7.11.18

Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pek çoktur

Zeyl


[Bu küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir.] 


Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır. 

Yukarıda ifade ettiği gibi İnsanların Rablerinin rızasını umarak ona ulaşmakta izledikleri çeşitli yollar vardır..Bu yolların hak olanları ..kendi meslek ve meşreplerini usullerini Kur’an dan çıkarmışlardır..Yani Allah’ı CC zikretmekle ilgili bir ayeti..Tesbih etmeye emirle başka bir Kandili yollarına asarak o nur ışığında istikamet aramış..ve işleyerek istihdam olunmayı fiilleri ile dua olup istemişler…

Bunların izledikleri yollar içinde bazısı bazısından daha kısa ve daha genel oluyor diyerek Üstadımız Bediüzzaman kendi bulduğu tariki yolu izah ediyor diyor ki;

“O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz(Güçsüzlük, kudretsizlik.)ve fakr(Fakirlik, ihtiyaç, yoksulluk, azlık, muhtaçlık.)ve şefkat(Karşılıksız, samimi sevgi besleme; başkasının kederiyle alâkalı olma, acıyarak merhamet etme.)ve tefekkür(Düşünmek, derinlemesine, inceden inceye düşünme, fikretme.)tarîkıdır.
yoludur diye söylemiş…

Mananın içeriğini özelliğini anlatırken;

Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsâl eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsâl eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder.

Tarikatlarda kalp ile edilen yolculukta en üstün görünen yürüyüşün aşk olduğu demi vardır..Bediüzzaman diyor ki;

Acz dahi ,aşk gibi, belki daha elsem yani ,Daha selâmetli ve sağlam bir yoldur ki,kulluk ibadet etmek tarikiyle mahbubiyete yani sevilecek bir hale gelmeye ki bir yerde demiş”insan için en büyük matlap dilek Allah tarafından sevilmesidir”meyanında ifade etmiş..diyor acz yoluyla ubudiyet insanı bu sevimli hale getir,Rabbine sevdirir…

Fakr dahi;Rahman ismine îsâl eder..

Yani,Sonsuz merhamet ve şefkatle bütün varlıkları rızıklandıran Allah’a CC’ye ulaştırır.Çünkü;Rahman isminin ihtiva ettiği merhamet ve şefkat muhtaç olanlara vermek onları nimetlendirmek ister..Bu muhtaciyeti bilen ve teskere ile o Rahmete iltica edenin eli boş dönmez..Daire o ihtiyacı karşılamak için mütecellidir…

Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsâl eder.

Yani,Sonsuz merhamet sahibi Allah’a CC ulaştırır..Çünkü Şefkat Rahimiyetin bir tecellisidir..Denilmiş merhamet eden merhamet bulur..Hem hakikaten Rahmaniyet ve Rahimiyetin ihatası mahlukatı o nazardan sevimli hale getirmiş..Bu cilve-i hakikati okuyan ve münasip davrananlar mazhariyetlerini bilerek yapmaya şuurlu kulluğa çevirirler ki bu büyük bir nimettir..Çünkü Bilenle bilmeyen bir değildir…


Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder.

Yani,Düşünmek, derinlemesine, inceden inceye düşünme, fikretme,aşk gibi belki daha zengin parlak geniş bir yol demiş…Tarikati kendi bulup gösterdiği yola kıyaslarken..Dört hatvede de aşk ile kıyaslamış..Çünkü tarikatta esas olan bu kaide-i kalbiye ve hal-i muhabbete mukabil..Aklın mahiyeti insaniyenin kalp ve ruhun ittifak ederek kabiliyet bütününde bir yürüyüşü tanzim etmiş..Ve tefekkürün;Herşeyi gaye ve faydalarla yaratan Allah’ın CC Hakîm ismine getirip göstermesinin geniş alanına işaret etmiştir.Çünkü Hakîm bir tecelli vahdani bir ihatadır..Herşeyde bir hikmet vardır..herşey kadar geniş bir penceredir…Hem Rabbimiz bunu emretmiş hem farzlar içine girmiş ki;Aklı hikmet içinde hikmetli olan eserleri temaşaya davet eder..


Şimdi bu davet ve hikmet kendini gören gözlere..Maşaallah sübhanallah barekellah Allahuekber ve Lailaheillallah, Lailaheillahu gibi..hem hakikat hem evrad hem tesbih hem tekbir hem tehlil hem tahlil gibi vazifei fıtrat olan ahvale sahibini şuuren taşır…

Evet;


Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, "letâif-i aşere" gibi on hatve değil; ve tarîk-ı cehriye gibi "nüfûs-u seb'a," yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu yol,gizli tarikler benzer şekilde “"letâif-i aşere" en kısa manasıyla On latif duygu. (Kalp, ruh, sır, hafâ, ihfâ,toprak, su, hava, ateş, nefis.) biraz daha geniş alırsak;

On lâtif duygu. On adet lâtifeler. (Letaif-i aşere; İmam-ı Rabbani, kalb, ruh, sır, hafi, ahfa, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasib bir lâtife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülukta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiş. Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i camlasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hatta hükema ve ulema-i zahiri dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahire, havass-ı hamse-i batına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hatta avam ve havas beyninde taarüf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letaif-i aşeresi ile münasebettardır. Meselâ vicdan, a'sab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaifden başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku gibi çok letaif var…………………

Evet devam edelim İnşallah;


Bu söylenen latifelerüzerinden değil,ve tarik-i cehriye denilen “yürüyüşü gizli ve içten evradları ile olan tarikatlar gibi değil,virdleri sesli ve aşikar olan tariklerdir bunlar ise,NÜFUS-U SEB`A denilen,Yedi çeşit nefis. (Nefs-i emmâre, nefs-i levvame,nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i râdiye, nefs-i mardiyye,nefs-i sâfiye gibi nefis üzerinde işleyerek yoluyla menzillerine giderler..Bunlar gibi yedi mertebeye atılan adımlar da değil..sadece dört hatvedeniyani dört adım ve kısımdan ibarettir..demiş…

Evet;

Tarîkatten ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Yani; Tarikattan ziyade hakikattir şeraittir derken,Doğru yol, hak din yolu; İslâm dini, İslâm`ın bütün hükümleridir..Şeriat ahkamı ilahiyenin bütünü anlamına geldiğinden Allahın CC bütün marziyatını ifade eden..kainatı en hakikatli yönüyle hadisat ve akibet tarif eden ve ölçüleri Resulallah ASM talim ettirilen yüksek hakikatlerin hayattar bütünlüğüdür…Kanun neredeyse hükmün varlığı oradadır ve Hükme ve emre Hâkim olan Hâkem-i hakem hikmeti ile oradadır…Dolayısıyla bu manaya muttali olan bir nazar şeriat dairesinin genişliğinde bir manaya, hakikaten,ilmen,yakinen vb. istidadınca vasıl olur…

Sonra diyor ki;

Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

İnsanın aczini ve fakrını kusurunu Allah’a göstermesi demektir..Yoksa kendisine hiçbir fayda sağlamayacak hatta onlara yapılsa riyakarlık olacak perişaniyet sebebi meydana getirecek olanlara değil..Havl ve kuvvet rahmet ve merhametiyle yarattıklarının yanında olan Rablerine göstermektir ki..maksad ve arzuları yerine gelsin..getirilsin..Çünkü Allah kadirdir kudret sahibidir..Her mahlukun un ihtiyacını verecek kudret ve rahmete sahiptir…Öyleyse en yerinde ve mutlak istikametli hareket Mabud ve malikine müteveccih olmaktır..Kusuru ancak affedecek olana göstermek kurtuluş dilemektir…..

Evet demiş;


Şu kısa tarîkın evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır.

Yani bu tarik diye ifade ettiği yolda ki evrad yani okunacak şeyler mahiyet-i sünnetin hakikatı ile onlara ittiba etmek uymaktır yapmaktır..Farz olan ibadetleri yerine getirip,günahları terk ederek,namazı usulüne uygun tâdil-i erkân ile kılmak ve tarikat-ı Muhammediye ASM denilen ,habibin SAS yolunun virdi mübareki ve hakikati evradiyesi olan otuz üç Sübhanallah, Elhamdulillah, Allahuekber ile duadan sonrada otuz üç Lailaheillallah olan tesbihatı yapmaktır..demiş..
Adımları sıralarken;

Birinci hatvede ; Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.) âyeti işaret ediyor. 

İkinci hatveye ; Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi: 19.) âyeti işaret ediyor. 


Üçüncü hatveye ;Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.) âyeti işaret ediyor. 


Dördüncü hatveye; Her şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.) âyeti işaret ediyor.


Deyip;


Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki: 

Birinci Hatvede, Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.) âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Ma'bud-u Hakikinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, “”Nefsinin arzusunu kedisine ma'bud edinip onun her emrine uyan kimse. (Furkan Sûresi: 43.)”” sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. 
İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir. 

