17.8.13

Ali Ulvi Kurucu Kaleminden Bediüzzaman

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ
 1

Önsöz

(Bu Önsöz, Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.)

Büyük İkbâl’e ait olan Önsözde demiştim ki: “Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip aziz hâtıraları anılırken, insan başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, tertemiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlâhî feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.

Tarihe şerefler veren erler anılırken,
Yükselmede ruh, en geniş âlemlere yerden.
Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden,
Geçmiş gibi Cennetteki gül bahçelerinden.


Bu derin hakikati, Önsözü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Ziraaziz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlâs ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle harikaya sahne olan gönüller fâtihi büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur Külliyatına ve ahlâk ve faziletleri, ihlâs ve samimiyetleri, iman ve irfanlarıyla hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık âlemine tertemiz örnekler vermekte devam eden Nur talebelerine aittir.

Bir kitabın mukaddemesini, o kitabın hülâsası diye tarif ederler. Halbuki, her mevzumüstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını böyle birkaç sahifelik mukaddemeye sığdırmak kabil midir?

Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlâhî bir neş’e ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki, Bediüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlâhî tecellilere mazhar olan bambaşka bir âlim ve mümtaz bir şahsiyettir.

Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de o nur âleminde hissenfikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin, bir beytiyle çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim: “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak Cenâb-ı Hakka zor gelmez.”
• • •
Gayesinin ulviyetinden, dâvâsının ihtişamından ve imanının azametinden feyiz ve ilham alan bu kutbun câzibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.

Akıllara hayret veren bu ulvî hadise, münkirleri kahrettiği gibi, mü’minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor.

İmanlı gönüllerde mânevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlâhî hâdiseyi, büyük bir mücahid, kalbleri vecd içinde bırakan bir üslûpla, bakınız, nasıl ifade ediyor:

“Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun, yani Bediüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı; ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”

Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarikat mı, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür?”

Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti. Neticede, bu İlâhî tecellînin gönüller ülkesine kurulan bir iman ve irfan müessesesinden başka birşey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlâhî bir surette tecellîsi şu şekilde zuhur etti: Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraati kararı resmen ilân edildi. Ve artık, ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlâhî kanunların başında gelen bir hakikat olduğu güneşler gibi belirdi.

Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyardâvâsını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaîuzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.

Meselâ, o adam ilk günlerde mütevazi, âlicenapferagat ve mahviyetkârhülâsa, bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derece de mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra, yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş’esiyle, birçok büyük sanılan kimseler gibi yere göğe sığmaz mı olmuş?

İşte, büyük küçük herhangi bir dâvâ ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak âyine budur.


arih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ peygamberler ve bilhassa Sultanu’l-Enbiya Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sonra Onun halife ve Sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.

• • •
Peygamber Efendimiz, şu  اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ yani, “Âlimler, peygamberlerin varisleridirler” hadis-i şerifleriyle, âlim olmanın pek kolay birşey olmadığını, i’câzkâr belâğatleriyle beyan buyuruyorlar.

Zira, mademki bir âlim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri, takip, tevkifmuhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa...

İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür’atiyle aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.

Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında, beni en çok meftun eden şey, onun, o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.

Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tâzip ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!

Büyük İkbâl’in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neş’esiyle vaktiyle yazdığım “Mücahid” ünvanını taşıyan bir manzumede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şâirane bir mübalâğada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.

Lâkin şu mukaddemesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah’ın ne kulları varmış! Eğer bir iman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş!

Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,
İnsan da, o imandaki son sırra ererse,
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar;
Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar...

Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham,
Peygamberi rüyada görür belki her akşam.
Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrap,
Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtap.

Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz;
Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.
Cennetteki âlemleri dünyada görür de,
Mahvolsa eğilmez sıra dağlar gibi derde.

En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,
Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,
Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,
Ruhundaki imanla yanan meş’ale sönmez!

Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!
Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:
Ey yolcu! Şafaklar sökecek, durma, ilerle,
Zulmetlere kan ağlatacak meş’alelerle...

Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere, yüksel,
İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el!

Sanki bu mısralar iman kahramanı, büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerimede, bakınız, mücahidlere neler vaad ediyor:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ 
Meâl-i şerifi: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle (Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle) beraberdir.”

Demek ki, iman ve Kur’ân uğrunda candan ve cihandan geçen mücahidlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. HâşâCenâb-ı Hak vaadinde hulf etmez; yeter ki, bu azim vaad-i İlâhîyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Bu âyet-i kerime, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nurun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira, madem ki bir insan Cenâb-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.

