenilenmeye hazır bir yaşamın güç aldığı devrimci iradeyi temsil eden pozitif eylemler bütünüdür.


M.Safitürk