Rabbimiz İnsan nefsine koyduğu mutlak özelliklerinde olan acz ve fakrını bilmek hakikatine insanı davet ederken,kusurlu,noksan olan mahiyetini nazara verir..İnsan nefsinde bulunan kendini beğenmek ve kusursuz görmekte bir mana-i hakikatin gölgesi var..ama burada bahsedilen konuda nefsin kendi özelliğinde olan kusurunu ve acz ile fakrını bilerek kendini temize çıkarmaması emredilmiş…Hem insanın huy ve yaratılışında kendini nefsini sevmek var..hatta en evvel bizzat yalnız kendini sever,başka olan her şeyi nefsine feda eder kendinden başka kimseye kıymet vermez.Ve adeta nefsini uluhiyet sıfatlarıyla kendini kusur ve noksandan münezzeh,kusurdan uzak gibi görüp göstermek ister.Noksanlarını hatalarını görmek istemeyerek o eksiklikler kusurlar içerisindeki hallerini kendine layık görmez..kendine bağlılığı ve tapar derecesindeki sevgisiyle savunur müdafa eder…Yaratılışlına derc edilmiş o muhabbet ve marifet cihazlarını kendi nefsinin heves ve anlayış ve lezzetlerine sarf ederek tapılmaya layık görerek,Kendi nefsinin arzularına mağlup olur.kendini beğenir…


Bu mertebede tezkiyesi tathiri yani temizlenmesi, onu temize çıkartmamak, suçluluktan kusurdan uzak görmemektir…

İkinci Hatvede, Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi: 19.) dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevâli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek. 

Allah’ı unutmakla..vazifesinden gayrı düşmekle insan öyle bir kuyuya kendini atar ki bir daha oradan çıkması müşkülleşir…meğerki inayet devam ede merhamet yar ola inayet yol göstere…


Rabbimiz kulumun zannına göreyim buyurmuş..Kulum beni nasıl tanırsa onunla öyle muamele ederim söylemiş..Hem de tanımak ve sevmek nurlarına bir şevk verip gayrete müşevvik bir yol çizmiş…


Burada Allah’ı CC unutmak..O nisyan içinde unutmak yani Allah’ı unutmak gibi dehşetli bir nisyan içinde..hali mucibince muamele görmesi kaçınılmazdır…Unuttuğu için unutulmuşluk işlemine tabi tutulacaktır…hayata yaklaşımı bu pencereden olduğundan..sadece fena ve zevale onun dışındaki her şey olarak yaşamaya çalışır..Ölümü başkalarına taksim eder.Zevali üzerine alınmaz…İnsanda bulunan nefsin mertebelerinden olan nefsi emare..Yani kötülüğü ve vazifesizliği isteyen o mahiyetin,ücret ve zevk makamında kendini düşünmek mahiyetinin muktezasıdır..Bu makamda tezkiyesi tathiri temizlenmesi onun bu kendine meftun,kendinden başka bir şeyi görmeyen yanının karşılığında onun kendine gelmesi diyelim, arzu ettiği şeylerin tersini yapmak…Noksan ve kusurlarını kendinde bilmek..hayatı hakkı hayatıyla çözüp her şeye hikmet nazarıyla bakıp marifet nurlarının çoğalmasına çalışmalıdır…Nefsin unutulması gereken ücret gibi beklentilerde onu unutmaktır…


Üçüncü Hatvede, Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.) dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı, dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi,Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi: 9.)sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.

Bu ayet-i Kerime muazzam bir hakikati gösterir..Vücüdi olan yani var olan ortaya çıkartılan yaratılan gösterilen bir fayda ve madsada hizmet eden..mutlaka bir hedefi olan..hayata hizmetkar..neticeye hâdim.. sınırlı değil..ebed nuralarını içeren ,hayır güzellik namına bütün her şey Allah’tandır..Bütün iyilikler ondandır..Çünkü bunların meydana çıkması harici bir sebebe bağlı değildir..Allah güzeldir..Demek ki güzellik ondandır..Allah hakîm dir..demek hikmet ondandır..Allah Mahbup’tur..demek muhabbet ondandır gibi..İnsan ise bu icad edilmiş ve hayata ve hayata mazhar olanlara..mevcuda ve vucud bulanlara adilane ve hakîmane hikmet ile hâkimane, kontrolü gözeterek hâkimiyetle..Hakemiyetle ihkakı hak ederek..herşeye hak ettiği nisbetle layıkını mutlak bir ölçü içinde vererek bu alemde harekete cevelena devarana getiren hareketin içinde ..yanlış tercihler ve temaslar..Vazifesizlik ve bulaşıp bulaştırmaklarla bu harika hilkat neticelerini bozar…Dolayısıylada burada ki faaliyetinden de o mesuldür..Ortaya bir şey çıkarmamış,aksine var edileni tahrip etmişlir..O ulvi gayelere yolculuk eden kendi menfaati de içinde olan hadiselere müdahale ederek lehinde olan şeyleri aleyhine çevirmiştir…Rabbimiz kendi buyurduğu gibi..Allah kullarına zulm edici değildirEvet,buyurulduğu gibi; Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir.

Evet,nefsin mahiyetinde mücahede ile terakkisi için bir çok kendine ait olmayan,mahiyetlerini bilmekle asıl ..hüner ve ilim,kudret sahibi tanımak için kıyas kabilinden bulunan ölçücüklerle ona verilen bir çok hissiyat vardır.Onların yanlış kullanımıyla bir çok duygunun yönleri aslından döner ve olmayan bazı halleri kendinde var gibi gösteren hayali bir sahibiyet malikiyet kendinde vehmeder..Tahrip kolay olduğundan ..şerde elde ettiği neticeler ona kendinde bir kudret varmış gibi bir enaniyetli his tahsis eder..O bu şerde olan kabiliyetini her alanda tevehhüm ederek ..noksaniyetini ikmal etmek için adeta..karışmadığı hiçbir yer bırakmaz..


İnsanın noksanlığını bilip o gidermesi..menfaatli şeylere şevki için verilen faydalanmak meyilli hisleri nefsinde bazı mülahazalar kendince değerlendirmelerle yolunu şaşırır..İfade edildiği gibi..iyiliği kendinden bilmek ucba gururlanmaya girmek gibi…Mutlak kemal sahibine iade edilecek ..Yani,üstadımız” Arif” bir idraki mesnevide anlatırken;

"ya ilahi! hasenatım senin atandandır. seyyiatım da senin kazandandır. eğer atan olmasaydı helak olurdum" der.

Hem;

Ve keza, şuurî olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taallûk etmediğinden sâbit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni-i Zîşuurdur. Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın... Binaenaleyh, mâlikiyet dâvâsından vazgeç. Kendini mehasin ve kemâlâta masdar olduğunu zannetme. Ve kat'iyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü, sû-i ihtiyarınla, sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedirir; seyyiatın meksûbedir.Binaenaleyh, Mülk Onundur; hamd de Onadır; havl ve kuvvet ise ancak Ondandır. De..buyurmuş…

Evet bu üçüncü hatvede der ki;

Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir…

Emaneti bi hakkın kullanıp malikine teslim etmek üzere işlemek..acz ve fakrı ile ihtiyacı ve muhtaciyeti ile bir havl ve kuvvet ayinedarı olmasıdır..Ve o dünyevi ve uhrevi ihtiyaçları kendine verebilecek Rabbi Rahimine Hamd ile mukabele etmeli.Ezelden ebede her türlü hamd, şükür, övgü ve minnet Allah'a mahsustur.demelidir…

Evet,devamında demiş; 

Şu mertebede tezkiyesi,Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi: 9.)sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.

Yani onun mükemmel olması ..mükemmel olmadığını bilmekte..kudreti ise azi içinde..zenginliği ise Allah’a karşı olan fakrındadır bilmesidir demiş..yedici sözde geçtiği gibi;

Evet, emr-i Künfeye kün’e (Ol der olu verir yasin suresi 82)mâlik bir Sultan-ı Cihâna acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir?Söyleyerek iman ve tevekkül ile bu intisabın nasıl büyük bir istinad ve istimdat kaynağının nurlu bir dairesidir göstermiş…

Yirmi üçüncü sözden bir iktibasla diğer hatveye geçelim..Orada demiş;

İşte insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ve en nâzik ve nâzenin bir mucize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misâl-i musağğar sûretinde yaratmıştır. 
Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani,"Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım”gibi mânâlarla, insandaki sanat-ı Rabbâniye tezâhür eder. Demek, Sâniine intisabdan ibâret olan imân, insandaki bütün âsâr-ı sanatı izhâr eder. İnsanın kıymeti, o sanat-ı Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibâriyledir. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur. İfade edilmiş…

Dördüncü Hatvede, 
Her şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.)dersini verdiği gibi; nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder.