Allah’ın nuruyla nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-u İlâhîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespâye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve tesellî edebilir?

Allah’tır onun yârı, mürebbîsi, velîsi;
Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi.
Yükselmededir mârifet iklimine her an,
Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur’ân...
Kur’ân ona yâd ettiriyor “Bezm-i Elest”i.
Âşık, o tecellînin ezelden beri mesti...

İşte, Bediüzzaman, böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer va’z ve irşad kürsüsüdür. Oradan insanlığa ulvî bir gaye uğrunda sabır ve sebatmetanet ve celâdet dersleri verir. Hapishaneler birer medrese-i Yusufiyeye inkılâp eder. Oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zira oradakiler, onun feyiz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Hergün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve cânileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

Böyle bir yüksek iman ve ihlâs şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak, ruhuyla mâneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir.

Büyük mutasavvıfların (r.a.) fena fillâhbekabillâh diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.

Evet, her mü’minin kendine mahsus bir huzurhuşûtefeyyüztecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes, iman ve irfanı, salâh ve takvâsı, feyiz ve mâneviyatı nisbetinde bu İlâhî hazdan feyizyâb olabilir. Lâkin bu güzel hal, bu tatlı visal ve bu emsalsiz haz, geçen âyet-i kerimedeki ihsan erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar, bu sebepten dolayıdır ki, Mevlâyı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleriyle, arslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lâhzası, en yüksek terakki ve tekâmül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları, o cemâl, kemâl ve celâl sıfatlarıyla muttasıf olan Rabbü’l-Âlemînin rızasında erimiş bulunuyorlar. Mevlâ, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin. Âmin.

Yukarıdaki sahifelerde, büyük Üstadın, dostlarını meftun ve hayran ettiği kadar da, düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli imanından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti nurdan bir hâle halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlâk ve kemalâtından bahsedelim.

Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. BinaenaleyhÜstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:

Feragati:

Bir dâvâ sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştan başa feragatın şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.

Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”

Büyük adamdan sâdır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım.

Vaktâ ki aynı sözü Bediüzzaman’ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor...


Evet, İslâm için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrâhimîn olan Allahü Zü’l-Kerem Tealâ ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedaî kulunu lütuf ve kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek, şânına -hâşâ- yakışır mı?

İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes’ut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat Cenâb-ı Hak kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fâni kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.

Bugün dünyada hangi bir aile reisimânen Bediüzzaman Hazretleri kadar mes’uttur? Hangi bir baba milyonlarla evlâda sahip olmuştur? Hem de nasıl evlâtlar!.. Ve hangi bir üstad bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?

Bu kudsî ve ruhî rabıta, biiznillâhi teâlâ, dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü bu İlâhî dâvâ, Kur’ân-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur’ân’dan doğmuş ve Kur’ân’la beraber yaşayacaktır...

Şefkat ve merhameti:

Büyük üstad, hak ve hakikati tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcâtını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden, feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir ârif-i billâh idi.

Lâkin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı.


Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes dâvâya feda etti. Ve işte bu hikmetmebnidir ki, o günden beri her sözü bir dilim lâv, her fikri bir ateş parçası olmuş, düştüğü gönülleri yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor.

Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazâlî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.

Demek ki, Cenâb-ı Hak, büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiyetasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bambaşka tesirler icra ediyor.

Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazâlî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlâs vâdisinde başarmıştır.

Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:

“Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”

İstiğnası:

Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.

Mâsivâdan tam mânâsıyla istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığıyla Rabbü’l-Âlemînin bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyad değil, âdeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam etmektedir.


İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir.

Bakınız, Üstad, Mektubat ünvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektubunda, bu mühim noktayı altı vecihle ne kadar asil bir iman ve irfan şuuruyla izah eder:

“Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle itham ediyorlar; ilmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde hakkı neşredenler

1 اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ، اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ diyerek, insanlardan istiğna göstermişler...”

İşte, Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlâhî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstadizzet-i ilmiyesini, cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.

Artık, herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuruyla dolmaz?

İktisatçılığı:

İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz “istiğna”nın tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten iktisat sarayına girebilmek için, evvelâ istiğna denilen kapıdan girmek lâzımdır. Bu sebeple iktisatla istiğnalâzımla mülzem kabilindendir.

Üstad gibi, istiğna hususunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husule gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi gelebilir. Zira bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lâ Martin’in dediği gibi: “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.”

Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını mânevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.

Meselâ, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istidatkabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesiyle ölçen bir dâhidir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakebe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.

