19.6.20

BİR HASBİHAL


“Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

Bilgi ve bilgisizlik ve ilimsizlik neticesinde görünen cehalet ve körlük gafletli bir hayatı insanın önüne koyar ve yaşamak sofrasına getirir.

Hakkında her bilinmeyen hakikat, birçok şeyin tesiriyle çeşitli renk ve boyalara girer. İnsan fıtratında olan arayışlar ve tanımak temayülleri ilmi olan tarifnameler ile teskin edilip doyurulmazsa başka şeyler açık kapıdan girer.

Felsefenin zehirli kısmı, hayallerin kurguladığı ucube tanımlar, hikâyeler, tasvirler ellerinde çaputları getirip fikrin ağacına bağlarlar. Semeresi faraziyat evham ve şüphe olan bu ağacın dallarına bağlı tüm yargılar, hadler zamanın tesirli rüzgârlarına göre hareketlenir. Kısır ve akim bir şekilde ömrü tüketir gider. Meyvesiz bir hayatı dünyeviye ve uhreviyeyi netice verir.

Hem herkesçe bilmemenin dehşeti bir derece bilir. Çünkü bilinmesi gereken şeylerin bilinmemesi, o bilgiye ihtiyacı olan birisini karanlıklar ve çaresizlikler içine hapseder.

İnsanın bilgi ve bilgisizlikle olan mücadelesi hayatının en büyük mücadelesini oluşturur. Şeytani fikirlerden neşet eden bütün olumsuz düşünceler, evham ve vesveseler insanı cehalet tuzağına doğru çeken önemli stratejilerdir.

Vazifelerin yapılmaması, öğrenme duygusunun hareketliliğinin sağlanamaması, doğru hedeflerin karşısına çıkan maniler ve engellerin şaşırtırcı yönlendirmeleri insanın atıl ve verimsiz bırakılmasını temin etmek açısından şeytani ve nefsanî hileleri içermektedir.

Özellikle şeytanın yaptığı hamlelerde kendini gizlemesi hatta varlığını inkâr ettirecek kadar desiselerini örtmesi. Bütün menfi düşünce ve hareketlerin sebeplerini kişilere zamana ve olaylara taksim etmesi insanın düşünce tarzında sadece vesvese ve evhamların hâkim olmasını netice verir.
Fikir selametini kaybeder ve türlü harici yönlendirmelere açık düşer.

Bu harici yönlendirmelerin en önemli sistemi, bir noktaya dikkat çekerek, konunun bütün irtibatlarını kesmek suretiyle, olayın veya oluşturulmuş düşüncenin merkezine sürekli tahşidat uygulamak şeklinde yapılmaktadır.

Eğer insan içinde olduğu durum itibarıyla vaziyetini tahlil edemez ise şeytanın ve nefsinin elinde oyuncak olur.

Genel olarak insan dünyasının hedef olduğu fikri veya hissi taarruzlara mukabele edebilmesinde iki şekilden söz edebiliriz. İnsanın iç dünyasına ait vesveselere karşı lakayt kalması bir çözüm olarak ifade edildiği gibi, mahiyetini bilmekle yapılan mukabelenin ilmi olan bir savunma sistemi de vardır. Lakayt kalmak önemsememekte bilmenin eseridir.

Üstadımız Bediüzzaman’ın dersinde ifade ettiği şekliyle;

“Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

İlme karşı lakayt kalmak bütün desise ve evhamın merkezi olmak anlamına gelir. Bilenle bilmeyenlerin farklılığı, doğu ve batı kadar bir mesafeyi ifade eder.

Bu meseleyi biraz etraflıca düşündüğümüzde ve genel anlamıyla izlediğimizde cehlin etkilendiği tüm konuların bazı meselelere mahsus olarak bir yoğunluk oluşturduğunu görebiliyoruz.

İnsan direnişini kıran ve onu mağbup eden şeyler bilmediği konuların üzerinde olmaktadır. Yada bildiği konuyu irtibatlı olduğu diğer hakikatlerden ayırarak lokal olarak zayıf düşürme şeklinde olmaktadır. Nazarı bir noktaya hasrederek orada körlüğünü sağlamak şeklinde tezahürleri vardır.

