“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
130- *NEBİYY-İ ZÎŞAN* *(A.S.M)*
Anlamı: Şan sahibi peygamber olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Nebiyy-i
Zîşânın (a.s.m.) makam-ı mahmûdu İlâhî bir mâide ve Rabbânî bir sofra hükmündedir.
Evet, tevzi edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resul-i
Zîşâna (a.s.m.) okunan salâvat-ı şerife, o sofraya edilen dâvete icâbettir. Ve
keza, salâvat-ı şerîfeyi getiren adam, zât-ı Peygamberîyi (a.s.m.) bir sıfatla
tavsif ettiği zaman, o sıfatın nereye taallûk ettiğini düşünsün ki, tekrar be
tekrar salâvat getirmeye müşevviki olsun.
Mesnevi-i Nuriye
“Allahumme ila habibike Muhammedin
siracinnuri kalbi harabi musveddi vennadimu Biadedi tarafati uyuni tebki me'al
mahzunine Vel muhibbine Vel memnunine
vel mesrurine Salli aleyhi ve sellim “ Âmîn
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
İ’lem eyyühe’l-aziz! Tavus kuşu gibi
pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar.
Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu
içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen
adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri
Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla
bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine
vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine
ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden,
iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır.
Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve
fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.)
mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde
durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.
Maahaza, mebde-i hayatına şek ve
şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile
tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, Nebiy-yi
Zîşan (a.s.m.) tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar ve mâkestir; masdar ve menbâ
değildir. Çünkü, o zât yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek, bu
kadar görünen terakkiyat, kemâlât onun zâtî malı değildir. Ancak hariçten
verilen, Rahmân-ı Rahîmin tecellîleridir. Evvelce beyan edildiği gibi, hiçbir
şey, bir zerreye bile mânâ-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mânâ-yı
harfiyle semânın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar
olduğu zannıyla bakıldığından, san’at-ı İlâhiyeyi tâğûtî bir tabiata mal
ederler. Mesnevi-i Nuriye
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
Hulûsi’nin fıkrasıdır.
…Bir Mirkatü’s-Sünnet olan mübarek
mektup hakkındaki ihtisaslarımı arza maalesef muktedir değilim. Fakat
istikametli tefsir, i’câzlı beyan, nurlu ilân gibi şanına lâyık tabirle tavsif
edebileceğim Beşinci Lem’anın on bir nükteyi ihtiva edişini mânidar buldum.
Sanki, mânen diyor: İfâ-yı sünnetle mükellef olduğumuz, ol Nebiyy-i Zîşânın
taraf-ı İlâhîden getirip haber verdiği yakînen malûm olan şeylerin hak olduğunu
bilip, kalble tasdik ve dille ikrar etmek suretiyle, tarif olunan iman ve
İslâmın şartlarının mecmuu olan on bir adediyle bu nurlu mektuptaki nüktelerde
sarih tevafuk vardır. Madem böyledir, mü’minim diyen ittibâ-ı sünnet etmeli.
“Elhamdü lillâh Müslümanım” iddiasında bulunan ve “Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz.” Saf Sûresi,
61:2. itâbından kurtulmak isteyen sünnete yapışmalı, ilh. hakaiki ders veriyor.
Barla Lahikası Hulûsi R.H