29.12.25

Mütalaa Ders notları 10:İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur.

 

İ'lem eyyühe'l-aziz!

 

İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur.

 

Yani her bir kişinin şahsi âlemi hilkaten, fıtraten, dinen sorumluluk taşıyan bir manevi topluluktan oluşur.

 

Evet, her bir uzuv, bir şey için yaratılmıştır.

O uzvu, o şeyde kullanmakla mükelleftir.

 

Bu iki satırı İşarat’ül - İ’caz da geçen ve aşağıda nakledilecek olan bir bahsin sevkiyle Sıla-i Rahim manası özelinde ele almak düşünüldü.

 

Çünkü hilkatte her uzvun bir diğerine olan irtibatı, destekleyici ve tamamlayıcı ilişkisi vücudun sağlıklı işleyişini, korunmasını ve hayatını verimli sürdürmesinin en gerekli şartıdır. Eğer bir uzvu insani vazifesini ihtiyaren terk etse ve iradeten tedavisini, onarılmasını engellese tüm bütünlüğü hem fizyolojik hem de psikolojik olarak bozar, hatta bir anlamıyla tam bir intihar olur.

 

Dolayısıyla fıtraten, hikmeten, dinen bu inkidam caiz olmaz ve fail emanete riayet etmediğinden bu fiilinden sorumlu olur.

 

Bunun gibi insanın her uzvunu yaratılış üzerine istimal ve istihdam etmesi fıtrat üzere olduğunu ve ahde vefasını , hukukullahı öncelediğini ,emaneti bihakkın yerine getirdiğini , azalar ve latifeler arasında sıla-i rahim bağlarını koruduğunu gösterir. Çünkü bu bağ yaratılışça hilkatin tüm hassalarına programlandığı gibi, insanın imtihanı bağlamında .. yani evamiri ilahiye ile hevasatı nefsaniye arasında kendi iradesiyle neyi nasıl ve  ne gerekçe ile tercih edeceğinin  ve ettiğinin belirlendiği teklifin tam merkezine koyulmuştur.

 

İnsan bu tercih ,irade ve mesuliyet dairesinde mutlak sorumludur ve hesaba çekilecektir. Her uzuv kendi istimal edildiği efalini haber verecektir. ( Bugün biz onların ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder. Yasin / 65)  ………….. Âyâ, bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak? Hâşâ! Belki insan ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük, az çok, her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek… (Mesnevi-i Nuriye)

 

Bu nedenle insan vedia verilen ve hür iradesine emanet edilen vücudunu mucidine feda etmesi en faziletli, en haklı, en doğru bir karşılık biçimi ve şerefli bir mukabele şeklidir.

 

Biz bu hususu, niteliğini en net bir şekilde Altıncı Sözde görmekteyiz.

 

Bu sözde konu emanet-i sahibi hakikisine satmak manası içinde toplanmış ve ………. Meselâ göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san'at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.

 

Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.

 

İşte, ey akıl, dikkat et! Meş'um bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?

 

Ve daha bunlar gibi başka aletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü'min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü'min imanıyla Hâlıkının emanetini Onun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir. Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre hesabına çalıştırmasıdır…..sadedinde ifade edilmiştir.

 

Bu dersi en mümtaz özelliği ile anladığı anlaşılan Hasan Feyzi R.H ;

 

Altıncı Sözün aldı bütün fiil ve sıfatı,

Verdim de arındım ona hem zât ve hayâtı.. …………….diyererek tasavvuf istilahatında buyrulan fenafillah ( Allah’ın varlığında kendi varlığından geçme, onun rıza ve hoşnutluğu içinde kendinden geçme, vehmi ve hayali her şeyini  Vacib’ül Vücuda  feda etme) meratibi göstermiştir.

 

Demek ki bu istimal bu istihdamı netice veren külli bir nimet çok yüksek bir fazilettir.

 

Evet konuya yine sözlerde geçen ve bu manaya delalet ettiği hatıra gelen bir bahisle bir pencere daha aralayalım..