Evet;Bütün halk olunanlar helak olacaklar…Mevt inhilal ve inhirafla her şey aslına rucu edecek..Bir tek Allah bakidir..Ve ancak onun bekasıyla beka buluna bilir..Bekaya mazhar olanlar bakileşir…Nefsin mahiyetinde derc edilmiş kendini bizzat müstakil yani bağımsız bilmesi bizzat kendisinin varlığını kabul etmesi gibi hissiyatlarla kendine ait bir nevi Rablik iddia eder…Bu öyle bir güçlü his halini alır ki..demiş; Ma'buduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır.Kendi yaratanına karşı düşmanlık taşır..Çünkü kendini bağımsız bilmekle ortaya çıkan olmayan rububiyet..üzerinde onu gözleyen bir nazarı kabul etmez…Hem Uluhiyet ve Rubibiyetin birlik hassasiyetinin idraki için nefse takılmış bir hissiyattır..Yukarıda da söylenmişti yanlış kullanımıyla kendi başını belaya sokacak çok sorumlu ve uğursuz bir haldir…

“Bu hatvede geçen noktalar ve hakikatler Otuzuncu sözde yoğun bir şekilde ele alınmıştır..nefsin mahiyetinde olan enaniyet be onun ayinedarlığı gibi ciddi hakikatler en ince esrarına kadar ifade edilmiş…”

Evet bu düşmanca isyanı taşır..İşte eğer tezkiye ve terbiye edilmezse çok mesuliyetli neticelerde meydana getirmekle..bir tahripkar düşman kesilebilir…Her fırsatta bu zehrini kullanacak zeminleri arar..Enteresandır..İmanla küfrün ortası olmadığından nihayetsiz yükselmek ve alçalmak istidadı insanda bulunduğundan..bu düşmanlığı şuurla istimal edenler cinayetlerinden kolay vaz geçmiyorlar..Ve kalplerinin hak ve hakikati anlamaya karşı mühürlenmesi neticesinde ebediyen bu düşmanlıklarının karşılığını buluyorlar…O nedenle insan hatalarına karşı, kusurunu bilmekte onlara tövbe edip bir daha işlememek gayretinde bulunmalı ki bu vazifesizlikle kuvvetlenen düşmanlık hissiyatı günah penceresinden içeri girip..tövbesizlikle neticelenip bir adavet damarını güçlendirmesin..O nedenlede Tövbeye çokça davet edilir ki..insan bu noksanlık ve hatalarının ümitsizliği altında nefsine şeytanı dinlettirip..yeisle kendine helaket kapılarını açmasın..Allah Gafur Rahimdir der..O itiraf ve sığınma alemini ona açar ki..ziyan olmasın…

Evet;

Ma'buduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır.
İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki:

Diyerek üstadımız reçeteyi vermektedir; 

Her şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuddur, hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibâriyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur. 

Evet Herşey mânâ-i ismiyle fânîdir..yani; Bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsıyla geçicidir,yoktur,sonradan olmuş yaratılmıştır.Mevcud değildir.Ölüdür…
Fakatmânâ-i harfiyle.. yani;Birşeyin Yaratıcısına bakan, onu târif eden ve tanıtan mânâsıyla ve Sâni-i Zülcelâlin isimlerine ayinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle görendir görünendir şahitlik edendir var edip vucuda getirilmiştir..O cihette mevcuddur…Ayinedar olduğu Zat-ı Zülkemale mana-i harfiyle aldığı vaziyet..İsim ve sıfatlarına vazifedar mühim bir mahiyet olarak onu O’nun varlığında baki kılar..dediği gibi üstadımızın..Sermedi bir cemal zail geçici bir müştaka razı olmaz..Bakinin ayinesi bakidir…


Evvel mana-i ismiyle..kendi zatında aciz miskin olan insan vehmi olarak kendini kandırsa ve itimad edse ne kadar büyük bir neticeyi kaybeder..O süfliyat içinde mesuliyetini bedbaht ruhuna yükletir ve cehenneme gider gitmeden öncede o azabı çeker…

Evet üstadımız diyor ki;

Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakikiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve firâklar içinde bulunur, boğulur.

Kendine güvense Yaratanından gaflet etse o hakiki mücidini görmese kainat kadar bir karanlık içerisinde kalır..Oysa onun kendini var bilmesinde kendinde bir kudret tevehhüm etmesinde bir yokluk..kendini ise yok bilmesinde bir vücut nur vardır…Işık böceği çok harika bir misaldir..Hayata mazhar olmak adilane imtihan şartlarına karşı kabiliyetin cihazlanması demektir..İnsan gölgeler üzerinden asıllar alemine gidecek bazı fenerlerle yolculuğa çıkar..Cüz-i ilim ve cüz-i kudret külli olan ilim ve iradeye havl ve kuvvete işaret eden bazı lem’alardır..mana-i ismiyle ışığı o vücüda münhasır sınırlıdır..Işık böceği gibi..Kendinde bir nebze aydınlık olan o ışık..onu üstadımızın ifadesiyle kendinin dışında her şeyi karanlık içinde bırakan bir mahiyettir..İnsanda o numune hislerine güvense..bütün mevcudatı karanlık içinde bırakır ve o da o varlıklardan gafir başka bir yalnızlık hatta mevcudat kadar kalabalık ve manidar alemlerden yalnız kalır…

Evet diyor ki üstadımız;

Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, her şeyi bulur. 

İşte kendine güvenmeyi bıraksa..kendine mana-i harfiyle sahibi namına baksa..Nefsinin o nakıs ve küçük özellik ve ölçüleriyle onu ve bütün mevcudadı halk eden Rabbinin mükemmelliğine ayinedar bir özellik olduğunu derk etse anlasa ve görse..bütün mevcudatın varlığı kadar bir varlıklılık kazanır..Zira bütün mevcudat Halık-ı Küllişey’in isim ve sıfatlarının ayinedarları ve onu gösteren eserleridir..Mana-i harfiyle yaratıcısı namına bu alemle münasebet kuran bir insan kainatın yaratılışındaki asıl maksadı da bulmuş olur..O nimet-i keşf onu asıl Malik’inin Rızasına taşır..Onu bulan her şeyi bulmuş olur..Çünkü her şey onundur…dediği gibi üstadımızın hatta çok söylediğinden bir yerde ifade ettiği gibi;

Eğer Allah'ı buldunsa, bütün eşya senindir, gör. 
Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen, Onun mülkü senindir, gör. 

Evet Mesnevi-i Nuriye den şu münacat-ı harika ile bu dersimizi bitirelim;

İ'lem eyyühe'l-aziz! Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır. 
Feyâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetim, hâcetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem, fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re'sülmâlim, emellerimdir. Şefîim, Habîbin (aleyhissalâtü vesselâm) ve rahmetindir. Af eyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! Âmin. 



Evet Üstadımız bu hatime ile dersi hülasa ederek demiş;

Hatime


Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahâtı, hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur'ân'ın hikmetine dâir olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: 
Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü, dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikiye gider. 

Risale-i Nur mesleki hakikisinin yürüyüş adımlarını üstadımız zikrederken..Risale-i nur’u işaret ediyor..Bu ders için bu derse kadar olan dersleri örnek göstererek..Bu yol daha kısadır.Çünkü dört adımdır der..İnsanın aczi elini nefisten kendinden çekse..o aczi adeta kurtuluş bulur..kendi havl ve kuvveti aciziyetinden kurtulup Kadir-i Zülcelalin dergahına sonsuz bir kuvvet kapısına gider..İhtiyacın sonsuzluğu penceresinden o ebedi muhtaciyetin envaı onu ve alemini sonsuz ihsan itminan dairesinde istihdam eder…


Halbuki aşk..kendinden elini çeker fakat güzellik envalarının çeşitliliğinin çokluğundan başka şeylere mecazen o muhabbetini verebilir..Onun faniliği ve başka bir güzelliğin mir’atı olduğunu derketmekten sonra yüzünü mahbubu hakikiyesine dönebilir..Fakat aşkın mahiyetin bir muhabbet itminanı vardır..Yani bir nevi sekri bir hal olduğundan daire-i ihtiyaçta vaz edilen kudretin geniş levazım dairesini pek göremez..Vusulu sadece kalbi bazı hassalarla olduğundan çok tezahür eden esma ondan gizlenir..Dolayısıyla vasıl olsada vusulu nakıs olur…
Evet;

Hem, şu tarîk daha eslemdir. Çünkü, nefsin şatahât ve bâlâpervazâne dâvâları bulunmaz. Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin.

Hem bu yol daha selametli ve sağlamdır..Çünkü fikrin ve aczin kendinden geçip..o manevi sarhoşluklarla pervasız iddiaları bulunmaz..Çünkü nefsin mahiyeti acz ve fakrden mürekkep muhtaç bir mahiyettir…Risale-i nurdaki marifet müvazeneleri..Kul ile Seyidi ararsındaki münasebeti tesis eden haddi müessis dersleri bu hakikati gayet geniş edebi nezihanesinde ders vermektedir..bütün meselesi buna şahittir…değişik yerlerde izah edilmişliğine havale edilir…
Evet;

Hem, bu tarîk daha umumi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü'l-vücud gibi, huzur-u dâimî kazanmak için idâma mahkûm zannedip, “Ondan başka mevcut yoktur.” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü'ş-şuhud gibi, huzur-u dâimî için kâinatı nisyân-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip,” Ondan başka şahit olunan yoktur” demeye mecbur olmuyor.

Meşhur iki mesleğin meşreplerinin hak ve hakikate vasıl olmakta kullandıkları usulü burada kısaca beyan ederek..Dört adım ve daha sağlam dediği Kısa yolun en hulasa içeriğini ifade ediyor..

