“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
150 - *REHBER-İ EKMEL* *(A.S.M)*
Anlamı: En mükemmel yol
gösterici olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
Evet, madem insan fıtraten bir cemâl-i bâkîye müştak ve muhib bir
surette halk edilmiştir. Ve madem bâkî bir cemal, zâil bir müştâka razı olamaz.
Ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen
hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli
adâvet etmekle kendini teskin eder. Ve madem bu kâinat insan için halk edilmiş
ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlâhiye için yaratılmış. Ve madem bu
kâinatın Hâlıkı, esmâsıyla sermedîdir. Ve madem esmâlarının cilveleri daim ve
bâkî ve ebedî olacaktır. Elbette ve herhalde insan bir dâr-ı bekàya gidecek ve
bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır. Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve
kemâlâtını bildiren, Rehber-i âzam ve insan-ı Ekmel olan Muhammed-i Arabî
Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemâlâtı ve
vazifeleri en Ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor
ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehap
insandır. Öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymettar müntehap ve en
parlak âyine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i Muhammeddir.
Ümmetinin hasenatı adedince ona ve âline salât ve selâm olsun. Ya
Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Ferd, yâ Hayy, yâ Kayyûm, yâ Hakem, yâ Adl, yâ
Kuddûs! Furkan-ı Hakîminin hakkı için ve Habib-i Ekreminin hürmetine, Esmâ-i
Hüsnânın hakkı için ve İsm-i Âzamın hürmetine Senden niyaz edip istiyoruz: Bizi
nefsin ve şeytanın ve cin ve insanın şerrinden muhafaza buyur. Âmin. Lem’alar
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
*Bismillâhirrahmânirrahîm*
İsm-i Hakem ve Hakîm, bedâhet
derecesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine delâlet ve
istilzam ediyor denilebilir.
Evet, madem gayet mânidar bir kitap,
onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek
ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir
dellâl ister.
Elbette, herbir harfinde yüzer
mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın muhatabı olan nev-i
insan içinde, elbette bir Rehber-i Ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak.
Tâ ki, o kitapta bulunan kudsî ve
hakikî hikmetleri ders verecek; belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu
bildirecek; belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbâniyenin zuhuruna, belki
husulüne vesile olacak; ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle
izharını irade ettiği kemâl-i san’atını, cemâl-i esmâsını bildirecek,
âyinedarlık edecek.
Ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini
sevdirmek ve zîşuur mahlûklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına
birisi o geniş tezahürât-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyetle mukabele edip,
ber ve bahri cezbeye getirecek, semâvat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir
ve takdisle o zîşuurların nazarını o san’atların Sâniine çevirecek; ve kudsî
dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir
Kur’ân-ı Azîmüşşanla, o Sâni-i Hakem-i Hakîmin makasıd-ı İlâhiyesini en güzel
bir surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürât-ı
cemâliye ve celâliyesine karşı en Ekmel bir mukabele edecek bir zat, güneşin
vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir.
Ve öyle eden ve en ekmel bir surette
o vazifeleri yapan, bilmüşahede, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
Öyleyse, güneş ziyayı, ziya gündüzü
istilzam ettiği derecede, kâinattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.)
istilzam eder.
Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve
Hakîmin cilve-i âzamı ile, âzamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor;
öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, Mün’im, Kerîm, Cemîl, Rab
gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla, âzamî derecede
ve mertebe-i kat’iyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler.
Meselâ, ism-i Rahmân’ın cilvesi olan
rahmet-i vâsia, o Rahmeten li’l-Âlemîn ile tezahür eder. Ve ism-i Vedûdun
cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî, o Habib-i Rabbü’l-Âlemîn
ile netice verir, mukabele görür.
Ve ism-i Cemîlin bir cilvesi olan
bütün cemaller, yani, cemâl-i Zat, cemâl-i esmâ, cemâl-i san’at, cemâl-i
masnuat o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir.
Ve haşmet-i rububiyetin ve
saltanat-ı ulûhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan
zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir.
Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser
Esmâ-i Hüsnânın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak burhandır.
Elhasıl, madem kâinat mevcuttur ve
inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları,
san’atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal,
nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez.
Madem bu sıfatların, fiillerin
inkârı mümkün değildir. Elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o
ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Hakem,
Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz.
Ve elbette o sıfatların ve o
fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı
tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı âzam ve tılsım-ı
kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedânî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez.
Âlem-i hakikatin ve hakikat-i
kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır.
*Günlerin âşireleri ve mahlûkatın
zerreleri sayısınca ona ve âl ve ashabına salât ve selâm olsun*.
*Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin
bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi
kuşatan Alîm-i Hakîmsin*. Bakara Sûresi, 2:32.
Lem’alar
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
…Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o
misafir, âlem-i şehadet ve cismânî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin
dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i
berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken,
her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği
hükmünde bulunan ve küçüklüğüyle beraber, mânen kâinat kadar inbisat edebilen
müstakim ve münevver akılların, selim ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı
ki, onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır; ve iki
âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor
gördüğünden, kendi akıl ve kalbine dedi ki:
“Gelin, bu emsalinizin kapısından
hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız
gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden
mütalâamızla istifade etmeliyiz.” dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:
İstidatları gayet muhtelif ve
mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların
iman ve tevhiddeki ittisafkârâne ve râsihâne itikadları, tevafuk ve sebatkârâne
ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek, tebeddül etmeyen bir
hakikate dayanıp bağlanmışlar. Ve kökleri, metin bir hakikate girmiş, kopmuyor.
Öyle ise, bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhidde icmâları, hiç kopmaz
bir zincir-i nuranîdir ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir.
Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden
uzak ve meşrepleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nuranî kalblerin
erkân-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankârâne ve müncezibâne keşfiyat ve
müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor.
Demek, hakikate mukàbil ve vâsıl ve
mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbâniye ve bu câmi’ birer âyine-i
Samedâniye olan nuranî kalbler, şems-i hakikate karşı açılan pencerelerdir; ve
umumu birden, güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i âzamdır.
Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icmâları, hiç şaşırmaz ve
şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünkü, hiçbir cihetle
hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikatten başka bir vehim ve hakikatsız
bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrâne ve râsihâne bu pek büyük
ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna
ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak
sofestâîler dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle
beraber “Âmentü billâh” dediler…………………….
*Allah’tan başka ilâh yoktur. O
Vâcibü’l-Vücud ki, istidat ve mezheplerinin farklılığıyla beraber bütün
münevver ve müstakim akıl sahiplerinin birbirine tetabuk eden kanaat ve
yakînleri, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, birbirine
mütebayin meslek ve meşreplerine rağmen bütün selim ve nuranî kalb sahiplerinin
birbirine tetabuk eden keşifleri ve birbirine tevafuk eden müşahedeleri de,
Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder*. Şualar