Tabiat meselesi insanı sebeplere bağlayıp, zahire sürükleyip ,hakikati perdelemeye müstaid , dalalete saptıracak kadar önemli.. hem marifete mehaz olacak kadar değerli , Rabbani nakış ve mektupların yazıldığı bir sanat ve kudret levhası , hem rızka merkez ,hem bir hilkat harikası olması esasından gayet mühim ve çok geniş bir meseledir. Konuyu sadet noktasında ilgili mektubun satırları arasında kalmaya çalışarak muhtasar tutma niyetiyle hareket edeceğiz.
*İKİNCİ MES'ELE*:
*(Bir kardeşimizin uzun bir sualine kısa bir cevabdır.)*
*Eğer desen*:
*Nedir şu tabiat ki, ehl-i dalalet ve gaflet ona
saplanmışlar, küfr ü küfrana girip, ahsen-i takvimden esfel-i safilîne sukut
etmişler*?
Evet, bu soru ciddi bir sorudur. Eğer insanı istikametten
çıkaracak ve Allah’ın hikmetli yaratışından uzaklaştırıp karanlıklarda
bırakacak bir meseleye hak ve hakikat namına bir tanım getirilmez ve bu alan
iman namına zapt edilmez ise birçok insanın felâketine sebep olacaktır. Bu
nedenle bu konu eserlerin hem çok yerinde bir marifet kapısı olarak ders
verilmiş hem de tüm yönleri ile müstakil olarak ele alınmıştır.
Elcevab:
*Tabiat namı verdikleri şey; şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı
İlahiyedir ki, mevcudatta zuhur eden ef'al-i İlahiyenin tanzim ve nizamını
gösteren âdetullahın mecmu'-u kavanininden ibarettir*.
Yani tabiat diye isimlendirilen ve yaratılmış her şeyi içine
alıp ona zemin olan, hayatını sürdürmesine yarıyan, hane ve matbah vazifesini
gören , mahlukat ve masnuatın
sergilendiği ,nefeslendiği , telkih edip çoğaldığı, işleyiş yasalarına sahip,
çok cazip , göz alıcı, bir kısım insanları kendine bağlayıp aşık kılan, renkli,
zevkli manzaraları olan sırlı, perdeli, altında binler manayı tazammun eden,
Allah’ın bütün kainatı kuşatmış büyük yaratılış kanunlarının işlediği ve hakim
olduğu bir ayna.. ilahi fiillerin düzen ve intizam ve işleyiş prensiplerini gösteren,
bu bağlamda ki bütün sevk ve idare kanunların toplandığı görsel, işitsel,
duyusal yayımlar yapan bir hilkat ve marifet merkezidir.
*Malûmdur ki, kavanin umûr-u itibariyedir; vücud-u ilmîsi
var, haricîsi yok. Gaflet veya dalalet saikasıyla Kâtib ve Nakkaş-ı Ezelî'yi
tanımadıklarından, kitabı ve kitabeti kâtib ve nakşı nakkaş, kanunu kudret,
mistarı masdar, nizamı nazzam, san'atı sâni' tevehhüm etmişler*.
Yani, kainatta var edilen kanunlar, gerçekte vucudi olarak olmadığı
halde var sayılan olgulardır. Paralel meridyenler ,sağ ve sol olan yönler gibi.
Yani hakikatte var olan yöne bakmayı var olanı görmeyi temin eden isale edici
tanım ve komutlardır. Var sayılışları ilmidir ve onlar vücutları olan mahlûklar
değildir. Ki, bir şeyi icat edip onda tasarruf etsinler, onlara bir suret ve
şekil versinler.
Tabiatperestler ve tabiata nazar edenler , gaflet ve
dalalatleri sebebiyle ,onu (tabiatı) nakışlayıp süsleyen ve onu bir kitap gibi
yazıp anlam yükleyen ezeli olan Allah’ı tanımadıklarından; bu yazılan kitabı ve
içindeki hitap satırlarını aynı Katip gibi, işlenmiş olan nakışları aynı Nakkaş
gibi, bir kudretle hareket eden ve emri yerine getirmek için bir yol ve yöntem
suretinde hareket eden ,emirden başka
keyfiyeti olmayan kanunları Kudret sahibi, ölçülendirilmiş biçimlendirilmiş
olanları işin Kaynağı, koyulup işlevsel hale getirilmiş düzeni bizzat düzen
koyucu güç, zuhur ettirilip enzara arz-ı endam eden sanatlı eserleri de
sanatkar olarak vehmetmişler.