Bu vesveslerin, diretmelerin, şüphelerin her biriyle birer birer uğraşmak, öncelikli olarak, başarılı bir neticeyi getirmekte pek doğru bir çalışma şekli değildir. Çünkü bütünlük irtibatı tesis edilmemiş kısmi bilmekler, hakikatten koparılmış parçaların o taarruzlarda mağlup olmasını iktiza edecektir.
Bu nedenle insan bilmek noktasında kendini ilgilendiren konularda bir bütünlüğe hâkim olmalıdır.

Örneğin; Duçar olduğu vesveselerin taarruzların büyük bir hakikatin şubelerine yönelik olması, stratejinin merkeze doğru ilerleyişindeki karakol baskınları olarak adlandırılması mümkündür.
O taarruzlara karşı karakollar ile merkez arasında bir iletişim yönetimi ve merkezi bir koordinasyon gerekmektedir ki; şubeler arasındaki dayanışma ve ortak savunma o virüs yaklaşımlarını bertaraf etsin.

Akıl, kalp ve sair letaif arasında bu irtibat her bir latife ve hassanın kendine münasip cihaz ve silahlarla donatılmasıyla mümkündür. Her bir hassa ve latifenin kendine münasip bir ilmi ve hissi bir cephesi bulunur.

Aklın mesaili ilmiye ile olan münasebeti onu deliller ile donatırken, kalbin o deliller mesamatından doğan öz kaynaklar ve fıtri olan temayülleri ile marifetten gelen ve yapısıyla örtüşen eczalar ile sarsılmaz bir istinad bulabilir. Vicdanın yapısal niteliği, ruhun mahiyetindeki irtibat ve insanın tümüyle olan alakadarlık ve varlıklılık imtizacını organize edecektir.

Kısaca insan insanlığına ait ilimleri bilmek zorundadır. Buyrulduğu gibi; ilimlerin şahı padişahı iman ilmidir.

Çünkü Üstadımızın ifade ettiği gibi kâinatta en mühim mesele imandır… Kâinattaki en mühim mücadele iman ve küfür arasındaki mücadeledir. Bu mücadele ise çok cephelerde yapılmaktadır.
İnsanın bu mücadelede ayrıntı olarak savaşması veya başka başka cepheler açması onun bu savaşı kaybetmesine sebep olabilir. O nedenle yukarıda da ifade edildiği gibi merkezi kuvvetlendirmek, iletişim koordinasyonunu sağlamak için gerekli ilmi jojistik sistemini oluşturmak gerekmektedir.

En etkili kaynağın gayet dikkat ve ciddiyetli bir takiple kullanılması, Bilginin depolanması, mesai ve uğraşların aksatılmadan ve devamlı bir şekilde temin edilmesi, marifetin ilim musluğundan sağılmasını tedarik etmek, sürdürülebilir bir mücadeleyi Biiznillah galibane tesis edecektir.
Üstadımızın tevhidi kıble ederek Ku’andan aldığı bu dersler..Yani risale-i nur eserleri ilmin bütün meratibiyle stratejik yapısının, dünya ve ukba cihetlerinin gereklerini,levazımatını,ihtiyaçların terkiplerini ,insanın bütün hassa ve letaifine sunmaktadır.

Derki;

"İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir."
Yine der ki;

……..hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.
Ve Rabbimiz Der ki;

“Rabbim! İlmimi arttır” de. (Tâ Hâ Suresi, 114. Ayeti Kerime)

“Rabbim! İlmimi arttır”Amin…

Selam ve Dua…….

11.6.20

BİR GÜZELLİK HASBİHALİ


Her güzellik her insana başka bir açıdan görünür..O güzelliği o açılardan görebilen göz ve his sahipleri, kendi bakış açılarına ve duygu dünyalarına göre o güzellikten hisse alırlar.