Belki idâmdan ve hapisten gayet zâhir olarak, Kur'ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudâtı kendileri hesâbına hizmetten azlederek, Fâtır-ı Zülcelâl hesâbına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimâl ederek, mânâ-i harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u dâimîye girmektir; her şeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır.

Evet denildiği gibi her şeyden Allah’a CC giden bir yol vardır…Mana-i harfi denilen hakikat Asa-ı Musa gibi her yerden marifet nurları keşfeden ab-ı hayat bir nazardır…

Elhâsıl, mevcudâtı mevcudât hesâbına hizmetten azlederek, mânâ-i ismiyle bakmamaktır.

Demiş…

Yedinci sözün sonundaki dua ile;



Allah'ım, kalplerimizi İmân ve Kur'ân nuruyla nurlandır. 
Allah'ım, bizi Sana muhtaç olduğumuzun şuuruyla zenginleştir; Senden müstağnî durma fakirliğine düşürme. Kendi güç ve kuvvetimizden teberrî ediyor, Senin havl ve kuvvetine sığınıyoruz. Bizi Sana tevekkül edenlerden kıl. Bizi nefsimizin eline bırakma. Bizi, koruyuculuğunla muhâfaza eyle. Bize ve erkek, kadın bütün müminlere merhamet et. Kulun, peygamberin, seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, masnuâtının melîki ve sultanı, inâyetinin gözbebeği, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisânı, rahmetinin timsâli, mahlûkatının nuru, mevcudâtının şerefi, mahlûkatının çokluğu içinde birliğinin kandili, kâinat tılsımının keşşâfı, rubûbiyet saltanatının dellâlı, hoşnut olduğun şeylerin tebliğ edicisi, gizli isimlerinin tanıtıcısı, kullarının muallimi, âyetlerinin tercümânı, rubûbiyet güzelliğinin aynası, şuhud ve işhâdının medârı, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin habîbin ve resûlün olan Efendimiz Muhammed'e, onun bütün âl ve ashâbına, kardeşleri olan diğer peygamber ve resûllere, melâike-i mukarrebîne ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle.
âmin. 

El Fatiha…….

4.5.18

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( HABİB-İ EKREM A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

176 - *HABİB-İ EKREM* *(A.S.M)*

Anlamı: Allah’ın C.C.. Lütuf ve cömertliği çok olan sevgili kulu Hz. Muhammed (A.S.M.)

… Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere muktedâ ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Lem’alar

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

*Bismillâhirrahmânirrahîm*

Arkadaş! Âlem-i bekaya delâlet eden berâhinden maadâ, arkasında saflar teşkil edip dualarına bir ağızdan “Âmin! Âmin!” söyleyen enbiya, evliya, sıddikîn imamları, Mahbub-u Ezelînin Habib-i Ekremi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın tazarruatı, duaları, âlem-i bekada insanın bekasına pek büyük burhan ve kâfi bir vesiledir. Çünkü, kâinatı serâpâ istilâ eden şu hüsünler, güzellikler, cemâller, kemâller, o Habibin tazarruatını işitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, kusur, naks addedilecek birşeye müsaade eder mi? Cenâb-ı Hak bütün nekaisten, çirkin şeylerden münezzeh, müberrâ değil midir? Elbette münezzehtir.  Mesnevi-i Nuriye

Yâ Rab! Habib-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hürmetine ve İsm-i Âzam hakkına, şu risaleyi neşredenlerin ve rüfekasının kalblerini envâr-ı imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-ı Kur’âniyeye naşir eyle ve onlara sırat-ı müstakimde istikamet ver. Âmin………… Said Nursî R.A

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

TAZARRU VE NİYAZ:

 İlâhî! İki dünyanın hayatı elimden kaçsa ve bütün kâinat düşman kesilip beni terk etse, benim yine gam çekmemem gerekir; çünkü Sen benim Rabbim ve Hâlıkım (Yaratıcım) ve İlâhımsın. Ve benim, nihayetsiz isyanımla ve sair şeref vesilelerine gayet derecede uzaklığımla beraber, Senin mahlûkun ve masnuun (san’at eserin) olmam sebebiyle, bir taallûk (ilgi) ve intisap (bağ) cihetim var. İşte, ben de, Senin mahlûkunun lisanıyla Sana tazarru ve niyazda bulunuyorum; ey Hâlıkım; ey Rabbim; ey Râzıkım (Rızık Vericim) ve ey Musavvirim!

Ey İlâhım, Esmâ-i Hüsnân hürmetine, İsm-i Âzamın hürmetine, Furkan-ı Hakîmin hürmetine, Habib-i Ekremin hürmetine, Kelâm-ı Kadîmin hürmetine, Arş-ı Âzamın hürmetine, milyonlar “Kul hüvallahü ehad” ile, bana merhamet etmeni istiyorum; ey bütün kemal sıfatların sahibi ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah; ey iyi kötü, dost düşman ayırt etmeden yarattığı bütün varlıklara rızıklarını yetiştiren Rahmân; ey eserlerinde sonsuz rahmetin en lâtif cilvelerini gösteren sınırsız şefkat sahibi Hannân; ey bitmez tükenmez ikramlarıyla ve nimetleriyle, varlıkları terbiye edip besleyen Mennân; ey kullarının küçük büyük her türlü amellerinin karşılığını hiç zayi etmeden hakkıyla veren Deyyân.

Beni bağışla; ey fazl ve ihsânıyla, her türlü günahları çok çok bağışlayan Gaffâr; ey ayıp ve kusurları örten ve çirkinlikleri perdeler altında saklayan Settâr; ey işlediği günahlardan pişman olanların tevbelerini daima kabul eden Tevvâb; ey her varlığa tükenmez rahmet hediyelerinden lâyık olduğu ihsanı veren Vehhâb.

Beni affet ey yarattığı varlıkları çok seven ve onlara da Kendisini her vesileyle sevdiren Vedûd; ey her bir canlıya hususî şefkat ve ihsanı olan ve onlar üzerinde iltifatının incelikleri görünen Raûf; ey her türlü kusur ve günahları bolca affeden Afüvv; ey bütün günahları bağışlayan Gafûr.

Bana lütufta bulun; ey varlıkları nazik ve lâtif güzelliklerle yaratıp onlara lütufta bulunan ve ilmi her şeyin bütün inceliklerine nüfuz eden Lâtif; ey bütün varlıkların küçük büyük, gizli açık her hâlinden her an haberdâr olan Habîr; ey her şeyi, gizli açık bütün sesleri ve yapılan bütün duaları işiten ve varlıklara işitme kàbiliyeti veren Semî’, gizli ve açık her şeyi bütün incelikleriyle gören ve varlıklara da görme kàbiliyeti ve basîreti ihsan eden Basîr.

Günahlarımı sil; ey zâlim ve isyancıları hemen cezalandırmayıp yumuşaklıkla muâmele eden, tevbe etmeleri için onlara fırsat tanıyan Halîm; ey gizli açık, küçük büyük her şeyi hakkıyla bilen ve ilmi, ezelden ebede her şeyi kuşatan Alîm; ey bütün canlıları çeşitli duygularla donatıp sayısız rahmet meyvelerini ve nimetlerini önlerine seren ve iyiliği bol olan Kerîm; ey rahmeti her şeyi kuşatmakla birlikte imanlı kullarına hususî ihsan ve şefkatte bulunan Rahîm.

Bizi yolun doğrusuna ilet; ey kâinattaki her bir varlığın bütün ihtiyaçlarını giderip onları bizzat terbiye eden ve hiçbir vezir ve yardımcısı olmayan ve asla öyle bir şeye ihtiyacı da bulunmayan Rab; ey kâinattaki her şey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye asla muhtaç olmayan Samed; ey varlıkları yaratılış gayelerine sevk eden ve dilediğine doğru yolu gösteren Hâdî.

Fazlınla bana cevâdâne (cömertçe) ihsanlarda bulun; ey kâinatı hiçten ve benzersiz bir şekilde yaratıp bin bir isminin tecellileriyle süsleyen Bedî'; ey bütün isimleri, sıfatları ve zâtı ile ebediyen var olan ve yok olması asla mümkün olmayan Bâkî; ey kâinatı ince hesaplarla yaratan, her varlığın bütün ihtiyaçlarını adaletle veren ve haksızları cezalandırıp iyileri de mükâfatlandıran Adl; ey Hû.