İşte Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği tertemiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nâdire-i fıtrattır.

Tevazuu ve mahviyetkârlığı:

Nur Risalelerinin bu kadar harikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faidesi olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde kendine bir “kutbu’l-ârifîn” ve bir “Gavsu’l-vâsılîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir.

Mesela, ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve âteşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı, öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına, bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.

Üstad, hususî hayatında gayet halim-selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için âzamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahrumiyetlere katlanır; fakat imanına, Kur’ân’ına dokunulmamak şartıyla...

Artık o zaman bakmışsınız ki, o sâkin deniz, dalgaları semâlara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’ân-ı Kerîm'in sadık hizmetkârı ve iman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakikati veciz bir cümleyle şu şekilde ifade eder:

“Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben de Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, ‘hak budur’ derim, başımı eğmem...”

Vazife başında ve cihad meydanında iken şu mısralar lisan-ı halidir:

Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi,
Sinsi düşmanlara, hâşâ, satamam benliğimi.
Benliğimden uzak olmaktır esaret bence,
Böyle bir zillete düşmek ne hazin işkence!

Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım,
Dest-i kudretle yapılmış kaledir imanım,
Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım,
Görmek ister beni Cennette şehid ecdadım.

Ruhum oldukça müebbed, ebedîdir ömrüm,
En büyük vuslata Allah’a çıkan yoldur ölüm.

Kitaba girmezden evvelÜstadı ilmîfikrîtasavvufî ve edebî cepheleriyle de mütalâa etmek isterdim. Fakat çok derin ve pek şümullü olan bu mevzuların birkaç sahife ile hulâsa edilemeyeceğini kat’î bir surette idrak ettikten sonra, artık adı geçen mevzulara birkaç cümleyle temas etmeyi münasip gördüm.

Rabbim imkânlar lûtfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir surette tetkik ve mütalâa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve aziz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim.

Üstadın ilmî cephesi:

Merhum Ziya Paşa, şu "Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde" beytiyle nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir.

Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilâta girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.

Yalnız, yanık bir şairimizin; "Hüsn olur kim seyrederken ihtiyar elden gider" dediği gibi, hayatının her lâhzasında İlâhî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zâtın, ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlâhî bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.

Üstad, Risale-i Nur Küliyatında dinî, içtimaî, ahlâkî, edebîhukukîfelsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de harikulâde bir surette muvaffak olmuştur.

İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları gayet açık bir şekilde ve en kat’î bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek sâhil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.

Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatını aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kur’ân-ı Kerîm'in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billûr huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira, tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mü’min kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur!

Üstadın fikrî cephesi:

Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takip ettiği bir gayesi ve bütün gönlüyle bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serd edilir. Fakat Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle filân yorulmaksızın, bir cümleyle hülâsa edilebilir:..

Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegâne dâvâları olan “Hâlık-ı Kâinatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilân” ve bu büyük dâvâyı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir. O halde Üstadın mantık, felsefe ve müspet ilimlerle de alâkası var.

Evet, mantık ve felsefe, Kur’ân’la barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul dâvâsını ispat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat’î burhanları, Kur’ân-ı Kerîm'in Allah kelâmı olduğunu hergün bir kat daha ispat ve ilân eden müsbet ilimdir.

Zaten felsefe, aslında hikmet mânâsına geldikçe, Vacibü’l-Vücud Tealâ ve Tekaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri’sine lâyık sıfatlarla ispata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’ân-ı Kerîm'in nurlu yolunu takip ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin bu hususta hâiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşaallah müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahi’t-tevfik.

Tasavvuf cephesi:

Nakşibendî meşâyihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz (asm) Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum: “Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?”

“Ulema, Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin (asm) hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zâta ‘zülcenaheyn,’ yani ‘iki kanatlı’ deniliyor.

Binaenaleyh, tarikattan maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip ahlâk-ı Peygamberî ile ahlâklanarak bütün mânevî hastalıklardan temizlenip Cenâb-ı Hakkın rızasında fani olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki ehl-i hakikattirler. Yani, tarikattan maksud ve matlub olan gayeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz matlub olan hedefe kolaylıkla erebilmek için muayyen kaideler vaz eylemişlerdir. Hülâsatarikatşeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarikattan düşen şeriata düşer, fakat —maazallah— şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.”

Bu büyük zatın beyanatına göre, Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şâibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilâf yoktur. Her ikisi de rıza-yı Bârîye ve binnetice Cennet-i âlâya ve dîdar-ı Mevlâya götüren yollardır.