Güzelliği görebilen ve hüsnü hissedebilenler, kendilerine akseden cemalden kendi kemallerine yürürler. Güzel görmüşlerdir, güzeli görebiliyorlardır güzelliği anlayabiliyor ve güzelliği güzel olarak hissedebiliyorlardır. Ve kendi güzellerine sadıktırlar…
Onun güzelliği ile baş başa kalırlar. O güzellikten nebean eden güzelliğin cilvelerine meftun bir şekilde her şulesine, her şuaına, her ihrakına ki muhabbetin meczini oluşturan hararetlerdir, onlar o cazibenin etrafında celb edilmiş bir manevra ile maveraya pervaz ederler.
Herkesin güzelliği kendinedir. Herkes kendi güzelliği ile baş başadır. Kalbinde o güzellik pırıltısını parıldatan hüsne olan kabiliyetlerini şükrederek, iradesiz mazhar oldukları bu letafeti bozmamak ve kaçırmamak için nazik ve dikkatlidirler.

Güzelliği hissetmek, idrak etmek, iz’an etmek iradi bir zorlama değil, fıtri bir meyilden ibarettir. Fıtrat hüsne âşık, kemale meftundur.

Güzelliğin güzel olması o güzelliği takdir edebilme ona ram olabilme, onun peşinden gidebilme, ona perverde olabilme, onun etrafında pervane olabilme, onun aksi nuruyla kendinden geçebilme özelliklerine haizdir ki, fıtratları su-i istimal olmamış gönüller, kalpler ve ruhlar ve akıllar, kendilerine göre teçhiz edilmiş muhibbi özellikler ile güzelliğe teveccüh ederler.

Dolayısıyla güzelliğin varlığından tezahür edebilen güzellik sevdası, görebilme ve sevebilme yetisini güzelliğin kendine borçludur.

Eğer hakiki bir güzellik olmasa güzelliğin aşkı da olamaz…
Dolayısıyla güzelliğin kendisi bir merkez..bir cazibe burcudur..Bütün güzelperestler ise o güzelliğin etrafında dönen sevgili peykleridir…

Onları bir birine bağlayan o güzelliğin bir kaynaktan tuluu ve oluşturduğu hüsnün cazibesidir… Aşıklar o güzellikten nakışlarını çevirseler bakacakları yer, o muhibbilerin o güzellikten kendi ayinelerine olan akisleri olacaktır. Bir birilerine bakmaya başlayan ayineler, kendi içlerinde âdemi bir sonsuzluk ve gölgelerden müteşekkil bir hayal dünyası bulacaklardır.

Ve cazibe bozulur,o aşık seyyareler meczup bir şekilde boşluğa dağılırlar…Ve aralarında bir çarpışma bir müzaheme meydana gelir..Güzellikten uzaklaştıklarından düştükleri karanlıklar ve o çarpışmalar onların güzellikleri bozar ve mahiyetlerindeki sevimli manaları soldurur.Hani meyvelerin kabuklarının soyulmasıyla başlayan kararmalar gibi…

Güzellik ağacın meyvesi, o güzelliği görebilen ve güzelliği taşıyabilen güzelliklerden ibarettir. Dalından kopmuş her hüsün, cildi soyulmuş bir meyve gibidir. 

Eğer o meyve var oluş köklerine bağlı kalsa, sadakat ve kanaat ile olgunlaşsa bir güzellik çekirdeğini rıza ve hoşnutluk bahçesinde nurani bir toprağa bir güzellik olarak düşecek ve o çekirdek için ebedi semereler verebilecek bir Şecere-i Ahsen şekline girecektir…

.

BİR NEFES HASBİHALİ

İnsan yaşadığı süre içerinde iki aralık bir derelik yerler ve birbirinden garip menzillere de uğrar. Ol kavle göre......Dolu dolu ve coşkun anların yüzünde ve yüreğinde bıraktığı hoşnutluklar olduğu gibi yüreğini ezen gönlünü bizar kılan zamanları da olur.

"İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir." Buyrulduğu gibidir kısaca…

Ömür apartmanının her katında iniş ve çıkışların ve geçici konaklamaların, yani her bir adımın kendine mahsus bir etki ve tepki karşılığı vardır.

Ve insan her hadisenin durumuna göre ayrışır hayattan. Bütünüyle kendine dönük bir açıdan kendi dünyasına bakar.