Kalbimi ve kabrimi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır; ey sonsuz nuruyla bütün kâinatı nurlandıran ve isimlerinin tecellisiyle her şeyi aydınlatan Nûr; ey varlığında hiçbir şüphe bulunmayan ve varlıkların dayandıkları hakikat, Zâtının sıfât, isim ve fiillerinin tecellisi olan Hak; ey varlıklara hayat verip canlandıran, Kendi hayatı ise zâtî, ezelî ve ebedî olan Hayy; ey bütün varlıkları düzenli ve daimî bir şekilde ayakta tutan; fakat Kendi varlığı hiçbir varlığa bağlı olmayan Kayyûm; ey ezelden ebede kadar kâinattaki her şeyin yegâne sahibi ve mâliki olan Mâlike’l-Mülk; ey celâl ve ikram sahibi; ey her şeyin aslını ve başlangıcını ezelî ilmiyle tespit eden ve Kendisinden önce hiçbir şey var olmayan Evvel; ey her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve sonu gelen varlıkların neslini tohum ve çekirdek gibi hülâsalarla tanzim eden ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî kalan Âhir; ey her şeyin dış yüzlerini çeşitli cihazlarla ve ince nakışlarla süsleyerek fevkalâde mükemmel ve güzel yaratan ve bütün varlıklarda ilim, irade, kudret, rahmet gibi sıfatlarının ve varlık ve birliğinin işaretleri açıkça görünen Zâhir; ey bütün varlıkların içyüzlerini ve bilhassa canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işleten ve her şeyin içine esmâsıyla nüfuz eden Bâtın; ey her türlü âcizlik ve zayıflık alâmetlerinden münezzeh olan yegâne kuvvet ve kudret sahibi Kavî; ey kudreti her şeye yeten ve Kendisine hiçbir şey ağır gelmeyen Kàdir; ey herşeyin sahibi ve dostluğu pek güzel olan Mevlâ, ey her türlü kusur ve günâhı affeden Gâfir; ey merhamet edicilerin en merhametlisi olan Erhamü’r-Râhimîn.

Kur’ân’daki İsm-i Âzamın hürmetine ve kitab-ı âlemdeki sırr-ı âzamın olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hürmetine, güzel isimlerinden, bu sayfayı sanki kabrimin tavanı yapıp, bu esmâyı da ruhuma şems-i hakikatten şualar saçan pencere haline getirecek şekilde, kalbime ve kalıbıma ve kabrimde ruhuma İsm-i Âzamın nurlarını saçan pencere yapmanı istiyorum.

İlâhî, dilerim ki, ebedî bir lisanım olsun da, kıyamete kadar bu isimlerle nidâ etsin. İşte, ardımda bâki kalan bu nakışları, benim fâni ve zâil lisanımın yerine bir nâip olarak kabul eyle.

Allahım, Efendimiz Muhammed’e öyle bir salât ve selâm et ki, o salât ile bizi bütün korku ve âfetlerden kurtar, bütün hâcetlerimizi gider, bizi bütün günahlardan temizle, bütün günah ve hatâlarımızı bağışla.

Ey bütün kemal sıfatların sahibi ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah; ey duâ ve ihtiyaçlara cevap veren Mücîbe’d-Daavât! Hayatım boyunca ve öldükten sonra, her an bu dileklerimi kat kat fazlasıyla ver!

Bir milyon salât ve selâm, bir o kadarla çarpımından çıkan netice ve bunun da kat katı, Efendimiz Muhammed’e, Onun Âl, Ashab, Ensar ve tabîlerine olsun! Bu salâvatların her birini, benim ömür günlerimdeki günahkâr nefeslerim sayısınca çoğalt! Bu salâvatların her birisi hürmetine beni affeyle, bana merhamet et. Bunu rahmetinle ihsan eyle; ey merhamet edicilerin en merhametlisi olan Erhamü’r-râhimîn! Âmin!

Mesnevi-i Nuriye /Habbe Dua Tercümesi

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( SULTAN-ÜL EVLİYA A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

175 - *SULTAN-ÜL EVLİYA* *(A.S.M)*

Anlamı: Bütün velilerin sultanı olan Hz. Muhammed (A.S.M.)

İşte, Cenâb-ı Hakkın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâsının bütün merâtipleri ve bütün faziletleri hakikî kemâlât olduklarından, bizzat sevilirler; mahbûbetün lizâtihâdırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habîb-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelâl, hakikî olan kemâlâtını ve sıfât ve esmâsının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder.

Hem o kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san’atını ve masnuatını ve mahlûkatının mehâsinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve Evliyasını, hususan Seyyidü’l-Mürselîn ve Sultanü’l-Evliya olan Habîb-i Ekremini sever. Yani, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi olan Habîbini sever. Ve kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habîbini ve ihvânını sever.

Ve san’atını sevmesiyle, o san’atın dellâl ve teşhircisi olan o Habîbini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuata karşı “Maşaallah, bârekâllah, ne kadar güzel yapılmışlar!” diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habîbini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlûkatının mehâsinini sevmesiyle, o mehâsin-i ahlâkın umumunu câmi’ olan o Habîb-i Ekremini ve onun etbâ ve ihvânını sever, muhabbet eder…….. Sözler

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

*Bismillâhirrahmânirrahîm*

… Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak:

Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün Evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.  Sözler

… Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın miracı, onun seyr ü sülûküdür, onun ünvan-ı velâyetidir.

Ehl-i velâyet, nasıl ki seyr ü sülûk-i ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecât-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.

Öyle de, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, değil yalnız kalbi ve ruhuyla, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letâifiyle, kırk seneye mukàbil kırk dakikada, velâyetinin keramet-i kübrâsı olan Miracı ile bir cadde-i kübrâ açarak hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mirac merdiveniyle Arşa çıkmış, Kàb-ı Kavseyn makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billâh ve iman-ı bil’âhireti aynelyakîn, gözüyle müşahede etmiş, Cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Miracın kapısıyla açtığı cadde-i kübrâyı açık bırakmış.

Bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Miracın gölgesi içinde gidiyorlar…  Sözler

… Senin büyük evliyalarının hepsini şahit tutarız; Senin bütün yüksek asfiyalarını şahit tutarız; Senin had ve hesaba gelmez kâinatta bulunan âyetlerinin hepsini şahit tutarız; Senin yaratılışta birbirine benzeyen bütün süslü, ölçülü ve ahengli san’at eserlerini şahit tutarız; kendileri âciz, donuk ve câhil oldukları halde Senin havl ve kuvvetinle ve emir ve izninle pek şaşırtıcı ve düzenli görevleri kaldıran bütün kâinat zerrelerini şahit tutarız; basit ve cansız zerrelerden yapılan çeşitli, düzenli, kusursuz ve san’atlı sınırsız mürekkebatın hepsini şahit tutarız; hayat maddeleri sonsuz derecede karışıklık içinde olduğu halde sonsuz derecede birbirinden ayrılmakla ve birdenbire birbirinden ayırd edilerek gelişip serpilen iç içe girmiş varlıkların bütün bileşenlerini şahit tutarız; peygamber ve evliyanın sultanı, mahlûkatının en faziletlisi ve engin mucizelerin sahibi olan Habib-i Ekremini -salât ve selâmın en üstünü onun ve âlinin üzerine olsun- şahit tutarız; apaçık âyetler ve nurlu burhanlar ve açık deliller ve parlak nurlar sahibi Furkàn-ı Hakîmini şahit tutarız; ve hepimiz birden şehadet ederiz ki:

Sen varlığı zorunlu Vâcibü’l-Vücud, birliği bütün kâinatta tecelli eden Vâhid, her bir varlıkta birliği görülen Ehad, fertlerde ve kâinatta birliğinin tecelli etmesiyle koca kâinatı bir şehir gibi birlik ve bütünlük haline getiren Ferd, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde bütün varlıklar Kendisine muhtaç olan Samed, hayatı ezelî ve ebedî olan ve varlıklara hayat veren Hayy, bütün varlıkları düzenli bir şekilde ayakta tutan, fakat Kendi varlığının devamı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Kayyûm, herşeyi bilen Alîm, her işi hikmetle yapan Hakîm, herşeye gücü yeten Kadîr, dilediğini yapan Mürîd, bütün sesleri, fısıltıları ve duaları işiten Semî’, herşeyi gören Basîr, Rahmeti herşeyi kaplayan Rahmân, her bir varlıkta özel rahmeti tecelli eden Rahîm, her işi adalet ve dengeyle gören Adl, yaratacağı varlıklar üzerinde küllî hükmünü verip herşeyi ona göre yaratan Hakem, dilediğini yapmaya gücü yeten Muktedir ve yarattığı varlıklarla konuşan Mütekellim olan Allah’sın ve bütün güzel isimler Sana âittir.

Yine şehadet ederiz ki, Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Sen birsin; ortağın yoktur. Senin herşeye gücün yeter ve herşeyi hakkıyla bilirsin. Yirmi Dokuzuncu Lem'a / Dördüncü Bab Tercümesinden

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

… Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranîlerin vücutlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları suretinde sana göründüğü için, o âleme gitmeye tevahhuş, tedehhüş değil, belki bilâkis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz.

Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşâhir-i insaniyeye muhabbeti nev’inden olsa, o kâmil insanların fenâ ve zevâllerini ve mazi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder.