Binaenaleyh, bu asîl gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilâkis Risale-i Nur, tasavvuftaki “murakabe” dairesini Kur’ân-ı Kerim yoluyla genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir.

Evet, insanın gözüne gönlüne bambaşka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakabesiyle meşgul olan bir sâlik, kalbi ve bütün letâifiyle birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamıyla seyir ve temaşamurakabe ve müşahede ederek, Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde binbir şekilde tecellî etmekte olan Esmâ-i Hüsnâsını, sıfât-ı ulyâsını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mâbedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder.

Çünkü, içine girdiği mabed öyle ulu bir mâbeddir ki, milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar içinde Hâlıkını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanları, şive, nâğme, ahenk ve besteleriyle bir ağızdan 1 سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ diyorlar.

Risale-i Nur’un açtığı iman ve irfan ve Kur’ân yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mâbede girer. Ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizyâb olur.

Edebî cephesi:

Eskiden beri, lâfız ve mânâ, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, mânâyı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.

Diğer zümre ise, en çok mânâ ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban etmemişlerdir.

Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi, bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira Üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibiyle değil, bilâkis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkiniyle meşgul olan bir dâhidir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.


Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir.

Meselâ, ilmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gayet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mest edip ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez.

Meselâ, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken üslûp o kadar lâtif bir şekil alır ki, artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.

İşte bu hikmetmebnîdir ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatını mütalâasıyla -üniversitenin herhangi bir fakültesine mensup da olsa- hissen, fikren, ruhenvicdanen ve hayalen tam mânâsıyla tatmin edilmiş oluyor.

Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kur’ân-ı Kerîm'in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda, o mübarek ve İlâhî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır.

Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,
Kur’ân’a her zaman beşerin ihtiyacı var.
Ali Ulvi Kurucu


























6.8.13

Ey Allah’ım, ey Rabbimiz!

Ey Allah’ım, ey Rabbimiz! Bizi Cehennem ateşinden halâs eyle, muhafaza et, necat ver!

Allah’ım, bize âfiyet ver, bizi affet, bizi iyilerle birlikte pâk ve temiz diyarın olan Cennete koy. 

Bunu sadece affınla yap, ey kullarını azaptan koruyan Mücîr! Fazıl ve kereminle olsun, ey bütün günahları bağışlayan Gafur!

Ben, şu kıymetli ve şerefli isimlerinin, şu yüce ve lâtif sıfatlarının hakkı için istiyor ve yalvarıyorum ki, Efendimiz Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâma, onun yaptığı iyilikler sayısınca salât ve selâm eyle!

Allah’ın ismiyle.

Allah bana kâfi.

Allah’tan başka ilâh yok.

Allah her şeye şahit.

De ki; O Allah’tır. Allah’ın dilediği olur. Rabbim Allah’tır. Allah’ın şânı yücedir. Allah âlîdir. Allah’a tevekkül edip güvendim. Allah onlara karşı sana kâfidir. O her şeyi işiten ve bilendir.

Bütün kusurlardan münezzehsin. Ey kendisinden başka ilah olmayan Allah’ım! Eman ver bize, eman diliyorum. Sana olan medih ve senâları sayıp dökemiyorum. Sen, Zâtını övdüğün gibisin.

Ey bütün kemâl sıfatlarını taşıyan hakikî Ma’bud olan Allah! Ey bütün mahlûkata rızık verip merhamet eden Rahman! Ey ahirette sâlih kullarına lütuflarda bulunacak olan Rahîm! Ey bütün günahları bağışlayan Gafûr! Ey kullarının ibâdet ve şükürlerine bol mükâfatla karşılık veren Şekûr!

Zâtın için saydığın güzel isimlerin, yüce sıfatların ve eksiksiz kelimelerin hakkı için Senden istiyor ve yalvarıyorum ki, beni, anne-babamı, Üstadım Said Nursî’yi, Nur Talebelerini ve bütün erkek ve kadın mümin ve Müslümanlardan hayatta olan ve ölenleri bağışla!

Bize öyle bir merhamette bulun ki, Senden başkasının merhametine ihtiyacımız kalmasın!

Dünyada ve ahirette ihtiyaçlarımızı yerine getir ve dilediğimizi ihsan eyle! Dünyadan ayrılırken son nefesimizi saâdet, şehâdet, ikram ve müjdeyle vermemizi nasip eyle!

Bizim adımıza Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı lâyık ve müstahak olduğu şeylerle mükâfatlandır.

