- Üçüncü lem’a ile bu dersin mana bütünlüğü ve bir birine mütemmim niteliği vardır. Bu nedenle o derse yapılan:
*Bu Lem'aya bir derece hiss ve zevk karışmış. Hiss ve zevkin coşkunlukları ise aklın düsturlarını, fikrin mizanlarını çok dinlemediklerinden ve müraat etmediklerinden bu Üçüncü Lem'a mantık mizanları ile tartılmamalı*… şeklindeki tanımlama KISMEN bu ders içinde geçerlidir.
- Bu bağlamda bu derste , hisse tercüman olan ;kalb lisanının terennüm ettiği tabirlere, nefsin gördüğü muamelat ile tezkiye ve terbiye dairesinden istifade ifadelerini gösteren kelimelere ve cümle içindeki yerlerine , sıralı terkiplerine biraz dikkat etmek önemlidir.
Yine bir anlamda bu tür derslerde azami ifade , hissin muvafakatıdır.
Örneğin:
- Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede "Birinci Mertebe" çok kıymettar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. BANA TAM TEVAFUK EDEN TAM HİSSEDEBİLİR, YOKSA TAM ZEVK EDEMEZ. Şualar
Hem yine üstadın tabiriyle HİSSESİZ DE KALMAZ.
- Bu tevafuakat anlık olarak olmasa da ,insan yaşayışı içinde bu dersteki mutabakata mutlaka muhatap olur.İnsanın bir ömür boyu arayışı ve hakikat ve anlam üzerinde programlı olduğundan ; VELEV BİR DERSTE alsa ebediyen kâfi olabilir.
- Yine üstadın bu meyanda kuvvetli hayal ve hislerine ait dalga boyutunu merak edenler, ON ÜÇÜNCÜ ricanın giriş bölümüne bakabilirler.
-
- Şimdi bu ders kalp dairesinde talim ettiren , harekete geçen hissiyatı konuşturan ve bu mahsus lisana tercümanlık yapan ibarelere rasat ederek kapıdan içeri girelim İnşâallah.
- Derse tarafımızdan çok izah yapılmayacak. Yukarıda olduğu gibi kısmen dikkat noktaları nazara verilecek ki, muhatap olanlar kendi kalp ve ruhlarında bulunan, hislerinde çekirdek olarak duran,marifetlerinde derç edilmiş noktaları kendi teveccühleri ile harekete sevk ve teşvik etsin…
بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
“[Yıldız] batıp gidince, [İbrahim] ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ dedi.” En’âm Sûresi, 6:76.
…
İbrahim Aleyhisselâmdan sudur ile KÂİNATIN ZEVÂL VE ÖLÜMÜNÜ İLÂN eden nây-ı ‘ Ben batıp gidenleri sevmem ’ beni ağlattırdı.
- Bu nokta büyük harfle belirtilen ifade de görüldüğü üzere , ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ ifadesine Bediüzzamanın muhatabiyeti ; KAİNAT NİSBETİNDEDİR. Bu meyanda alakadarlık dairesinin vüsati şefkati ile mecz olduğundan oluşturduğu tesir YAKICIDIR.
- Buraya hadisenin veya idrakin kalp üzerinde yaptığı hüzün etkisi, elem tahrikinin şiddeti nefsi sakinleştiren, heva ve heves yönünü tehdit eden, durumun tacizinden kurtulma için kulak kestiren , uyanıklığını temin eden, algıyı besleyen bir işleyiş sistemine işaret eden bir pasaj alıntılayalım :
…. *ve o yakıcı vaziyetten bir hakikat kapısı açıldı. Ve o hakikatı tam kabul etmeye nefis hazırlandı. Evet nasılki bir demir ateşe sokulur; tâ yumuşasın, güzel ve menfaatdar bir şekil verilsin. Öyle de o hüzün-engiz halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumuşattı*. Lemalar
- Evet ilgili metinle devam ediyoruz:
Onun için KALB GÖZÜ AĞLADI ve AĞLAYICI KATRELERİ döktü.
Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da o kadar HAZİNDİR; AĞLATTIRIYOR,
Güya KENDİSİ DE AĞLIYOR.
O damlalar, gelecek Farisî fıkralardır.
*TEVİL-İ HAYAL BÖLÜMÜ*
- Hissiyatın hayat kaynağında ,ilgi şefkat toprağındaki pınarlar harekete geçti, binler münasebet zerresi ve rikkat katresi ile kalp gözüne geldiler. İrade kirpikleri onların önünü kesemediler. Kalp kendi rahminde bulunan hasseleri n misalini her bir damlaya yükledi. Ortaya çıkan bu kat be kat hüzün ,hem kendi ağlıyor hem de ağlattırıyor.
- O mayi damlalar, ihrakın hararetinden lisana geldiler. Ateşin kelimeler döndüler. Keder alevinin ruh sarayını sarması yakın olduğu bir zamanda ,letaife dehlizlerine cennet lisanlarından bir lisan olan Farisi bir seda ile seslenerek ikaz ile diri kalmayı telkin ve ihtar etmeye başladılar…
Güzel değil batmakla gaib olan bir *MAHBUP*. Çünkü zevâle mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.
Bir *MATLUP* ki gurupta gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın, kalsın!
Bir *MAKSUT* ki fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü fâniyim. Fâni olanı istemem, neyleyeyim?
- Çünkü:
*Ruh-u beşeri en ziyade sıkan, ayrılmalardan neş'et eden elemlerdir*. Şualar
Bir *MÂBUD* ki zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden kendini kurtaramayan nasıl *MÂBUD* olur?
Evet, zahire müptelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevâlini görmekle meyusâne feryad eder. Ve bâki bir *MAHBUBU* arayan ruh dahi, ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ feryadını ilân ediyor.
*Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır*. Lemalar
İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem mufarakati!
Der-akap zevâlle acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez; iştiyaka hiç lâyık değildir. Çünkü zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevâlden gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar.
İşte, o zevâl-âlûd mülâkatlar, o elemli *MECAZÎ MUHABBETLER* derdinden ve belâsındandır ki, kalbim İbrahimvâri ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.
*AŞK, ŞİDDETLİ BİR MUHABBETTİR; FÂNİ MAHBUBLARA MÜTEVECCİH OLDUĞU VAKİT YA O AŞK KENDİ SAHİBİNİ DAİMÎ BİR AZAB VE ELEMDE BIRAKIR VEYAHUT O MECAZÎ MAHBUB, O ŞİDDETLİ MUHABBETİN FİATINA DEĞMEDİĞİ İÇİN BÂKİ BİR MAHBUBU ARATTIRIR; AŞK-I MECAZÎ, AŞK-I HAKİKÎYE İNKILAB EDER*. Mektubat
Eğer şu fâni dünyada BEKÀ İSTİYORSAN, bekà fenâdan çıkıyor. NEFS-İ EMMÂRE CİHETİYLE FENÂ BUL Kİ, BÂKİ OLASIN.
* ”Bâki-i Hakikî yalnız sensin. MASİVA FÂNİDİR. Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz." manasını ifade ediyor. Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları ‘Ya Baki Entel Baki’ (Ey Baki olan Rabbim. Baki olan ancak sensin) demekle bırakıyorum. Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller." demektir. İşte bu halette kalb, hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse, mahbubları adedince manevî cerihalar oluyor*.
*İkinci cümle olan ‘Ya Baki Entel Baki’ (Ey Baki olan Rabbim. Baki olan ancak sensin) o hadsiz cerihalara hem merhem, hem tiryak oluyor. Yani: Ya Baki "Madem sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin. Madem sen varsın, herşey var." Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâki-i Hakikî'nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin gölgeleridir*. Lemalar
Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı MAHBUB-U HAKİKÎ yolunda feda et. MEVCUDATIN ADEMNÜMÂ AKIBETLERİNİ GÖR. Çünkü şu dünyadan bekàya giden yol, fenâdan gidiyor.
Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zevâl-i dünyadan hayrette kalıp meyusâne fîzar ediyor. Vücud-u hakikî isteyen vicdan, İbrahimvâri ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ enîniyle MAHBUBAT-I MECAZİYEDEN ve MEVCUDAT-I ZÂİLEDEN kat’-ı alâka edip MEVCUD-U HAKİKÎYE ve MAHBUB-U SERMEDÎYE bağlanıyor.
Ey nâdan nefsim! Bil ki, çendan dünya ve mevcudat fânidir; fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezâlin tecellî-i cemâlinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...
*Şimdi hayatının saadet içindeki kemali ise: Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî'nin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir*. Sözler
Evet, nimet içinde in’âm görünür, Rahmân’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’âma geçsen, Mün’imi bulursun. Hem, her eser-i Samedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla Müsemmâyı bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını acımadan fenâ seyline atabilirsin.
Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Madem şu masnuat elfazdır, kelimat-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy, mânâsız kalan elfâzı bilâpervâ zevâlin havasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.
İşte, zahirperest ve sermayesi âfâkî malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, böyle silsile-i efkârı hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve heybetinden meyusâne feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem uful edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazî mahbuplardan vaz geçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi.
Sen dahi, biçare nefsim, İbrahimvâri ‘Batıp gidenleri sevmem.’ gıyâsını çek, kurtul.
*FITRATI AŞKLA YOĞRULMUŞ GİBİ SERMEST-İ CÂM-I AŞK OLAN* Mevlânâ Câmi, *KESRETTEN VAHDETE YÜZLERİ ÇEVİRMEK İÇİN* , bak, ne güzel söylemiş:
يَكِى خَواهْ، يَكِى خَوانْ، يَكِى جُوىْ، يَكِى بِينْ، يَكِى دَانْ، يَكِى كُوىْ
demiştir.
- BİZDE YUKARIDA MENZİL MENZİL,ODA ODA DEVAM EDEN YOLCULUĞA EŞLİK EDERKEN GÖRDÜK Kİ:
MASİVA FANİDİR.
MANAYI İSMİYLE SEVİLMEYE LAYIK DEĞİLDİR.
NİHAYETSİZ ACZ VE FAKR YARAMIZA ŞİFA OLACAK BİR MAHİYETLERİ YOK.
ANCAK YARATANINI ANMAKLA MUTMAİN OLABİLEN BİR KALBİ, ONDAN BAŞKASI TESKİN EDEMEZ.
*ÖYLEYSE MEVLANA CAMİNİN İKRARINI TEKRAR EDEN ÜSTADIMIZIN İKRARINI TEKRAR EDELİM*:
Yani;
1. Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.
2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.
3. Biri talep et; başkaları lâyık değiller.
4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar.
5. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir.
Evet, Câmi’, pek doğru söyledin. *HAKİKÎ MAHBUB, HAKİKÎ MATLUB, HAKİKÎ MAKSUD, HAKİKÎ MÂBUD* yalnız Odur.
…
ZİYADESİ İLE :
Elhasıl:
Bir Şâir-i Mısrî'nin tarzında deriz:
Derya olunca nefes
Parelenince kafes
Tâ kesilince bu ses
Çağırırım:
Yâ Hak! Yâ Mevcud! Yâ Hayy! Yâ Mabud!
Yâ Hakîm! Yâ Maksud! Yâ Rahîm! Yâ Vedud!..
Mektubat
..
.