Yani, “Öyle kâmilleri çürüten bir mezara ben de gireceğim” diye düşünür, mezaristana endişeli bir nazarla bakar, ah çeker. Evvelki nazarda ise, cisim libasını mazide bırakıp kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde kemâl-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârâne bakar. Sözler

… Enbiya ve Evliyaya Kur’ân’ın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi, o enbiya ve evliyanın şefaatlerinden berzahda, haşirde istifade etmekle beraber, gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.Evet “Kişi sevdiğiyle beraberdir.Hz.Muhammed A.S.M)” sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âli-makam bir zâtın tebaiyetiyle girebilir……….. Sözler

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünya hayatını güzelleştiren esbabdan biri, dünya ayinesinde temessül ile parlayan hidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsalleridir. Evet, müstakbel, mâzinin ayinesidir. Mâzi berzaha, yani öteki âleme intikal ve inkılâp ettiğinde, suretini ve şeklini ve dünyasını istikbal ayinesine, tarihe, insanların zihinlerine vedia ediyor. Onlara olan mânevî ve hayalî muhabbetleriyle dünya muhabbeti tatlı olur. Meselâ, arkadaşlarının ve akrabasının timsallerini ve Fotoğraflarını hâvi büyük bir ayineyi yolunda bulan bir adam, şark cihetine giden adamların memleketlerine gidip onlara iltihak etmek için çalışmayıp da, o ayinenin içindeki timsallerle uğraşır, muhabbet eder. İşte bu adam gafletten ayıldığı zaman, “Eyvah, ne ediyorum? Bunlar şarap değil, seraptır. Bunlarla uğraşmak azb değil azaptır” der, arkadaşlarına yetişmek üzere şark seferine tedarikâtta bulunmaya başlar. Mesnevi-i Nuriye

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( MEB'US-U ÂLEM A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

174 - *MEB'US-U ÂLEM* *(A.S.M)*

Anlamı: Bu âleme gönderilen, âlemin vekili olan Hz. Muhammed (A.S.M.)

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

*Bismillâhirrahmânirrahîm*

Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin. İsrâ Sûresi, 17:44.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi ebediyen, dâima üzerinize olsun.

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim; Evvelâ: Medresetü’z-Zehra erkânlarının arzularıyla verilen bir dersin bir hülâsasını sizlere de söylemeyi münasip gördük. O dersin mevzuu da, umum kâinat mevcudatı hesabına Mirac gecesinde, Fahr-i Kâinat ve Netice-i Hilkat-i Âlem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, huzur-u İlâhîde nev-i beşerin, belki umum zîhayat, belki umum mahlûkat namına, selâm yerinde, “Bütün tahiyyeler, bütün mübarek şeyler, bütün salâvat ve duâlar ve bütün kelimat-ı tayyibe Allah’a mahsustur.” demesi; ve içinde bir küllî mânâ bulunduğundan bütün ümmet hergün çok defa namazlarında zikretmesi ile; ve ehl-i iman içinde, herbir mertebe sahibinin bir hissesi içinde bulunduğu; ve bundan evvel Hüve Nüktesinin haşiyesinde, radyo vasıtasıyla hava unsurunun harika mu’cizât-ı kudreti göstermesi cihetinde kalbe ihtar edildi ki: “Bir ehl-i iman, ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi netice verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdetâ kendi hususî dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi, kendi hususî dünyası kadar bir mükâfat alacağı işârât-ı Kur’âniyeden anlaşılır” diye, Hüccetü’z-Zehra’nın ikinci makamında, ilm-i İlâhî mebhasinde “Tesbihler, hayat hediyeleri, fıtrî ibadetler; mübarek şeyler, tebrik ve berekete sebep olan yaratıklar” ilâ âhire’nin küllî mânâları ruhuma gelip, öylece teşehhüdde; “Tesbihler, hayat hediyeleri, fıtrî ibadetler.” derken, birden hayalime hususî dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil oldular. Herbir dil, milyarlar, hattâ trilyonlar, katrilyonlar adedince  “Bütün tahiyyeler, bütün mübarek şeyler, bütün salâvat ve duâlar ve bütün kelimat-ı tayyibe Allah’a mahsustur.” kelimelerini lisan-ı hal ile söylüyorlar; hayalen gördüm.

Bu unsurlardan “toprak” unsuru bir dil olarak, bütün zîhayatların herbiri bir kelime-i zîhayat olup “Tesbihler, hayat hediyeleri, fıtrî ibadetler.” derler. Çünkü herbir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe olabilir bir vaziyettedir. O halde, herbir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince mânevî küçücük mikyasta fabrikalar herbir avuç toprakta bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız... Veyahut bir Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak. Demek toprak unsuru, bütün eczasıyla ve zerratıyla bu mazhariyet için hadsiz “ettayyibatilillah” der.Yani, ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda hastır.

Sonra herkesin hususî dünyasındaki gibi, benim de hususî dünyamın ikinci unsuru olan “su” unsuru dahi, küllî bir lisan olarak bütün zerratıyla, hususan zîhayatların menşelerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında, trilyonlar, katrilyonlar adedince “ el mübarekatü ” kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor. Çünkü, suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acip ve güzel ve harika o küçücük mahlûkların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile “Bârekâllah” dediren ve hadsiz “Bârekâllah, mâşaallah” dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri, o su unsurunun herbir zerresinin binler Eflâtun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise, suyun zerratı adedince muhaldir. Öyleyse, bir Kadîr-i Zülcelâlin ve bir Rahmân-ı Rahîmin hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o mübareklerin, o hadsiz mu’cizâta mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince “el mübarekatü “kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlûkat namına, Miraç gecesinde, Netice-i Hilkat-i Âlem olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, “el mübarekatü lillah “ demiş. Yani, bütün bu medar-ı tebrik ve mâşaallah ve barekâllah dediren bütün hâletler ve san’atlar Zat-ı Zülcelâlin kudretine mahsus olduğundan, bütün o hadsiz “el mübarekatü lillah “ları Cenâb-ı Hakka huzuru ile hediye ediyor.

Sonra, herkesin hususî dünyasındaki “hava” unsuru dahi bir hüve kadar, herbir avuç havadaki herbir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkılelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden “esselavatülillah” cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için, hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar, belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sânilerine, Hâlıklarına takdim ettiklerinden, onların namlarına o küllî mânâ ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenâb-ı Hakka “esselavatülillah” diye takdim etmiştir. Yani, “Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı Külli Şeye mahsustur.”

Çünkü Hüve Nüktesinin haşiyesinde denildiği gibi, ya, hüve kadar bir avuç havanın herbir zerresi, umum dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın uzak herşeyi işitecek ve her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlaka ve irade-i tâmmeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhal olmasından, elbette ve elbette şüphesiz ve kat’î bir zaruretle, o zerrelerin herbiri, Sâni-i Hakîmi bütün sıfâtıyla gösterip şehadet eder. Âdeta küçük bir mikyasta, âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.

Demek zerrat-ı havaiye adedince salâvatları ifade eden, Mirac-ı Ahmedîde Aleyhissalâtü Vesselâm“esselavatülillah” denilmiştir.

Sonra “ettayyibat “kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden “nar” ile “nur” unsuru, yani hararetli ve hararetsiz maddî ve mânevî nur unsuru bir küllî dil olarak, hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile, hadsiz dillerle “ettayyibatülillah”diyor.

Yani, bütün güzel sözler, güzel mânâlar, harika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnânın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlûkatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş’et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler “Güzel sözler Ona yükselir.” Fâtır Sûresi, 35:10. sırrı ile Arş-ı Âzam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç adet yüzünden gayet güzel olan esmâ-i İlâhiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler; ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve mânevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla, Ezel-Ebed Sultanı Kadîr-i Zülcelâle mahsustur diye, nar ve nur unsurunun bu küllî diliyle bu küllî ubudiyeti, Mâbud-u Zülcelâle takdim etmek mânâsında olarak, Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm, umum mahlûkat hesabına “ettayyibatülillah” demiş.

Çünkü maddî ve mânevî nur unsuru, mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber, hem ayrı ayrı Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda işaret ve şehadet ettikleri milyarlar nümuneleri var.

Evet, nur ve nar unsuru toprak, hava ve mâ unsurları gibi gayet kat’î ve bedihî ve zarurî bir surette o nümunelerle gösteriyor ki, bütün esbap yalnız bir perdedir. Bütün icatlar ve tesirler Zât-ı Kadîr-i Zülcelâlindir. Çünkü, nur, aynen vücut ve hayat gibi, kudret-i İlâhiyenin perdesiz, bizzat mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zahirî hiçbir cihette perde olmadığından, vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gayet cüz’î ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder ki, Hüve Nüktesi haşiyeleriyle bunu gayet kısaca ispat ediyor. İşte milyarlar nümunelerinden iki küçük nümunesinden:

Birisi: Mânevî nurun, ilim sûretinde beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’îsi, tırnak kadar kuvve-i hafızaya malik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hafızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen mânâları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları, o tırnak kadar kuvve-i hafızanın sahifesinde, istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcut ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.

İşte bu tırnak kadar kuvve-i hafızanın, bahr-i umman gibi bir vüs’ati ve güneş gibi bir ihatalı nuru ve bir ziya-yı mânevîsi ve zemin yüzü kadar geniş sahifeleri olmazsa bu hal olamaz. Bu ise yüz binler derece muhal muhal içinde ve imkânsız olduğundan, elbette ve elbette bu küçücük tırnak kadar hafıza, Levh-i Mahfuz bir sahife-i kader ve kudreti olan Alîm-i Mutlakın, ilim ve hikmet ve kudretiyle, o Levh-i Mahfuzun bir nümunesini beşerin kafasında halk eylemesine kudsî bir şehadet eder.

