“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
145 - *NEBİYY-İ ÜMMİ* *(A.S.M)*
Anlamı: Dünyevi tahsil görmemiş,
okuma yazma bilmeyen, fıtrat-ı masumesiyle öğrendiği her şeyi Rabbinden öğrenen,
öğreticisi Allah C.C, ümmiliği mu’cize olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
"Ey Resulüm! Sen vahyimizden
önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl
iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi." (Ankebut, 29/48).
“Sanki o zat, vahy-i ilâhînin makesi
olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek, o zamanın en derin derelerine
girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir.”(İşârat-ül icaz)
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
*Bismillâhirrahmânirrahîm*,
O zât (A.S.M.) öyle bir şeriat, bir
İslâmiyet, bir ubudiyet, bir dua, bir davet, bir iman ile meydana çıkmış ki,
onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmuş ve ne de
bulunur. Çünki ümmi bir zâtta zuhur eden o şeriat; ondört asrı ve nev'-i
beşerin humsunu, âdilane hakkaniyet üzere, müdakkikane, hadsiz kanunlarıyla
idare etmesi emsal kabul etmez. Hem ümmi bir zâtın, ef'al ve akval ve
ahvalinden çıkan İslâmiyet; her asırda üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii ve
akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve
nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarının medar-ı inkişafatı ve maden-i
terakkiyatı olması cihetiyle misli olamaz ve olamamış.
Hem dininde bulunan bütün ibadatın
bütün enva'ında en ileri olması.. ve herkesten ziyade takvada bulunması.. ve
Allah'tan korkması.. ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde, tam
tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraatı.. ve hiç kimseyi taklid
etmeyerek tam manasıyla mübtediyane, fakat mükemmel olarak ibtida ve intihayı
birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görülmemiş.
Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle
bir marifet-i Rabbâniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o
zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber,
ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor
ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcâtın başında Cevşenü’l-Kebîr’in
doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meâlinin beyan edildiği
yere bakan adam, “Cevşen’in dahi misli yoktur.” diyecek.
Hem imanda öyle fevkalâde bir kuvvet
ve hârika bir yakîn ve mu'cizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvî
itikad taşımış ki; o zamanın hükümranı olan bütün efkârı ve akideleri ve
hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve
münkir oldukları halde; onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne
itminanına hiçbir şübhe, hiçbir tereddüd, hiçbir za'f, hiçbir vesvese
vermemesi.. ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler,
bütün ehl-i velayet her vakit onun mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en
yüksek derecede bulmaları bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir. İşte
böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve
fevkalâde bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mu'cizane bir iman sahibinde,
elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik
etti…Şualar
… Hem maden-i kemâlât ve muallim-i
ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdâniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor,
belki söylettiriliyor. Evet, Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettiriliyor. Üstâd-ı
Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir. Çünkü, sabık işaretlerde kısmen beyan
edilen binler delâil-i nübüvvetle, Hâlık-ı Kâinat, bütün o mu’cizâtı onun
elinde halk etmekle gösterdi ki, o, Onun hesabına konuşuyor, Onun kelâmını
tebliğ ediyor.
Hem ona gelen Kur’ân ise, içinde,
dışında kırk vech-i i’câz ile gösterir ki, o Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır.
Hem o kendi zâtında bütün ihlâsıyla
ve takvâsıyla ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sair bütün ahval ve etvârıyla
gösterir ki, o kendi namına, kendi fikriyle demiyor, belki Hâlıkı namına
konuşuyor.
Hem onu dinleyen bütün ehl-i
hakikat, keşif ve tahkikle tasdik etmişler ve ilmelyakîn iman etmişler ki, o
kendi kendine konuşmuyor; belki Hâlık-ı Kâinat onu konuşturuyor, ders veriyor,
onunla ders verdiriyor. Mektubat
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN
HİSSEMİZ;*
…(Zira o, Lâ ilahe illallah der,
dâva eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o
nurani zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma ederek mânen "*Sadakte
ve bi-l hakkı natakte*" (Hak ile söyledin, hakkı söyledin. Haksın,
sâdıksın ) derler......
Mektubat
Mektubat
... Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş
ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ
eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler
ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz.
Ve böyle demek sizlere borç olsun. Münâzarat