Dimağında, kalbinde, ruhunda ne var ise onunla karşılar gelenleri. Bilmekle şekillenen davranış biçimleri, güvenli bir mukabelede bulunurken, bilmemekten gelen tutumlar endişeli ve telaşlı bir şekilde ortalığı velveleye verir.

Her hadisenin kendine özel karşılığı vardır. Hayatın her yerinde ve her ihtiyacın giderilmesinde adeta ona tahsis edilmiş bir çözüm ünitesi bir tedarik merkezi bulunur. Acıkınca yemek yenilir. Üşüyünce ısınılır. Uyku gelince uyunulur. Hastalık gelince şifahaneye gidilir gibi…

Bazen konuşmak ister insan bir dost ve arkadaş aranır. Bazen bir emele ulaşmak hisse hissesini ister istemekten uğruna neler feda edilir.

Bazen hayallerin önü kesilir bir şeylerle insan üzülür,boynu bükülür.Her hedefin sebeplerle ilişkilendirildiği bir esbab dünyası yol keser bazen.Cansız hayatsız bir çok engeller veya müracaat isteyen şartlar oluşur önünde.Her biri bir perde veya aşılması gereken engel yada ulaşmak istenilen noktaya bir merdiven görevi yapar.Ve öyle halleniriz ki onlarla ,hakiki tesirin geldiği noktaya kör olur,vasıtaları azl etmekte zorlanırız.Veya onların kullanılmasının hakkını veren bir nazar bir teşekkür ve üzerlerini aşan bir şükürle veda edemeyiz olan bitenin olup bittiği yerde.

Ve insan bu döngüye alışır.Bu dönencenin varlığından uzak açılara yaydığı halelerden bihaber kalır.
Varlığı içinde var olmasına karşı var eden bir yöne kalbi hızla atarken, yeknesaklık ve ülfet o pervazın üstünü örter. Duygular Gülleşmeden küllenir.

Her gidişin “Nereye”sorusu vardır aslında..Her isteğin “Ne için”sorusunun olduğu gibi…Her beklentinin bir bekleme süresi intizarında gizlidir.

Her umud edilenin “Ne olduğu ve Neden olduğu,ve Neden olacağı”şeylerde onun mahiyetinde iç içedir.

Fakat arzular o kadar telaşlıdır ki yol lambalarını ayrıntı görür.Ona lazım olan rehberlikleri hafife alır,söz dinlemek istemeyen körlüklere kapılır ve koşarak kendinden uzaklaşır.

İnsan bilerek ve bilmeyerek..Yada kendisinin bilmediği ama bilenlerin hazırladığı çukurlara düşer.Ve bütün dünyanın iki akım arasındaki çatışmanın meydanı olduğunu unutuverir.

Garip garip taraftarlıklar sahibi olur. Bulunduğu safın nerede olduğunu fark edemez. Didişir bir şeylerle ve kapılıp bazı cereyanlara birçok talihsiz söz söyler.

Aslında nasıl giderse gitsin ve nereye giderse gitsin oradan geriye ol gelmese de başladığı noktaya hep bir şeyler döner.Ya o yolda kullandığı eşyalar veya hatıralar ve defterine doldurduğu satırlardır..Döner ve ömrünün heybesi içine ebedi bir seferin azığı olarak konulur.
Çok defa hesaba çekilmeden kendini hesaba çekmek, büyük bir kitaba haşiye olan bu defterin yeniden düzenlenmesini ve silinip aklanması sağlayan muhasebelerdir.

Konu kişi tarafına hassaslaştıkça ve amaçların kullandığı araçların beceriksizliği gün yüzüne çıktıkça İnsan bir başka bakmaya başlar dünyaya.

Her şey bir terkin üzerine müessestir mesela.
Her neye ulaşılırsa ulaşılsın üzerinde bir fena damgası vardır. Geçicilik denilen gerçek her şeyi kuşatmıştır.
İnsanın başını döndüren her ne ise zeval ile malemaldir. Buyrulduğu gibi..
Ya onun ömrü ya da insanın ömrü kısadır.
Ve İnan sevdiği şeyleri bekaya kalb etmenin yollarını arar ……..
Ve insan ellerini açar;
Ve insan her hadisenin ve koşulun şartlarının oluşturduğu duruma göre ister.
Bazen verilir istekleri. Bazen gizlenir. Bazen ötelenir ötelere…

İsteyen ve istenen arasındaki isteklerin aslında ne olduğunun önemi, diğer bir öneme göre pek önemli de değildir.

