İ'lem eyyühe'l-aziz!
İnsanın bir ferdinde
bir cemaat-i mükellefîn bulunur.
Yani her bir kişinin şahsi âlemi hilkaten, fıtraten, dinen
sorumluluk taşıyan bir manevi topluluktan oluşur.
Evet, her bir uzuv,
bir şey için yaratılmıştır.
O uzvu, o şeyde
kullanmakla mükelleftir.
Bu iki satırı İşarat’ül - İ’caz da geçen ve aşağıda
nakledilecek olan bir bahsin sevkiyle Sıla-i Rahim manası özelinde ele almak düşünüldü.
Çünkü hilkatte her uzvun bir diğerine olan irtibatı,
destekleyici ve tamamlayıcı ilişkisi vücudun sağlıklı işleyişini, korunmasını
ve hayatını verimli sürdürmesinin en gerekli şartıdır. Eğer bir uzvu insani
vazifesini ihtiyaren terk etse ve iradeten tedavisini, onarılmasını engellese
tüm bütünlüğü hem fizyolojik hem de psikolojik olarak bozar, hatta bir
anlamıyla tam bir intihar olur.
Dolayısıyla fıtraten, hikmeten, dinen bu inkidam caiz olmaz
ve fail emanete riayet etmediğinden bu fiilinden sorumlu olur.
Bunun gibi insanın her uzvunu yaratılış üzerine istimal ve
istihdam etmesi fıtrat üzere olduğunu ve ahde vefasını , hukukullahı
öncelediğini ,emaneti bihakkın yerine getirdiğini , azalar ve latifeler
arasında sıla-i rahim bağlarını koruduğunu gösterir. Çünkü bu bağ yaratılışça
hilkatin tüm hassalarına programlandığı gibi, insanın imtihanı bağlamında ..
yani evamiri ilahiye ile hevasatı nefsaniye arasında kendi iradesiyle neyi
nasıl ve ne gerekçe ile tercih edeceğinin ve ettiğinin belirlendiği teklifin tam
merkezine koyulmuştur.
İnsan bu tercih ,irade ve mesuliyet dairesinde mutlak
sorumludur ve hesaba çekilecektir. Her uzuv kendi istimal edildiği efalini
haber verecektir. ( Bugün biz onların
ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da
şahitlik eder. Yasin / 65) ………….. Âyâ, bu insan zanneder mi ki başıboş
kalacak? Hâşâ! Belki insan ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i
daimeye namzettir. Küçük büyük, az çok, her amelinden muhasebe görecek. Ya
taltif veya tokat yiyecek… (Mesnevi-i Nuriye)
Bu nedenle insan vedia verilen ve hür iradesine emanet
edilen vücudunu mucidine feda etmesi en faziletli, en haklı, en doğru bir
karşılık biçimi ve şerefli bir mukabele şeklidir.
Biz bu hususu, niteliğini en net bir şekilde Altıncı Sözde
görmekteyiz.
Bu sözde konu emanet-i sahibi hakikisine satmak manası
içinde toplanmış ve ………. Meselâ göz bir
hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp
belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri,
manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir
hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesabına ve
izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir
mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san'at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu
küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.
Meselâ dildeki
kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına
çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine
iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika,
rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye
matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.
İşte, ey akıl, dikkat
et! Meş'um bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir
kavvad nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil,
iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i
rahmet nâzırı nerede?
Ve daha bunlar gibi
başka aletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü'min Cennete
lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle
bir kıymet almalarının sebebi, mü'min imanıyla Hâlıkının emanetini Onun namına
ve izni dairesinde istimal etmesidir. Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre
hesabına çalıştırmasıdır…..sadedinde ifade edilmiştir.
Bu dersi en mümtaz özelliği ile anladığı anlaşılan Hasan
Feyzi R.H ;
Altıncı Sözün aldı
bütün fiil ve sıfatı,
Verdim de arındım ona
hem zât ve hayâtı.. …………….diyererek tasavvuf istilahatında buyrulan
fenafillah ( Allah’ın varlığında kendi varlığından geçme, onun rıza ve
hoşnutluğu içinde kendinden geçme, vehmi ve hayali her şeyini Vacib’ül Vücuda feda etme) meratibi göstermiştir.
Demek ki bu istimal bu istihdamı netice veren külli bir
nimet çok yüksek bir fazilettir.
