İnsanları genel teveccühleri, hayata dair birçok şeyi o
temayüllülerin kalıbına sokmaktadır.
İlgi alanları, isteklerin ve eğilimlerin nev’ine göre
gelişir. Talep neye karşı oluşmuş ve onun vücuda gelmesine neden olmuşsa o şey
kendi varlığını sürdürebilmek için daimi bir yenilenme içine girer. Farklı
farklı versiyonlarını, dikkat çekecek detaylarını ilgi çekici bir şekilde ileri
sürer.
Eğer insan hilkat ve fıtrat arasındaki ilişkiyi zedelemişse
bu provokasyonun etkisi altına girer. Bağlandığı kıyı direklerinden ipi
çözülmüş bir tekme gibi hadislerin dalgaları ile açık denizlere doğru
sürüklenir.
Ve yolculuk esnasında maruz kalınan bazı hadiselerle gövde
yara alır, taban delinir içeri su sızmaya başladıysa ve onaracak malzeme ve el
atacak bir usta da yoksa geri dönmek imkânsızlaşır. belki daha yakın olan karşı
kıyıya varır ve orada atıl vaziyette kıyıya çakılır.
İnsan için ortada bir durum yoktur. Hayat yolculuğunu ancak
iyi ve kötü olarak iki şekilde bitirebilir. Ve yaşamak ciddi bir iştir. Her
şeyin dönülmez ve meçhul sonucu; hayatın
muhtevi olduğu var oluş, yaratılış hakikatiyle ne kadar ciddiye alındığı ile
ilgilidir.
Bu noktada nitelik, yani keyfiyet iradenin talip olması
gereken en önemli esastır. Bu nedenle insanın kâinatla alakadar olan muhtelif
rabıtaları, her şeyin en iyisine en değerlisine yönelmek ve oralarda ilgi
bağları kurmak noktasında zorunludur.
Çünkü kısa bir ömür ve sonsuz bir ihtiyaçlar bileşeni ile
yaşayıp kendisini mutlaka bekleyen ölümle yüzleşecektir.
Bu yüzleşmede deneyimleyip
hayattan el ettiklerini vukuat heybesine yüklenip, dokunduğu hissettiği
her şey ile kurduğu ilişkinin neticelerini ruhuna yazıp , amellerinin ve
niyetlerinin arkadaşlığıyla ahiret kapısının eşiğinden adım atar.
İşte bu eşikten geri dönüp arkaya bakmanın hiçbir anlam ve
değeri yoktur.
Bu ebed yolculuğunda kimlerin ve nelerin bize refakat
etmesini istiyorsak onlar ile tanışmalıyız. Onlarla birlikte olmanın yollarını
aramalı, bulduğumuz kıymetli şeylere kaşı ihtimam, ihtiram ve sadakat
göstermeliyiz.
Bize yük olacak, mutlak ayrılımızı zorlaştıracak, ruhumuzu
yaralayacak, ayaklarımıza dolaşacak, arkamızdan tutup kendine çekecek, çeşitli
mazeretler ile yolculuğumuzu olumsuz engelleyip başımızı belaya sokacak
şeylerin kapısını açarak onlar için kendimizde bir ilgi bağı oluşturmaktan
çekinmeliyiz.
Zaman zaman hakim olan nefsani hislerin kuşatması önündeki
direniş engelini kaldırarak; ne olacaksa olsun, battı balık yan gider, bir
defadan bir şey olmaz, herkes yapıyor, Allah affeder, bunda ne var ki , keşke
bu bana karşı bir sorumluluk içermeseydi gibi kaotik düşüncelerin asaba nüfuz
edip, muhakemeyi tutsak almasına izin verecek sınır aşımlarında uzak
durmalıyız.
İnsanın canını en çok yakan şeyler insanın dünyasını maddi
manevi olarak şekillendirmiş, dem ve damarlara karışarak adeta onun için bir âleme
dönmüş olan mülk ile melekûtun bir birinden ayrılma anlarıdır.
Yani mecaz derisinin hakikatin üzerinden sıyrılmasıdır.
Şiddetli muhabbet ve alakadarlıkla hayalden çıkıp suret giyen,
değersiz iken vaz geçilmez şeylere dönen şeyler, elde ettikleri bu vücudu
kaybetmek istemezler. Mikroplar bile öldürücü varlığını sürdürebilmek için ne
kadar tedbirler aldığı, gizlendiği, ilaçlara karşı bağışıklık kazanarak
tutunmaya çalıştığı herkesin malumudur. Menhiyat ve nefis penceresinden içeri
girmiş tiryakilikler de kendilerini alışkanlıklar diliyle savunup varlığını
devam ettirecek bir duygusal etkiyle, insandaki değişim ve dönüşüm gereğinin
önüne çıkarlar.