Dilemek ve dilenmek arasında kurulan bu köprünün altından ve üstünden neyin geçtiğinin de bu kavle göre pek önemi yoktur.

Burada isteyebilmek esasına dayalı teveccühe kavuşmak visalin en ehemmiyetlisidir.
İnsanın, maksat ve matlapları ne olursa olsun ve hangi talebi yerine gelmiş hangisi gelmemiş bulunursa bulunsun, isteyebilmekle en son elde ettiği şey;
bir Vedud incisidir.

Velhasıl “İstemek ne güzel şeydir”…

10.6.20

BİR DUA HASBİHALİ


Dua tam bir ibadettir. Hz. Muhammed Aleyhisselatu vesselam…
Dua bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir. (kulluğun büyük sırrı)
Belki ubûdiyetin ruhu (Allah’a CC kulluğun, hayat kaynağı, cevheri, canı) hükmündedir.
Duanın şe’ni, (özelliği) terdad ile takrirdir. (tekrar ile sağlamlaştırma) Bediüzzaman

........

Allah’a CC verine fıtraten verilen misaka sadık kalmak uzun soluklu ve daimî bir durum, hayatlı bir daire, titiz yaşanılacak bir ömür çizgisidir.

İbadet denilen hakikat, yaratan ve yaratılan arasındaki münasebeti karşılıklı bir konumda tutan yegâne yoldur. Muhtelif şekli olan ibadetin şuurlu dili ise duadır. Gizli, açık seslendirilen isteklilik hali, düşünceyi, arzuyu itiraf eden, hal ve kâle tercüman olan aracı fiil duadır.

İnsan kendini ne kadar tanırsa acizliğinin ve fakirliğinin farkına varır. İhtiyaçlarını kavrar. Gereksinimlerini giderecek bir yol arar. Çünkü insanlığı kaybolmamış bir insan; - Bediüzzaman’ın ifadesiyle-  “İnsan insaniyete layık bir şerefle yaşamak ister”…

Biraz daha akıl yürüten bir insan maddi manevi ihtiyaçlarını nasıl tedarik edebileceğini düşünmeye ve taharriye başlar. Birçok sebep dairesinin kapısını çalar…

Ve sonunda “isteyende aciz kendisinden istenen de” buyrulan hakikatin kapısına yanaşır…Esbap yolunun bittiğini anlayan veya sebeplerin mahiyeti asliyesini kavrayan bir iz’an “Esbap ise bahanelerdir, vesait de perdelerdir” penceresinden nefes almaya başlar…

Tüm bu iletişim ve etkileşim, birbirine bağlı olan, iman, tanımak bilmek, sevmek üçlüsünün sonucudur.

Bir maliki, yaratanı olduğuna sağlam iman etmemiş birisinde, onu tanımak merakı oluşmaz. O’nu tanımak merakı oluşmayan bir inanç ise taklidi ve örfi bir inançtır. Zayıftır, hatalıdır, tehlikelidir.

Ancak yaratanın varlık ve birlik delilleri ile hüccetledirilmiş olan bir iman, iman sahibinde tanımak, bilmek hissini ve sevkini meydana getirir. Bu nedenle sonsuz bağ ve bu bağlar arasında hadsiz ilişkileri olan bir münasebeti, bildim, buldum zannetmek, küçük bir lem’ayla kifayet edip ışığın kaynağına ulaşamamak anlamına gelir.

Daha yok mu? Yaklaşımıyla genişleyerek yürümeye devam eden bir isteklilik ve ilgi bilmek tanımak ufkunda, sonsuz nur bulmaya neden olur. Muhatabı hakkında elde ettiği her bilgi, ulaştığı her nimet, aklını, kalbini, ruhunu olgunlaştırıp kâmil bir noktaya doğru çekecektir. Bilmek ve bilinmek denge noktası ise birçok sırrı, muhabbetti, aşkı ve vuslat iştiyakını netice verecektir.