*Nasılki bir vahşi ve insanların içtimaiyatını görmemiş bir
adam muhteşem bir kışlaya girse, bir ordunun nizamat-ı maneviye ile muttarid
hareketini temaşa etse, maddî ipler ile bağlı tahayyül eder. Veyahut o vahşi,
muazzam bir câmi'e dâhil olsa görse ki, Müslümanların cemaat ve îdlerde
muntazam, mübarek vaziyetlerini görse seyretse, maddî rabıtalarla
bağlanmalarını tevehhüm eder*.
Yani, bir dağ adamı ki hiç sosyal hayat içine girmemiş,
insanların toplu hareketlerine muttali olmamış haliyle bir askeri kışla içine girse .. o kışla içindeki
askerlerin manevi bir emrin komutu ile
düzenli hareketlerini görse , amir ve emrin mahiyetini bilmediğinden, belki
öğrenmediğinden , belki cehli ile intikal edemediğinden, belki sadece kendi
vahşi tecrübesi ile bildiğine ve gördüğüne itimat etmesinden o muvazzaf
insanları bir birine bağlayan emri ve ilmi rabıtaları idrak edemez ve o
neferatın maddi iplerle bağlı olduğunu hayal eder.
Veya o sosyal hayat deneyim ve medeniyete dair bilgisi olmayan yabani adam , büyük bir cami içine girse ve görse ki, Müslümanlar cemaatle ibadet
etmeyi gerektiren namazlarda birlikte hareket ediyorlar.. yine imamı ve
rükünleri bilmediğinden ve o bilgisiliğin kaynağı olan gaflet ve cehlinden
dolayı o mübarek cemaatin toplu olarak
yaptıkları fiillerde fiziki bağlar ve bağlılıkların var olduğunu tahayyül eder.
*Öyle de, vahşiden çok vahşi olan ehl-i dalaletin, cünud-u
semavat ve arza mâlik olan Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhteşem kışlası olan şu
kâinata ve Mabud-u Ezelî'nin mescid-i kebiri olan şu âleme girdikleri vakit; o
Sultan'ın nizamatını tabiat namıyla yâd etse ve nihayet hikmetlerle meşhun
şeriat-ı kübrasını, kuvvet ve madde gibi sağır ve kör ve camid, karmakarışık
tezahürattan ibaret tahayyül etse, elbette ona insan demek değil, belki vahşi
hayvan dahi denilmez*.
*Çünki o tevehhüm ettiği tabiat için, geçen Sözler'de ve
sair risalelerimde yüz yerde, dirilmeyecek bir surette o tabiat fikr-i küfrîsi
öldürüldüğü ve Yirmiikinci Söz'de gayet kat'î bir surette isbat edildiği gibi;
her zerrede, her sebebde bütün mevcudatı halk edecek bir kudret, bir ilim
vermek, belki Vâcib-ül Vücud'un bütün sıfâtını onda kabul etmek gibi nihayetsiz
muhal ender muhal bir dalalet, belki dalaletin divaneliğinden gelen manasız
hezeyanlardır*.
"EVET, TABİATIN PERDESİYLE ALLAH'IN NURUNU GÖRMEYEN
İNSAN, HER ŞEYE BİR ULUHİYET VERİP KENDİ BAŞINA MUSALLAT EDER."…… Otuzuncu
Söz
Bu sakil nazarın insanın başına neler getirdiği ve onu
çıldırtacak derecede bir karanlık baskı altında tuttuğu ve çeşitli inkar ve
sarhoşluklar bataklığına sürüklediği nurları bütün müvazene ve mukayese
derslerinde izah edilmiştir. Biz burada bu manaya işareten İşârât’ül İ’caz’dan
bir bab ekleyeceğiz.
*Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün
elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise*:
*Bir şahıs, kudret-i Ezeliye tarafından, adem zulümatından
şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar*.