Evet konuya yine sözlerde geçen ve bu manaya delalet ettiği
hatıra gelen bir bahisle bir pencere daha aralayalım..
Cenâb-ı Hak, celîl
ulûhiyetiyle, cemil rahmetiyle, kebîr rububiyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm
kudretiyle, lâtif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve
hissiyatla, bu derece cevârih ve cihazatla ve muhtelif âzâ ve âlâtla ve
mütenevvi letâif ve mâneviyatla teçhiz ve tezyin etmiştir ki, tâ mütenevvi ve
pek çok âlât ile, hadsiz envâ-ı nimetini, aksâm-ı ihsânâtını, tabakat-ı
rahmetini o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ bin
bir esmâsının hadsiz envâ-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin,
tarttırsın, sevdirsin.
Ve o insandaki pek
kesretli âlât ve cihâzâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti olduğu
gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfâtı vardır.
Meselâ, göz,
suretlerdeki güzelliklerini ve âlem-i mubsaratta güzel mu'cizât-ı kudretin
envâını temâşâ eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus
lezzet ve elem malûmdur, tarife hacet yok.
Meselâ, kulak,
sadâların envâlarını, lâtif nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenâb-ı Hakkın
letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir
mükâfâtı var.
Meselâ, kuvve-i
şâmme, kokular taifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir
vazife-i şükrâniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükâfâtı dahi vardır.
Meselâ, dildeki
kuvve-i zâika, bütün mat'ûmâtın ezvâkını anlamakla, gayet mütenevvi bir şükr-ü
mânevî ile vazife görür.
Ve hâkezâ, bütün
cihâzât-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle
ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.
İşte, Cenâb-ı Hak ve
Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihâzâtın elbette herbirerlerine
lâyık ücretlerini verecektir…….. Sözler
Evet görüldüğü üzere her aza,her bir hassa arasında çok
kuvvetli bağlar,etkileşim,çağrışım ve işleyiş yakınlığı var. Bu bağlar ve
irtibat manevi hayatı temin eden, sağlıklı ruh halini netice veren bir rahmet
eseridir. Buradaki manevi şeraite uymak, fıtrata uygun davranmak hilkaten
emredilmiş ,kavanin-i maneviye içine derç edilmiş sıla-i rahimdir.
Evet, konuya ilgili bab metninden devam edersek ,arz edilen
mesaile mütemmim bir hakikat cümlesini görürüz. Orada devamen demiş:
Mesela, her bir hâsse
için bir ibadet vardır.
Onun hilafında
kullanılması dalalettir.
Mesela, baş ile
yapılan secde Allah için olursa ibadettir, gayrısı için dalalettir.
Biz bu konuya yine sila-i rahim üzerinden İşarat’ül -İ’caz babından devam
edeceğiz. Şöyle ki:
"O fasıklar,
Allah'ın akrabalar ve mü'minler arasında emrettiği bağları keserler."
Bakara Sûresi, 2:27.
Bu cümledeki emir,
iki kısımdır.
Birisi, teşriîdir ki,
sıla-i rahim ile tâbir edilen akraba ve mü'minler arasında şer'an emredilen
muvasala hattıdır.
Diğeri, emr-i
tekvînîdir ki, fıtrî kanunlarla âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir.
Meselâ, ilmin i'tâsı,
mânen ameli emrediyor; zekânın i'tâsı, ilmi emrediyor; istidadın bulunması,
zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı;
cesaretin verilmesi, cihadı mânen ve tekvînen emrediyor.
İşte o fâsıklar, bu
gibi şeylerin arasında şer'an ve tekvînen tesis edilen muvasala hattını
kesiyorlar. Meselâ akılları mârifetullaha, zekâları ilme küs olduğu gibi,
akrabalara ve mü'minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar…………
Görüldüğü üzere gerek
emir bağlamında gerek fıtrat bağlamında insanın mükellef kılındığı ,sosyal ve
bireysel hayatını fayda üzerine dengeleyen
yaratılış kanunları tüm hayatı kuşatmıştır.
İnsanın itikadi olsun ,şahsi hayatı olsun bu hikmet
bağlarına müraat etmesi saadete,hafife alması veya bu ilişki düzeni bozması
kaçınılmaz bir şekilde şekavete neden olur………bu noktada mektubattan bir iki
işari satır alalım.. orada demiş: ………… Cenâb-ı
Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları
gibi bir tertip vaz etmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için,
basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun
için hırs mahrumiyete sebeptir…….