İşte dua bu bilmek bilinmek denge yolculuğundaki tekellümdür. Arz-ı haldir. Talepleri, edepleri ifade etme aracı, sevgiyi ilan vasıtasıdır. Razılık ilamını hadsiz nazarlara açan ve temaşaya davet eden, kulluk mayasının gereğinin teşhiridir.

Yani aslında dua, yakın geleceği ilgilendiren bireysel talepleri elde edebilmek için bir usul olmaktan çok daha yüksek bir değere ve dua, edilen muhatabı itibariyle hakiki ihtiyaç, iştiyak ve samimiyete ve istenilen şeyin değeri ile ilgili bir denkleme de sahiptir.

Bazı dünyevi meseleler duanın temas edebileceği her şeyi dikkate alır. Bir amaca uğraşmak amaca tayin edilmiş maksat veya fetvaya namzet, ya da akıbete duçar veyahut nimete mazhar olanların yaşam dairelerindeki tüm münasebeti kapsar.

Bir çocuğun göz yaşına takdir edilmiş şekerlemenin veya bir ailenin sofrasına gelecek ekmek, temas edebileceği, yağmurdan toprağa, topraktan başak'a kadar bir etkileşim alanına sahiptir.

Manzaranın bütününü göremeyen cinayetkâr hırsın müdahale talebi meşieti ilahiye tarafından geri verilir. Üstadımızın dediği gibi, Meşieti ilahiye meşieti beşeriyeyi geri verir. Kader konuşur cüz-i ihtiyari susar.

İşte çok istimal edilen “HAYIRLISI” kelimesi kader bezminde hudutları malum olmayan sınırlara müdahil olmaktan edeple içtinap edip teslim olmanın bir ifadesidir.

“Eğer hak onların keyiflerine tâbi olsaydı, gökler ve yer fesâda uğrardı.” Mü’minûn Sûresi, 23:71. Buyrulduğu ve yine üstadın şiddetli ifadesiyle;

“Ey müteşekkî! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, nikmet olarak gördüğün şey belki ayn-ı nîmettir? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvâzi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin? Hitabı ile karşılaşır.

Eğer talepte edep olmaz ise bütünüyle bir mahrumiyettir. Çünkü talep dillendirilen bir ihtiyaçtan ileri gelmektedir. Hakikatte bir hak kaybının feveranı değildir. Velev öyle olsa Allah'ın adil olduğunu bilen bir iman teslimiyet yolunu tercih ederek, kaderin adaletini bekleyecektir. Evet bir aczin ve ihtiyacın lisanı olmuş bir lisanın mahviyet ve tevazu içinde bulunması ve ilan ettiğine tevekkül etmesi esastır.

Tereddüt göstermek, delil sorgulamak, acabalar içinde olmak, dua edilen hakkında bilgisizliğe ve inanç zafiyetine delalet eder.

Örneğin; İşitir, bilir, görür ve lakayt kalmaz. Kudretli ve merhametli. Vermeyi sever ve muktedir. Kullarının mutlak hayrını ister. Yaratan ve yarattığına hâkim. Her şey onun izni ile meydana gelir vb. Bilen bir yakarışın vehimle münasebet kurup çelişkiye düşmesi talihsizliktir.

Evet, duanın dua olabilmesi için, imtihanın kavranması, ihtiyacın gerçekliliği, talepteki içeriğin nefsi zaaf ve isyan, tahammülsüzlük içermemesi, tevekkül ve kanaat ile güven ilkesine sahip olması önemlidir.

Yani, umumu alakadar eden şeylerde sana göre diye bir şey olmaz. Zaman, zemin, mekân etki alanı, diğer haklar veya haksızlıklar, takdirler, sonuçlar vb çok geniş bir daireyi içine alan durumlar göz ardı edilmemeli. Kişi kendince ihtiyaç gördüğü şeyleri ve talepleri uygun bir üslupla dile getirip neticeye kanaat etmeli. Olursa nurun ala nur. Olmaz ise vardır bir bildiği deyip, durumu muhabbetle kabullenmeli.

