“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
37 -*SULTAN-I EZEL VE EBED'İN
MÜBELLİĞİ VE ELÇİSİ**(A.S.M)*
Anlamı: Başlangıç ve sonu
olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Allah’ın emir ne nehiylerini,
marziyat ve hikmeti gibi meseleler ile ilgili hakikatleri tebliğ eden, bildiren
elçisi olan Hz. Muhammed A.S.M
…………Hem getirdiği dine herkesten
ziyade itaati ve Hâlıkına karşı herkesten ziyade ubûdiyeti ve menhiyâta karşı
herkesten ziyade takvâsı kat’iyen gösterir ki, o, Sultan-ı Ezel ve Ebedin
mübelliğidir, elçisidir.
*Allahım! Ona ve âline, ümmetinin
hasenâtı adedince salât ve selâm et.*..Mektubat
Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan
başka hiçbir ilâh yoktur, yine ben şehadet ederim ki, Muhammed (a.s.m.)
Allah’ın kulu ve peygamberidir.
Bu kelime-i âliye üssü’l-esas-ı
İslâmiyet olduğu gibi; kâinat üstünde temevvüc eden İslâmiyetin en nurânî ve en
ulvî bayrağıdır. Evet misâk-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan iman, bu
menşur-u mukaddesde yazılmıştır. Evet âb-ı hayat olan İslâmiyet ise, bu
kelimenin aynü’l-hayatından nebean eder. Evet, ebede namzed olan nev-i beşer
içinde saadet-saray-ı ebediyeye tayin ve tebşir olunanın ellerine verilmiş bir
fermân-ı ezelîdir. Evet şu kelime, kalb denilen avâlim-i gayba karşı olan
penceresinde kurulmuş olan lâtife-i Rabbâniyenin âyinesine in’ikas eden
Sultan-ı Ezelî’nin tecellîsini ilân eden bir harita-i nurâniyesidir ve
tercüman-ı beliğidir. Evet, vicdanın esrarengiz olan nutk-u beliğânesini
cemiyet-i kâinata karşı vekâleten inşad eden vicdanın hatib-i fasihi ve kâinata
Hâkim-i Ezelîyi ilân eden imanın mübelliğ-i beliği olan lisânın elinde bir
menşur-u lâyezalîdir… Mârifetü'n-Nebî
(a.s.m.)
…………………
…………..Cenâb-ı Hakkın tertib-i
mahlûkatta tecellî ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı
rububiyetinde teşkil ettiği devâir-i tedbir ve icadda ve o dairelerde birer
arş-ı rububiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar olan bir semâ tabakasında
gösterdiği âsâr-ı rububiyeti birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi,
hem bütün kemâlât-ı insaniyeyi câmi’, hem bütün tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar,
hem bütün tabakat-ı kâinata nazır ve saltanat-ı Rububiyetin dellâlı ve marziyât-ı
İlâhiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için, burâka bindirip,
berk gibi semâvâtı seyrettirip, kat’-ı merâtip ettirerek, kamervâri menzilden
menzile, daireden daireye rububiyet-i İlâhiyeyi temâşâ ettirip, o dairelerin
semâvâtında makamları bulunan ve ihvânı olan enbiyayı birer birer göstererek,
tâ Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile kelâmına ve rüyetine mazhar
kılmıştır…..Sözler
………………Kur’ân-ı Hakîmin tercümanı ve
mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, Medine-i Münevvere
denilen mânevî minberinde, şahsiyet-i mâneviyesi haşmetiyle temessül ederek
“Ey insanlar, Rabbinize kulluk
edin.” hitabını, mânen herkes gibi ben de işitip, o üç cemaatte herkes benim
gibi “iyyakenağbudu” ile mukabele ediyor tahayyül ettim. “Birşey sabit olduğunda, bütün levazımatıyla birlikte
sabit olur” kaidesince, şöyle bir
hakikat fikre göründü ki:
Madem bütün âlemlerin Rabbi,
insanları muhatap ittihaz edip umum mevcudatla konuşur; ve şu Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere, belki umum zîruha ve
zîşuura tebliğ ediyor. İşte, bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne
geçti; bütün nev-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde
olarak, o hitap, o suretle onlara ediliyor.
O vakit, herbir âyât-ı Kur’âniye,
gayet haşmetli ve vüs’atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve
ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i
Ezelîden ve makam-ı mahbubiyet-i uzmâ sahibi tercüman-ı âlişanından aldığı bir
kuvvet-i ulviyet, cezâlet ve belâğat içinde, parlak, hem pek parlak bir nur-u
i’câzı içinde gördüm. O vakit, değil umum Kur’ân, ya bir sûre, yahut bir âyet,
belki herbir kelimesi birer mucize hükmüne geçti………………. Yirmi Dokuzuncu Mektup
*”Demek vücud-u üstad, vücud-u
kasrın dâisi, istimâ-ı nas, kasrın bekàsının sebebidir. Öyleyse, denilebilir
ki: “Eğer şu üstad olmasaydı, melik, şu kasrı bina etmezdi. Hem o üstad-ı
mübelliğin talimatını raiyet dinlemediği vakit, o kasır tahrip ve tebdil
edilir.”* Nur’un İlk Kapısı………..
Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve
zulmü büyük ve ayıp ve zenbi azîm biçare insan! Kâinatın hiddetinden,
mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte
kurtulmanın çaresi:
Kur’ân-ı Hakîmin daire-i kudsiyesine
girmektir ve Kur’ân’ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın
sünnet-i seniyyesine ittibâdır. Gir ve tâbi ol…Lem’alar
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
Elhasıl: Ne ararsak, hep
Risaletü’n-Nur’da güneş gibi görünüyor. Risaletü’n-Nur şakirtleri dikkat etseler,
daha bu fâni âlemde iken livâü’l-Hamd-i Ahmedî (aleyhissalâtü vesselâm) altında
bulunduklarını inayet-i Hakla anlarlar. Acizane fehmedebildiğim, şu anda
kalbime gelen hakikatlara istinaden diyeceğim ki:
Bu dalâlet ve bid’aların ve
dinsizliğin tâun ve vebâdan daha ziyade ve daha şiddetli sârî illetlerine karşı
Risaletü’n-Nur’un getirdiği ve tâlim ve tefhim ettiği çok hakikatlerden
Sünnet-i Ahmediyeye (a.s.m.) temessük dersini en hakikî olarak alan,
Risaletü’n-Nur şakirtleridir. Onlar bu temessük ve intisaplarının, iki kere iki
dört eder kat’iyetinde mazhar oldukları inayet-i Rabbaniye şehadetiyle, muaccel
mükâfatlarını görüyorlar. Yani, burada sünneti ile, dalâlet ve bid’at ve
dinsizlik ateşlerinden kurtaran mensup olduğumuz şeriatın mübelliği; burada
halâs ve mukavemetle, âhir hayatımızda imân ile, haşr-i ekberde şefaatıyla
inşaallah ebedî sevindirecektir diyorlar, diye biliyorlar….. Sikke-i Tasdik-i Gaybi