İkinci cüz’î ve küçücük bir nümunesi: Elektriktir. Bir adam, elektrik lâmbasının acip vaziyetini tetkik etmiş. Bakıyor ki, yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki ve demir ve ip tellerdeki zerreler ve maddeler camid, şuursuz, hareketsiz oldukları halde, yalnız gayet cüz’î bir temas neticesinde, on kilometre yeri dolduran karanlık derhal gider ve yerini, yarım saniyede dolduran bir nur vücuda gelir. Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması ve yine gözle görünen o zulmet kadar nurun vücuda gelmesi elbette bir hayal değil.

Ya o temas eden camid, şuursuz zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber, birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip nurları dolduracak. Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyunlar toplansalar, bunu bir sofestaîye de kabul ettiremezler. (HAŞİYE : Yalnız aldatmak için bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlere bir isim takip güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Meselâ; “Bu elektrik kuvvetiymiş” deyip, o ince ve derin hakikati ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Halbuki, kudretin o mu’cizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde, birtek isim takmakla, o hakikati ve o küllî hikmeti gizleyip, gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek, o mu’cizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip, Ebu Cehil’den daha echel bir dereceye düşüyorlar. İşte, İrade-i İlâhiyenin nâmuslarının ünvanları olan âdetullah kanunlarının birisine beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine “elektrik” namını verip, tenvirdeki harika mu’cize-i kudreti âdileştirmekle ve malûm birşeymiş gibi “elektrik kuvveti” diye bir isim takmakla, bunun gibi çok harikulâde mu’cizât-ı Kudret i İlâhiyeyi cahilâne âdileştiriyorlar.)

Veyahut bütün kâinata hükmü geçen ve bütün nurlar, onun Nur isminden feyz alan ve Nure’n-Nur ve Hâlıka’n-Nur ve Müdebbire’n-Nur olan Kadîr-i Zülcelâlin ve Allâmü’l-Guyûbun ve Alîm-i Mutlakın kudretiyle ve hikmetiyle olacak. İşte bu iki nümuneye kıyasen hadsiz nümuneler var.

İşte “ettayyibatülillah” bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemâlâtları Zât-ı Zülcelâle nur unsuru diliyle kâinat takdim ettiği gibi, netice-i hilkat-i kâinat ve sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi, namlarına mebus olduğu kâinattaki bütün mevcudat hesabına, Miraç gecesinde o küllî mânâ ile “ettayyibatülillah” demiş.

Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm biadedi zerrâti’l-enâm) bu dört kelimât-ı cemileyi selâm yerinde söyledikten sonra -Risâle-i Nur’da izah edildiği gibi- Cenâb-ı Hak “Ey Peygamber, Allah’ın selâmı üzerine olsun.” demesiyle, bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve mânevî emir ve ferman ve kabul hükmünde mukabele etmiş.

Birden Peygamber “Bize ve Allah’ın salih kullarına selâm olsun.” demekle, o kudsî selâmı hem kendine, hem ümmetine, hem bütün kendinden evvelki emsallerine tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip, bütün mahlûkatın meb’usu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş…………………….Emirdağ Lahikası

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

… Ümmeti ise her namazda “Ey Peygamber, Allah’ın selâmı üzerine olsun.” demeleri, o selâm-ı İlâhîdeki emir ve fermana bir imtisaldir. Hem ona karşı biat etmektir. Ve hergün biatını, yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdit ve tazelemektir. Hem, risaletini bir tebriktir. Hem, umum âlem-i İslâm hergün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.

Evet, her insan, kendi vücudunun mahvolmasıyla müteellim olduğu gibi, hanesinin harap olmasıyla da elem çekiyor. Ve vatanının bozulmasıyla gayet müteessir oluyor. Ahbabının firak ve vefatıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususî dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, mânevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.

İşte, aklı başında herbir adam ruhsuz, kalbsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın Mirac gecesinde gözüyle gördüğü saadet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i imanın Cennetteki hayat-ı bakiyesinin beşaretini ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, mânevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm hergün çok defa “Ey Peygamber, Allah’ın selâmı üzerine olsun.” dediği gibi, onun da getirdiği hediye-i mâneviyesiyle, hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına, hem mahlûkatın hakikî kıymetleri ve kemalâtları onun risaletiyle tezahür etmesine mukabil, bütün mahlûkat mânen Ey Peygamber, Allah’ın selâmı üzerine olsun.” u mezkûr hakikatin lisanıyla derler.

Ve ümmet mabeyninde şeâir-i İslâmiyeden olan birbirine Es-Selâmü Aleyküm demeleri sünnet olması, bu büyük hakikatin şuaı olmasındandır.

Bâkî olan sadece Odur.

Emirdağ Lahikası / Said Nursî

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( EŞREF-İ MAHLÛKAT A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

173 - *EŞREF-İ MAHLÛKAT* *(A.S.M)*

Anlamı: Mahlukatın en eşrefi, yaradılmışların en şereflisi olan Hz. Muhammed (A.S.M.)  

.. Bu Kâinat Sahibinin tezahür-ü rububiyetine ve sermedî ulûhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubûdiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu kâinatta güneşin lüzumu gibi elzemdir ki, nev-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük peygamberi (a.s.m.) ve Fahr-i Âlem ve “Eğer sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.” Hadîs-i Kudsî..  hitabına mazhar ve hakikat-i Muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kâinatın hakikî kemâlâtı ve sermedî bir Cemîl-i Zülcelâlin bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli ef’âlinin vazifedar eserleri ve çok mânidar mektupları olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatleri, hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) ve risalet-i Ahmediye ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kâinat onun risaletine gayet kuvvetli ve kat’î şehadet eder; öyle de, başta âlem-i İslâm, bütün beşer ve bütün zîşuur, Cehennemden acı ve korkunç olan ademden, hiçlikten, idam-ı ebedîden, fena-yı mutlaktan kurtulmak için, daimî aşk ve şevkle her zamanda ve câmi’ mâhiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat lisanlarıyla bütün dualar ve ibadetler ve ricalarının dilleriyle istedikleri hayat-ı bâkiyeyi kuvvetli, kat’î beşaret veren risalet-i Ahmediye (a.s.m.) ve hakikat-i Muhammediyeye (a.s.m.) şehadet edip nev-i beşerin medâr-ı iftiharı, Eşref-i mahlûkat olduğuna imza bastığı gibi, her zamanda üç yüz elli milyon ehl-i imanın “Bir şeye sebep olan onu yapan gibidir”..  sırrınca, hergün işledikleri bütün hasenatlar ve hayırların bir misli Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın defter-i hasenatına girmesi ve o tek şahsiyet-i Muhammediye (a.s.m.), yüzer milyon, belki milyar âbid-i muhsin kadar küllî bir ubudiyete ve füyuzâtına mazhar bir makam kazanması, o zâtın risaletine pek kuvvetli şehadet edip imza basar.

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

*Bismillâhirrahmânirrahîm*

Hem meselâ, Asâ-yı Mûsâ gibi çok hikmetleri ve faideleri bulunan kıssa-i Mûsâ’nın (a.s.) ve sair enbiyanın kıssalarını çok tekrarında, risalet-i Ahmediyenin hakkaniyetine bütün enbiyanın nübüvvetlerini hüccet gösterip, “Onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risaletini hakikat noktasında inkâr edemez” hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, herbir uzun ve mutavassıt sûreyi birer küçük Kur’ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-ı imaniye gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki mukteza-yı belâğattır ve hâdise-i Muhammediye, bütün benî Âdemin en büyük hadisesi ve kâinatın en azametli meselesi olduğunu ders vermektir.

Evet, Kur’ân’da Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla Lâ ilâhe illâllah rüknüne denk tutulan Muhammedun Resulullah ve risalet-i Muhammediye kâinatın en büyük hakikati ve Zât-ı Ahmediye bütün mahlûkatın en eşrefi ve hakikat-i Muhammediye tabir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatine dair pekçok hüccetleri ve emareleri, kat’î bir surette Risale-in Nur’da ispat edilmiş.

Binden birisi şudur ki: Es-sebebu ke’l-fâil düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nurla nurlandırması, değil yalnız cin, ins, melek ve zîhayatı, belki kâinatı, semâvât ve arzı minnettar eylemesi ve istidat lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanâtın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle, milyonlar, belki ruhanilerle beraber milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan sulehâ-yı ümmeti hergün o zâta salât ve selâm ünvanıyla rahmet duaları ve mânevî kazançlarını en evvel o zâta bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur’ân’ın üç yüzbin hurufunun herbirisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden, yalnız kıraat-i Kur’ân cihetiyle defter-i a’mâline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o zâtın şahsiyet-i mâneviyesi olan hakikat-i Muhammediye istikbâlde bir şecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacağını Allâmü’l-Guyûb bilmiş ve görmüş, o makama göre Kur’ân’ında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyyesine ittibâ ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır. 

İşte Kur’ân’ın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i mâneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder-meğer maddiyyunluk tâunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına müptelâ ola!