İnsanların konumları karıştırmaları öncelikli meselelere yer değiştirdiğinden, beka yanında sinek kanadı kadar değeri olmayan bir dünyanın işlerine, kırılacak camlarına elmas bahası verildiğinden, kendilerini ilgilendirdiğini düşündükleri boylarından büyük şeylere gözlerini dikmiş, severek isteyerek kendi olumsuz akıbeti için dilekte bulunabiliyor. Oysa kabul olmadığını düşündüğü dualarına yön değiştirip;

Hakiki geleceğimi zenginleştir.
İman selameti ver.
Rızanı kazanmamı nasip et.
Emaneti bir hakkın eda edebilme, sana ulaştırmama yardım et.
Beni kötü hülyadan ve günahların arkadaşlıklarından kurtar.
İlmimi arttır. İmanımı arttır.
Seni sevebilme kabiliyetimi genişlet, sevdire bilme hizmetleri içinde bulundur.
Doğru ahbaplar ve dostlar lütfet.

Cennetine al. Âmin gibi isteklerde bulunsa talebin doğruluğu ve ihtiyacın realitesi itibariyle, ilme, imana, hizmete dair şeylerdeki isteklere gelen cevaba kendisi şaşıracaktır.
Mahiyet itibariyle mezra olan bir yere, kalıcı bir nazarla bağlanmak, orada rahata ulaşmaya çalışmak, ona baki bedeller vermeye hazır olmak, müminler açısından Rahmet-i İlahiye ye uygun olmadığından, zahiren red cevabı ile karşılaşabilir. Hakikatte ise merhamet ile baki meyveler verebilir.

Üstadın dediği gibi. Hikmetine itimat etmeli, rahmetini tenkit etmemeli…

Bazen ise çok ısrar kerhen bir takdire rast gelir. Bir elde edilir bin kaybedilir. El- iyazü-billah…

Konuya girerken paylaştığımız dua ve ibadet ilişkisi ile ilgili konuları nazara almalı. Duayı Rabbimizi tanımaya vesile yapmalı.

Yoksa hakkında hiç bir şey bilmediğimiz, isim ve sıfatları hakkında bir ilme, hangi icraatı hangi sonuca bakar, neyi nasıl verir, ekser faaliyet tarzı hakkında bir görüş ve birikime sahip olmadığımız,sevgisinden,güzelliğinden,cömertliğinden,adaletinden,takdirinden emin bulunmadığımız ,zenginliğinden bihaber kaldığımız, itimat etmekte tereddüt yaşadığımız, onu razı etmek hususunda titizlikle davranmayışımız ibadetlerimizdeki eksiklikler, emirlerine gösterdiğimiz hassasiyet yoksunluğu ile şunu ver. Bunu ver. Niye vermedin gibi bir gaflete düşmek feci bir sonuç olsa gerek… Doyma yeri olmayan bir yerde doymaya çalışmak ne kadar boş…

Evet kısaca neyi nasıl isterim den çok önce, dualarımla Rabbimden kendiyle ilgili bana bahşedeceği marifetten ve mağfiretten ne dileyebilirim. Onu ve kendimi nasıl tanıyabilirim. Benden ne istediğini nasıl öğrenebilir ve nasıl karşılık verebilirim gibi, duayı Onun yakınlığına kavuşma vesilesi yapmalı…

Temelleri olmayan veya zayıf olan hiçbir bina sağlıklı değildir. Doğru talepler, duanın kabul şartları risale-i nurlarda ve birçok alim ve kaynaklarda vardır. Bu bilgilere ulaşmak kolaydır. Âmâ duaya ulaşmak bambaşka bir şeydir.

Herkesin iman ve marifeti nispetin de kendine ait kelimeleri oluşur. Duasının kendine özgü bir dili ve rengi meydana çıkar. Kendi sesi ve iniltisi dileklerini şekillendirir. Ne zaman ki insan, parmak izi gibi, kimseye benzemeyen yüzü gibi, kimsede olmayan hisleri gibi sözcüklere kavuşur. İşte o zaman duaya ulaşır. Sevilenlerin dualarına kendi dualarını karıştırır, öğretilenleri ikrar ile tekrar ederek sağlamlaştırır. Asıl matlup, maksat, kendini gösterir.

