“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
143 - *KÂİNATIN ÇEKİRDEK-İ ASLÎSİ * *(A.S.M)*
Anlamı: Kâinatın yaratılış gayesini
ve hilkatindeki maslahat ve hakikat programının hikmet ve illetini mahiyetinin
aslında barındıran Hz. Muhammed (A.S.M.)
…Ve keza, insan, hilkat semeresi
olduğundan anlaşılır ki: İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenâb-ı Hak şecere-i
hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i
kemâlin ve belki nev-i beşerin nısfının ittifakıyla efdalü’l-halk,
seyyidü’l-enâm Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Mesnevi-i Nuriye
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
*Bismillâhirrahmânirrahîm*,
Ey makam-ı istimâdaki insan! Şu
ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona
ne ulaşır, ne de yanaşır illâ nur-u imanla görünür. Fakat bazı temsilâtla o
hakikatin vücudu fehme takrib edilir. Öyle ise bir nebze takribe çalışacağız.
İşte, şu kâinata nazar-ı hikmetle
bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları,
yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan
âlem-i süflînin anâsır dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvânât
çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.
Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında
câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı
ism-i Hakîmdir. Öyle ise, mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir
çekirdekten yapılmasıdır.
Hem öyle bir çekirdek ki, âlem-i
cismanîden başka, sair âlemlerin nümunesini ve esasatını câmi’ olsun. Çünkü,
binler muhtelif âlemleri tazammun eden Kâinatın çekirdek-i Aslîsi ve menşei,
kuru bir madde olamaz.
Madem şu şecere-i kâinattan daha
evvel, o neviden başka şecere yok. Öyle ise, ona menşe ve çekirdek hükmünde
olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının
giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünkü çekirdek daima çıplak
olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette âhirde o libası
giyecektir.
Madem o meyve insandır. Ve madem
insan içinde, sabıkan ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem
semere ve umumun nazar-ı dikkatini celb eden ve arzın nısfını ve beşerin
humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesiyle âlemi ya nazar-ı
muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise, zât-ı Muhammediye
Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Elbette, Kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur,
onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.
Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme
bir insanın cüz’î mahiyetinden halk olunmasını istib’âd etme. Bir nevi âlem
gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden
Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (Aleyhissalâtü Vesselâm) nasıl
halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi
ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ
çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var.
İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin
gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm o yolu açmış,
velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki
evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin
gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.
Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu
kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı
bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı
Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı
inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor.
Çünkü birşeyin neticesi, semeresi
evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı
Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti
ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada
mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN
HİSSEMİZ;*
İ’lem eyyühe’l-aziz! Hilkat
şeceresinin semeresi insandır. Malûmdur ki, semere bütün eczânın en ekmeli ve
kökten en uzağı olduğu için, bütün eczânın hâsiyetlerini, meziyetlerini
hâvidir. Ve keza, Hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine
insandır.
Sonra, o şecerenin semeresi olan
insandan bir tanesini şecere-i İslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir. Demek o
çekirdek, âlem-i İslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdır hem güneşidir. Fakat o
çekirdeğin çekirdeği kalbdir. Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin envâıyla,
eczâsıyla pek çok alâkaları vardır. Esmâ-i Hüsnânın bütün nurlarına ihtiyaçları
vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları
vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikı ile itminan edebilir.
Ve keza, o kalbin öyle bir
kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil
eder. Ve Vahid-i Ehadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî
bir bekadan maada birşeye razı olmuyor…………. Mesnevi-i Nuriye
… Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra
sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye
kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni
terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan
seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen,hususan bir iki sene zarfında ebedî bir
firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına
olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl
değildir.
Eğer aklın varsa, uhrevî
inkılâbâtında, berzahî etvârında ve dünyevî inkılâbâtının müsâdemâtı altında
ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri
bırak, ehemmiyet verme, onların zevâlinden kederlenme.
Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin
lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına
razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez.
Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin
duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîmin emrine mutî olan o
sultanına itaat et, kurtul. Lem’alar