 

Cenâb-ı Hak, celîl ulûhiyetiyle, cemil rahmetiyle, kebîr rububiyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyatla, bu derece cevârih ve cihazatla ve muhtelif âzâ ve âlâtla ve mütenevvi letâif ve mâneviyatla teçhiz ve tezyin etmiştir ki, tâ mütenevvi ve pek çok âlât ile, hadsiz envâ-ı nimetini, aksâm-ı ihsânâtını, tabakat-ı rahmetini o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ bin bir esmâsının hadsiz envâ-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin.

 

Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihâzâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfâtı vardır.

 

Meselâ, göz, suretlerdeki güzelliklerini ve âlem-i mubsaratta güzel mu'cizât-ı kudretin envâını temâşâ eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem malûmdur, tarife hacet yok.

 

Meselâ, kulak, sadâların envâlarını, lâtif nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenâb-ı Hakkın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfâtı var.

 

Meselâ, kuvve-i şâmme, kokular taifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükrâniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükâfâtı dahi vardır.

 

Meselâ, dildeki kuvve-i zâika, bütün mat'ûmâtın ezvâkını anlamakla, gayet mütenevvi bir şükr-ü mânevî ile vazife görür.

 

Ve hâkezâ, bütün cihâzât-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.

 

 

 

İşte, Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihâzâtın elbette herbirerlerine lâyık ücretlerini verecektir…….. Sözler

 

Evet görüldüğü üzere her aza,her bir hassa arasında çok kuvvetli bağlar,etkileşim,çağrışım ve işleyiş yakınlığı var. Bu bağlar ve irtibat manevi hayatı temin eden, sağlıklı ruh halini netice veren bir rahmet eseridir. Buradaki manevi şeraite uymak, fıtrata uygun davranmak hilkaten emredilmiş ,kavanin-i maneviye içine derç edilmiş sıla-i rahimdir.

 

Evet, konuya ilgili bab metninden devam edersek ,arz edilen mesaile mütemmim bir hakikat cümlesini görürüz. Orada devamen demiş:

 

Mesela, her bir hâsse için bir ibadet vardır.

Onun hilafında kullanılması dalalettir.

Mesela, baş ile yapılan secde Allah için olursa ibadettir, gayrısı için dalalettir.

 

Biz bu konuya yine sila-i rahim üzerinden  İşarat’ül -İ’caz babından devam edeceğiz.  Şöyle ki:

 

"O fasıklar, Allah'ın akrabalar ve mü'minler arasında emrettiği bağları keserler." Bakara Sûresi, 2:27.

 

Bu cümledeki emir, iki kısımdır.

 

Birisi, teşriîdir ki, sıla-i rahim ile tâbir edilen akraba ve mü'minler arasında şer'an emredilen muvasala hattıdır.

 

Diğeri, emr-i tekvînîdir ki, fıtrî kanunlarla âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir.

 

Meselâ, ilmin i'tâsı, mânen ameli emrediyor; zekânın i'tâsı, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı mânen ve tekvînen emrediyor.

 

 

İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer'an ve tekvînen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar. Meselâ akılları mârifetullaha, zekâları ilme küs olduğu gibi, akrabalara ve mü'minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar…………

 

Görüldüğü  üzere gerek emir bağlamında gerek fıtrat bağlamında insanın mükellef kılındığı ,sosyal ve bireysel hayatını fayda üzerine dengeleyen  yaratılış kanunları tüm hayatı kuşatmıştır.

 

İnsanın itikadi olsun ,şahsi hayatı olsun bu hikmet bağlarına müraat etmesi saadete,hafife alması veya bu ilişki düzeni bozması kaçınılmaz bir şekilde şekavete neden olur………bu noktada mektubattan bir iki işari satır alalım.. orada demiş: ………… Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vaz etmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir…….