Kısaca makul duada devam duaya olan sırra bir yolculuktur.

Dua ile elde edilen neticeden daha önemli olan dua edebilecek bir imana sahip olabilmektir.

Yine dua ile elde edilecek şeylerden daha önemli olan şey, dua edebilecek birinin kulu olabilmektir…

Evet sevgili dostlar duaya ulaşabilmek niyetiyle hoş kalın……….


.


6.6.20

Manevi İlaç



19.5.20

19.05.2020 Ramazan / Kadir Gecesi .. Hayırlı Kandiller


Allah bize ve umum ümmeti merhume-i Muhammed'e a.s.m ..
Hakla batılı tefrik için hidayet,
Aklın istikameti olan iyi ve kötüyü ayıracak inkişaf ..
Aleyhimize olanı lehimizde zannetme gafletine feraset..
Ihtiyar ettiğimiz hakikati yapma ve tamamlama irademize ikmal ve kuvvet..
Fıtri ve Ahd-i taahhütlerimizi ifaya dikkat ve muvaffakiyet versin…
Heva-i nefsin huzuzat tiryakiliği ve hırsından,mugalaya mehaz olan  tevilinden,
İnfiradi menfaati nazara olan düşkünlükten,
Haddini bilmemekten,
Layık olmadığını istemekten,
Hak etmediğini hak etmiş gibi hallere girmekten,
Kuyu dibinde iken kendini minare tepesinde görme vehimlerinden,
Mülkünde ki memlukiyeti, nisyan ile malik zannındaki zimmetten necat ihsan etsin…
Hadsiz şefkati ile maddi manevi hastalıklarımıza şifa lutfeylesin...
İntibahtan ve insaftan gabilerin, sırat-ı müstakimden hulul ile azc ve fakrından âmâ olanların başı üstünde dolanan tedip ve ceza kılıcının ürperten ışıltısından,
Fark edilmeyen ve ısrar edilen hatalardan ,
Batıl itikad ve menhus istidraçlardan doğan ve sadrımıza oturan sıkıntı ve kararsızlıklardan ,
Bir türlü hakikati olan sürur ile kalbimize gelip yerleşmeyen, çeşitli yeisler ve esbapları ile tazip edici  mutsuzluklara inkılap  eden duygu ve düşüncelerden  kurtuluş yolları açsın...
Yaratılışımızda ki âli maksada, imanımıza ve dinimize ihanetten halas kılsın...
Kusurlarını gösterip tövbe-i Nasuh nasip ettiği muhibbiler hürmetine kusurlarımız ve günahlarımızdan vaz geçmeyi, bir daha geri dönmemeyi inayet buyursun....
Cümle sevdiklerine Selam olsun...
Bizide o zümreyi saadete idhaliyet ile şereflendirsin...Âmîn

.

12.4.20

Nezafet..

Alman âlimlerinden ve müsteşriklerinden Jochahim Du Rulph (Yoahim Dü Raf) Kur'anın sıhhate verdiği ehemmiyetten bahsederken şu sözleri söylüyor:

İslâmiyetin şimdiye kadar Avrupa muharrirlerinden hiçbirinin nazar-ı dikkatini celbetmeyen bir safhasını bahis mevzuu etmek istiyorum.

İslâmiyetin bu safhası, onun sıhhatı muhafaza için vukubulan emirleridir.

Evvelâ şunu itiraf etmek lâzımdır:

Kur'an, bu nokta-i nazardan bütün dinî kitablara faiktir.

Kur'anın tarif ettiği basit fakat mükemmel sıhhî kaideleri nazar-ı dikkate alırsak; bu mukaddes kitab sayesinde bütün dünyanın bazı kısımlarıyla, haşerat mahşeri olan Asya'nın, müdhiş bir tehlike olmaktan kurtulduğunu görürüz.

Müslümanlık nezafeti, temizliği, nezaheti bütün sâliklerine farz etmekle, birçok tahribkâr mikropları imha etmiştir.

JOCHAHİM

İşârât-ül İ'caz

Arama Sonuçları

Web sonuçları