*Bir lütuf beklediği zaman, birden bire, düşmanlar gibi,
hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeye başlarlar*.
*Bir medet, bir yardım için müsterhimâne TABİATA VE ANÂSIRA baktığı
vakit, kasavet-i kalble, merhametsizikle karşılaşır*.
*Ecram-ı semaviyeden istimdat etmek üzere başını havaya
kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne
görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar*.
*Bakar ki, hayatî hâcetleri bağırıp çağırmaya başlarlar.
Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder*.
*Bakar ki, vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu
gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir*.
*Acaba, hiçbir cihetten hiçbir tesellî çaresini bulamayan o
zavallı şahıs, mebde ile meâdı, Sâni ile haşri itikad etmezse, onun o
vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı*?
Evet , yaratılmış herşey (insanın kendi dahil) ancak mana-yı
harfi nazarını kabul eder………Yani;
………. *mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek
Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve
âyinedarlık vazifesinde istimal ederek, MÂNÂ-YI HARFÎ NAZARIYLA ONLARA BAKIP,
MUTLAK GAFLETTEN KURTULUP HUZUR-U DAİMÎYE GİRMEKTİR; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir
yol bulmaktır. ELHASIL, MEVCUDATI MEVCUDAT HESABINA HİZMETTEN AZLEDEREK,
MÂNÂ-YI İSMİYLE BAKMAMAKTIR*.
*Elhasıl: O Sözlerde ( tabiatla ilgili yüzler derslerde) gayet
kat'î bir surette isbat edilmiş ki; tabiatperest adam bir İlah-ı Vâhid'i kabul
etmediği için, gayr-ı mütenahî ilahları kabul etmeye mecburdur*.
*O ilahlar her birisi herşeye muktedir olmakla beraber,
bütün ilahlara hem zıd, hem misil olarak şu kâinatın intizamı içinde birleşsin.
Halbuki bir sineğin kanadından tut, tâ manzume-i şemsiyeye kadar hiçbir yerde
bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın*.
*ÇÜNKÜ İNTİZAM
MÜKEMMELDİR*. Sözler
Evet,
……….. *tabiat misalî bir matbaadır, tâbi' değil; nakıştır,
nakkaş değil; kàbildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım
değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil*
….. Mesnevî-i Nuriye
" *Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar
olsaydı, ikisi de harap olup giderdi. Arşın Rabbi olan Allah, onların
yakıştırdıkları şeylerden tamamen münezzehtir*." Enbiyâ Sûresi, 21:22. *ferman-ı
kat'î, şirk ve iştirakin esasatını kat'î bir bürhanla keser*. (Barla Lâhikası
271.sh - Risale-i Nur)
Haşiye
*Fakat sukuttan sonra tabiat tevbe etti*.( Yani ona isnat
edilen farazi şirklerin üzerinde bıraktığı izlerden, vehimler ile telebbüs
edilen zan ve kirlerden , kader noktasında teklifte aldığı vazife nedeniyle
işleyip işlenirken gaflet ve dalalet ile isnat edilen güç ve kudretten çıkan is
ve dumanın muhtemel sirayetinden edip)
*Hakikî vazifesi tesir ve fiil olmadığını, belki kabul ve infial olduğunu
anladı. Ve kendisi kader-i İlâhînin bir nevi defteri-fakat tebeddül ve
tagayyüre kabil bir defteri-ve kudret-i Rabbâniyenin bir nevi programı ve
Kadîr-i Zülcelâlin bir nevi fıtrî şeriati ve bir nevi mecmua-i kavânîni
olduğunu bildi. Kemâl-i acz ve inkıyadla vazife-i ubûdiyetini takındı ve
"fıtrat-ı İlâhiye" ve "san'at-ı Rabbâniye" ismini aldı*…
Tabiat Risalesi
"Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize
öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi
kuşatan Sensin." Bakara Sûresi, 2:32.
Allahım! Mahlûkatının kesret daireleri içinde sirâc-ı
vahdetin ve kâinatının meşherinde dellâl-ı vahdâniyetin olan Efendimiz
Muhammed'e ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm olsun….Lem’alar
…
.