Evet , Cenab-ı Hak C.C Avamdan havas idrak meratibinde
bulunan basamaklar adedince; vusul,
usul, rıza, huzur bağları ile tüm hayatı istidat,idrak,inkişaf
,iştiyak,itaat,müraat ilişkileri ile örmüştür. Aklını kullanan hikmet talipleri
bundan nasiplenir ve müstefid ve ……….. Ebedî
hayatı isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine dikkat gösterdikleri nispette
memnun edilirler. (Tarihçe H.) buyrulduğu üzere mesrur olurlar.
Bu tavır ve mukabelenin dışında davranarak bu rabıtalar
kesilse, sıla-i rahim bağları kopartılsa , aza ve hassalar maksadı dışında
kullanılsa her şey ilgili metnin aşağıda
geçen satırında da ifade edildiği gibi hem dalalet hem ihanet hesabına
geçer…….. Orada şairlerin mübalağalar ile yaptıkları işler için demiş:
Kezalik şuaranın
hayalen yaptıkları hayret ve muhabbet secdeleri dalalettir.
Hayal, onun ile fâsık
olur.
(Mesnevi-i Nuriye
199.sh - Risale-i Nur)
Yani, haddi aşmış
,kendi anlayış, algı ve nazarına göre gördüğünü söze dökmüş, mahlukat ve
mevcudatın hukuklarını zayi etmiş……….. Meselâ
biri demiş: "Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor; görmemek için bulut
perdesini başına çekiyor." Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz İsm-i
Âzamın bir sahife-i nuranîsi olan güneşi böyle utandırıyorsun?...( Sözler)
..buyrulduğu gibi masnuatın vazife mazhariyetlerini taşkın telakki ve
müvazenesizlik perdesine sarmış ifadeler , gerek ifrat gerek tefrit saikiyle
olsun dalalettir. Bu bir hayal hastalığı ve de hakikati tağyir eden bir bozgunculuk
girişimi olarak bir ifsadat çeşididir.
Evet, anlaşıldığı üzere her bir aza ve hassanın istikameti
onu mükellef olduğu daire içinde kullanmaktır. Bu istimal fıtrat ile tenasübü
olan bir hayat dengesini ve müstakim amelin makbul neticesini meydana getirir.
Bu meyanda yukarıda da adı geçen HAYAL adlı mühim bir
hassaya dikkat çekmek isteriz.
Hayalin ifsadı insanın tefekkür âlemine yapılmış en büyük
sabotajdır. İnsanın hayali batılı tasvir ve tasvir edilen batıl tarafında
idlale uğramakla en büyük hasarı alır. Belki insanda onarılması en müşkül hassa
hayalin kırımıdır. Eğer hayal bir şekilde hasar aldı ve ………… Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal,
meselâ en zayıf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini
bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını
Hacerü'l-Esvedin altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerü'l-Esvede muhafaza
için tevdi ettirir……. (Mesnev-i Nuriye) vazifesinden ıskat olmuş ise , zararı
durdurmak ilk yapılacak şeydir. Hayalin ifsadına neden olan, malayani şeyler,
meşru olmayan şeylere nazar etme , kendini hakikaten ilgilendirmeyen şeylerle
meşgul olma, haset ve gıybet gibi hayal ve iman duvarını yıkan ateşlerden uzak
durma iradesini ortaya koymak gayet ehemmiyetlidir.
Böylelikle umulur ki bu hassas şifa bulsun velev çok yara
almış olsa sağlam kalan yanı kuvvetlenerek zayıf yanını ikmal etsin…
Bunu için ise fena şeylerden içtinap güzel manzaralar, hoş
sohbetler, güzel hülyalar ile kalbini ve fikrini beslemek gayet gereklidir…
…………Aynen bunun gibi,
Cenâb-ı Hak sana ibâha suretinde verdiği hayatı intiharla hâtime çekemezsin,
gözünü çıkaramazsın ve mânen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası
haricinde harama sarf edemezsin. Ve hâkezâ, kulağı ve dili ve bunlar gibi
cihazâtı harama sarf etmekle mânen öldüremezsin. Ve eti yenilmeyen hayvanını
lüzumsuz tâzip edip katledemezsin. Ve hâkezâ, bütün sana verilen nimetler, bu
misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerîm-i Zülcelâlin kavânîn-i
şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir…. Barla L.