Bazen insan, göz hastalığından dolayı güneş ışığını inkâr eder. Ağız da hastalıktan dolayı bazen suyun tadını alamaz.  Mesnevi-i Nuriye

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmaması muhal olduğu gibi, kendisini insanlara bildirip târif etmemesi de muhaldir. Çünkü, insan, Mâlikin kemâlatına delâlet eden âlemin hüsnünü görüyor. Ve kendisine beşik olarak yaratılan küre-i arzda istediği gibi tasarruf eden bir halifedir. Hattâ semâ-i dünyada dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zâfiyetiyle beraber harika tasarrufat-ı acibesiyle Eşref-i Mahlukat ünvanını almıştır. Ve elinde cüz-ü ihtiyarî bulunduğundan, bütün esbab içerisinde en geniş bir salâhiyet sâhibidir. Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin rusül vasıtasıyla böyle yüksek, fakat gafil abdlerine kendisini bildirip târif etmesi zarurîdir ki, o Mâlikin evâmirine ve marziyatına vakıf olsunlar. Mesnevi-i Nuriye

… Ve keza, insan fiil ve sa’yi cihetiyle zayıf bir hayvan olup dâire-i sa’yi pek dardır. İnfial, sual, dua cihetiyle Rahmân-ı Rahîmin aziz bir misafiridir. Dairesi hayal kadar geniştir. Ve keza, insanın hayat-ı hayvaniyeden aldığı lezzet bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünkü, insanda hüzün, keder, korku var, onda yoktur. Fakat cihazat, hissiyat, duygular, istidatlar itibarıyla hayvanların en âlâsından fazla lezzet alır. İnsanın şu vaziyetine dikkat edilirse anlaşılır ki, bu kadar cihazat, bu hayat için olmayıp, ancak bir hayat-ı bâkiye için kendisine verilmiştir.

Ve keza, insan saltanat-ı rububiyetin mehâsinine nâzır ve esmâ-i kudsiyenin cilvelerine dellâl ve kalem-i kudretle yazılan mektubat-ı İlâhiyeyi mütalâa ile mütefekkir olduğu cihetle, Eşref-i mahlûkat ve halife-i arz olmuştur. “Ey insanlar, hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir ve her türlü övgüye lâyıktır.” Fâtır Sûresi, 35:15.  Mesnevi-i Nuriye

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( SEYYİD-İ KÂİNAT A.S.M )

 “ Bismillâhirrahmânirrahim..”

172 - *SEYYİD-İ KÂİNAT* *(A.S.M)*

Anlamı: Kâinatın Efendisi  olan Hz. Muhammed (A.S.M.)

… Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zât, şu Kâinat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlâhiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbâniyenin misali ve Hakkın en münevver burhanı ve hakikatin en parlak sirâcı ve tılsım-ı Kâinatın miftahı ve muammâ-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i âlemin şârihi ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı ve mehâsin-i san’at-ı Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat cihetiyle, o zât mevcudattaki kemâlâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyle ise, o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i mâneviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zât Kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani, “O zâta şu Kâinatın Hâlıkı bakmış, Kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, Kâinatı dahi icad etmezdi” denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur’âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakikate şahid-i katı’dır.  Mektubat

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

*Bismillâhirrahmânirrahîm*

… O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semâvât ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semâvât ve arzı altı günde yaratarak, Arş-ı Rububiyetinde durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp Kâinat sahifesinde âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, zîhaşmet ve zîkudret sahibidir.

O sarayın menzilleri ise, şu on sekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarzla tezyin ve tanzim edilmiştir. İşte, o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise, şu âlemde görünen kudret-i İlâhiyenin mucizeleridir. Ve o sarayda gördüğün taamlar ise, şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlâhiyenin semerât-ı harikalarına işarettir. Ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatte esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerine misaldir. Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadîr-i Zülcelâlin esmâsına delâlet ederler. Ve o üstad ise, Seyyidimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Sözler

On Dokuzuncu Sözde tarif edilen ve kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı ve o Kur’ân-ı Kebirdeki ism-i âzamı ve o şecere-i Kâinatın çekirdeği ve en münevver meyvesi ve o saray-ı âlemin güneşi ve âlem-i İslâmiyetin bedr-i münevveri ve rububiyet-i İlâhiyenin dellâl-ı saltanatı ve tılsım-ı Kâinatın keşşâf-ı zîhikmeti olan Seyyidimiz Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün enbiyayı sâyesi altına alan risalet cenâhı ve bütün âlem-i İslâmı himayesine alan İslâmiyet cenahlarıyla, hakikatin tabakatında uçan ve bütün enbiya ve mürselîni, bütün evliya ve sıddıkîni ve bütün asfiya ve muhakkıkîni arkasına alıp, bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip, arş-ı ehadiyete yol açıp gösterdiği iman-ı billâh ve ispat ettiği vahdâniyet-i İlâhiyeye, hiç vehim ve şüphenin haddi var mı ki kapatabilsin ve perde olabilsin?  Sözler

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

Sevgili Üstadım; evvelce arzettiğim veçhile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum. O da, Üstadım olan dellâl-ı Kur’ân’ın vazife-i memure-i mâneviyesini ifâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir. Orada bulunduğunuz müddetçe Hazret-i Kur’ân’dan hakikat-i iman ve İslâm hesabına vaki olacak istihraç ve tecelliyattan mahrum bırakılmamaklığımı hassaten istirham ediyorum.

İnşaallah, müstecap olan duanızla Allahü Zülcelâl, Risale-i Nur hizmetinde ümit ve arzu ettiğim neticeye vasıl, merhum ve mağfur Abdurrahman gibi âhir nefeste iman ve tevfik ve saadet-i bâkiyede iki cihan serveri Nebiyy-i Ekremimiz Muhammedeni’l-Mustafa (sallâllahu teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimize ve siz muhterem Üstadımın arkasında ve yakınında komşuluk vermek suretiyle âmâl-i hakikiyeye nâil buyurur.

Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir. Fakat nasıl ki, Kur’ân-ı Mübîn Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlûkat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur; siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîmin nurlarından bugünün karma karışık sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitap ediyorsunuz. Öyleyse, O Hakîm-i Rahim, size bu eseri yaptırtan o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden, belki de hiç ümit edilmediklerden sahipler, hafızlar, ikinci, üçüncü, hattâ onuncu derecede mübelliğler, naşirler halk buyurur itikadındayım.

Hulûsi R.H

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( HABİB-İ YEZDAN A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

171 - *HABİB-İ YEZDAN* *(A.S.M)*

Anlamı: Allah’ın C.C Zat-ı Akdesiyle sevdiği zat olan Hz. Muhammed (A.S.M.)

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâinat bir şeceredir. Anâsır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eşref, eltaf Seyyidü’l-Enbiyâ ve’l-Mürselîn, İmâmü’l-Müttakîn, Habîbi Rabbü’l-Âlemîn Hazret-i Muhammed’dir.  Mesnevi-i Nuriye

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

*Bismillâhirrahmânirrahîm*

… bu kâinatın mânevî güneşi ve Hâlıkımızın en parlak bir burhanı, bu habibullah denilen zâttır………Şualar

… Demek oluyor ki, insan için en mühim, âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı âlânın yolu habibullaha ittibâdır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidâdır………….. Lem’alar

… Sünnet-i Seniyyeyi esas tutan, habibullahın zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır… Lem’alar

… İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabilse, fıtraten benzemek ister. İşte, habibullahı sevenlerin, Sünnet-i Seniyyesine ittibâ ile ona benzemeye çalışmaları kat’iyen iktiza eder…….. Lem’alar

… İşte, herhalde, cemâl ve kemâl sahibi bilbedâhe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever; elbette esmâsının cemâlini gösteren san’atını sever.

Öyle ise, cemâl ve kemâline âyine olan masnuatını dahi sever. Madem cemâl ve kemâlini göstereni sever; elbette cemâl ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkatının mehâsinini sever. Bu beş nevi muhabbete, Kur’ân-ı Hakîm, âyâtıyla işaret ediyor.

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem masnuat içinde en mükemmel ferttir ve mahlûkat içinde en mümtaz şahsiyettir.

Hem san’at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i zikir ve tesbihle teşhir ediyor ve istihsan ediyor.

Hem esmâ-i İlâhiyedeki cemâl ve kemâl hazinelerini lisan-ı Kur’ân ile açmıştır.

Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâniinin kemâline delâletlerini parlak ve kat’î bir surette lisan-ı Kur’ân’la beyan ediyor.

Hem küllî ubûdiyetiyle rububiyet-i İlâhiyeye âyinedarlık ediyor.

Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.

Elbette bunun için denilebilir ki, Cemîl-i Zülcelâl, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever.

Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak âyinesi olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.

Hem san’atını sevdiği için, elbette Onun san’atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinata neşreden ve semâvâtın kulağını çınlatan, ber ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbihle ilân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve ona ittibâ edenleri de sever.

Hem masnuatını sevdiği için, o masnuatın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve zîşuurun en efdali olan insanları ve insanların bil’ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı elbette daha ziyade sever.

Hem kendi mahlûkatının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil’ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever.

Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş vechinin herbir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur ki, “Habîbullah” lâkabı ona verilmiş………. Mektubat

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse, şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır.


Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir firavun olur.  Mesnevi-i Nuriye