İşte bu nokta;
limandan pusulasız ve kaptansız ayrılan bir geminin başıboş seyrinden
ibarettir. Bundan sonra karşılaşacağı her şey onun batışı için gayret gösteren
şeyle olacaktır. Yani gafletin istilası, ademin yıkıcı unsurlarını harekete
geçirecektir.
Akıl olan insan lehinde olanla aleyhinde olanı bir birinden
ayıran insandır.
Mü’min, kendine tanımlanmış doğru ve yanlışı akli bir muhakeme
ve vicdani bir onaylama ile tasdik etmiş ve bu yönüyle hakla batılı, faydalı
ile zararlıyı tam bir itminan ile idrak edip kabul etmiş bir kul olarak
hidayete mazhar olan kişidir.
Hayatının değerinin farkına varıp onu sus-i istimal
etmeyerek yaratılış ahdine sadık kalmış olanlar , dünyada ki misafirliğini
bilir ve o doğrultuda misafirhane sahibinin rızası doğrultusunda davranır.
Misafir olduğu yerden bir şey alıp götüremeyeceğini bilir.
Kimseyi rahatsız edecek şekilde davranmaz.
Kendine kullanması için emanet verilen şeyleri saçıp
savuramaz, başkasına hibe edemez.
Sınırlarını aşmaz, misafirhane sahibinin izni olmayan
yerlere girip çıkamaz.
İdrak ettiği misafirlik geçici durumuna bağlı olarak onunla
gelmeyecek , dışarı çıkaramayacağı şeyle kalıcı bir duygu ve düşünce rabıtası kurmaz.
Kendisine ait olmayan hiçbir şeye göz koymaz.
Edebini muhafaza ederek misafirliğin hakkını verir.
Böylelikle misafirhane sahibinin diğer zenginliklerini
görmeye, ikramlarına ulaşma, ziyafetlerinde bulunup tad almaya istihkak
kesbeder.
Eğer böyle yapmaz,
Misafir olduğunu unutur, buradan başka bir yere gideceğini
düşünmez ise,
Beraberce götüremediği şeylere kalbini bağlarsa,
Bu menzilden
ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacağını hatırına getirmezse,
Dünyanı faniliğini ve kendi ile beraber her şeyin
geçiciliğini hatırından çıkarırsa; hilkaten
fıtraten, insaniyeten çok zarar eder.
Öyle ise, bu dünyadan kulluk izzetini korumuş, dünyanın
faniliğine aldanmamış, misafir olduğunu ve bu dünyanın bir gün ona haydi dışarı
diyeceğini hatırdan çıkarmamış ,
misafirhane sahibin emir dairesinde hareket ederek, sadece onun kendi hakkında
rızasını ve Rablik hukukunu gözetmiş ve bu hassasiyet ve titizlikle var oluş
onurunun üzerinde olan ahdini ve hakkını yerine getirmiş, "Şüphesiz, Allah
müminlerden nefis ve mallarını cennet karşılığı olarak satın aldı..."
(Tevbe, 111) buyrulan bu azim ticaret için
varlığına tevdi edilen tüm nitelik ve özellikleri emir dairesinde kullanan bir
aziz olarak çıkmaya hak kazanma istek ve iradesinden ayrılmamak lazımdır.
Çünkü bu izzetli yaşam ve onurlu ayrılış için gösterilen
titizlik karşılığında , gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hayalin
tasavvur edemediği ..Sadik'ul Va'd tarafından vaat edilen büyük bir ücret, sâdikul
va'dil emîn (A.S.M) tarafında tebşir edilmiştir.
Eğer doğru istikamette gitmeyip, bu vaade kulak ve gönül
kapatılırsa , yaratılış ve sonu ile ilgili şaşırmaz ve ertelenmez ve mutlaka
gerçekleşir bir akıbet ile tüm sonsuz kazanç vesileleri elden kaçar. İnsana bir
faydası kalmaz. Dünya daki tüm nimetler gibi vazifesini ve manasını ifa ve
ifade etmiş bir şekilde sahibinin
hazinesine; ilim ,irade ve emir dairesine geri döner.
İnsan bu büyük ihsan sofrasından istifade edememenin
pişmanlığı ve hüsranı içinde ebedi bir hasretle onların arkasından bakar…………..
Öyleyse……….. "Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork.
Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma.
Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma."…………
……."Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç,
şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık
git..."
Hem hayata imanı ve gereği olan amel-i salihayı rehber
yapmanın ve sünnet-i seniye dairesinde yaşamanın ………………….Hiç öyle ağırlığı
yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum
yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak öyle
lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi,
Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni
ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar
etmeli.
Evet,
“Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et.
Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin” demeli ve Ona
yalvarmalı.