 

Evet , Cenab-ı Hak C.C Avamdan havas idrak meratibinde bulunan basamaklar adedince;  vusul, usul, rıza, huzur bağları ile tüm hayatı istidat,idrak,inkişaf ,iştiyak,itaat,müraat ilişkileri ile örmüştür. Aklını kullanan hikmet talipleri bundan nasiplenir ve müstefid ve ……….. Ebedî hayatı isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine dikkat gösterdikleri nispette memnun edilirler. (Tarihçe H.) buyrulduğu üzere mesrur olurlar.

 

Bu tavır ve mukabelenin dışında davranarak bu rabıtalar kesilse, sıla-i rahim bağları kopartılsa , aza ve hassalar maksadı dışında kullanılsa  her şey ilgili metnin aşağıda geçen satırında da ifade edildiği gibi hem dalalet hem ihanet hesabına geçer…….. Orada şairlerin mübalağalar ile yaptıkları işler için demiş:

 

Kezalik şuaranın hayalen yaptıkları hayret ve muhabbet secdeleri dalalettir.

Hayal, onun ile fâsık olur.

(Mesnevi-i Nuriye 199.sh - Risale-i Nur)

 

Yani,  haddi aşmış ,kendi anlayış, algı ve nazarına göre gördüğünü söze dökmüş, mahlukat ve mevcudatın hukuklarını zayi etmiş……….. Meselâ biri demiş: "Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor; görmemek için bulut perdesini başına çekiyor." Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz İsm-i Âzamın bir sahife-i nuranîsi olan güneşi böyle utandırıyorsun?...( Sözler) ..buyrulduğu gibi masnuatın vazife mazhariyetlerini taşkın telakki ve müvazenesizlik perdesine sarmış ifadeler , gerek ifrat gerek tefrit saikiyle olsun dalalettir. Bu bir hayal hastalığı ve de hakikati tağyir eden bir bozgunculuk girişimi olarak bir ifsadat çeşididir.

 

Evet, anlaşıldığı üzere her bir aza ve hassanın istikameti onu mükellef olduğu daire içinde kullanmaktır. Bu istimal fıtrat ile tenasübü olan bir hayat dengesini ve müstakim amelin makbul neticesini meydana getirir.

 

Bu meyanda yukarıda da adı geçen HAYAL adlı mühim bir hassaya dikkat çekmek isteriz.

 

Hayalin ifsadı insanın tefekkür âlemine yapılmış en büyük sabotajdır. İnsanın hayali batılı tasvir ve tasvir edilen batıl tarafında idlale uğramakla en büyük hasarı alır. Belki insanda onarılması en müşkül hassa hayalin kırımıdır. Eğer hayal bir şekilde hasar aldı ve ………… Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal, meselâ en zayıf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerü'l-Esvedin altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerü'l-Esvede muhafaza için tevdi ettirir……. (Mesnev-i Nuriye) vazifesinden ıskat olmuş ise , zararı durdurmak ilk yapılacak şeydir. Hayalin ifsadına neden olan, malayani şeyler, meşru olmayan şeylere nazar etme , kendini hakikaten ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olma, haset ve gıybet gibi hayal ve iman duvarını yıkan ateşlerden uzak durma iradesini ortaya koymak gayet ehemmiyetlidir.

 

Böylelikle umulur ki bu hassas şifa bulsun velev çok yara almış olsa sağlam kalan yanı kuvvetlenerek zayıf yanını ikmal etsin…

 

Bunu için ise fena şeylerden içtinap güzel manzaralar, hoş sohbetler, güzel hülyalar ile kalbini ve fikrini beslemek gayet gereklidir…

 

…………Aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak sana ibâha suretinde verdiği hayatı intiharla hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve mânen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarf edemezsin. Ve hâkezâ, kulağı ve dili ve bunlar gibi cihazâtı harama sarf etmekle mânen öldüremezsin. Ve eti yenilmeyen hayvanını lüzumsuz tâzip edip katledemezsin. Ve hâkezâ, bütün sana verilen nimetler, bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerîm-i Zülcelâlin kavânîn-i şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir…. Barla L.