Gözümüzü açıp kapayıncaya kadar bizi ne nefsimize, ne de yaratıklarından hiç birine havâle etme!

İşlerimizi ıslah edip, yoluna koy! Bizi, hiç zâil olmayan ilim ve sıyânetinle himâye eyle! Ayrı yaşanamayan desteğinle bizleri muhâfaza eyle, ey Celâl ve İkram Sahibi!

Bizden ve bu isimleri üzerinde taşıyan kimselerden cin, insan ve şeytanlardan gelecek âfetleri, yer sarsıntılarını ve Allah korkusundan meydana gelen dağ parçalanışlarını, tâun ve vebâ musîbetlerini, kem gözleri, vücut ağrılarını ve diğer felâketleri def eyle!

Bizi bütün şer ve kötülüklerden muhâfaza et.

Rahmetinle bize dünyada ve âhirette selâmet, âfiyet ve hayır nasip eyle, ey merhametlilerin en merhametlisi!

Allah, Efendimiz Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.), onun âl ve Ashâbına sallât ve selâm eylesin!

Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Amin..Amin..Amin...

(CEVŞEN)

23.6.13

Ey Semavat ve Arzın ve bazıları bilmeseler de içindekilerin Rabbi!


Her şey kendisine verilmiş programa büyük bir sadakatle uyar. Dünyaya gelmekte gitmekte bir takdir iledir. Verilmiş zaman bittiğinde şu seyrine doyulmaz dünya ve bir parça sudan inşa edilmiş şu harika beden sarayı kıymetsiz bir paçavra gibi toprağa atılır. Ölüm tüm felsefeyi sessizliğe tüm isyanı tereddüde boğar.
Çünkü dünya da her neye bakarsak bakalım hiç önem vermediğimiz adi basit şeyler bile mükemmel olarak meydana gelirler. Bir yağmur tanesinden bir böcek gözüne kadar.
Ve sen güya büyük bir susku içindesin..yıldızları ve galaksileri çeviriyor,mevsimleri arka arkaya takıyor,yüz binlerce canlıyı dünyaya gönderiyor yüz binlercesini sahneden alıyorsun..sana ne derlerse desin her şeyi sahibine iade ettiğinden,iyilik ve kötülük insanın kendi rengine karışıyor..Mesela seni inkar edenler inkar edilmişlerdir.Senin olan ilişkilerini ucundan tutanlar salla pati bir hayat yaşar..arada derede kalıp iman ile küfür arasında kalanlar hep muallakta sallanan bir ip gibi anlamsız yaşar.Sana içtenlikte gelmiş olanların durumunu insanlık bilmekten acizdir.Ve sen onlarla konuştuğundan onlar kimselerle konuşmazlar…
Sana yakın olduğunu iddia edip bir türlü yanında kalamayanlar sürekli bir kaos içindedirler.Seni anamayanlar anılmaz..sevmeyenler sevilmez..çaba göstermeyenlere çaba gösterilmez…
Çünkü sen herkese, kendine yetecek bir anlayışı adaletle verdin. Kimseyi anlamadığından kavramadığından mesul tutmadın. Ancak yapmacık her yaklaşımı o zavallı konumunda bıraktın…
Biz sadece samimi olacak, olduğumuzdan fazla görünmeye çalışmayacak, tüm kafa karışıklığımızı sana söyleyecektik. Biz senden kaçarak hiçbir kudreti olmayan, hiçbir isteğimizi yerine getiremeyen ve en önemlisi başımızı bastırdığın topraktan arkasını bize gösteremeyenlerin yanında insanlığımızı aradık.
Ve kovulduk..
Yalnız kaldık..
Kimse bizi anlamadı ve biz kimseye kendimizi anlatamadık…
Bugün din gününden evvel bir gün..Berat günü..Diyorsun ya “Benim Şükreden Kullarım Azdır”..beni ve benim gibi tüm pişman kulcuklarını bu azlardan eyle…

Bu gece..

Ey Rabbim ! Bu gece bütün söylemek istediklerimi bir araya toplayıp ifade etmeye kalksam ancak Üstadım Bediüzzaman’ın  duası arkasına saklanır,tüm ruhumla kabul ettiğim bu ilticasına.. 

"Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster" 

..binler Amin derim…

Yine başka bir duasını avuçlarıma alıp rahmetine doğru kaldırırım;

İlahi! Günahlar beni lal etti. 
İsyanımın çokluğu yüzünden mahcubum. 
Gafletin şiddeti ise sesimi kıstı. 
İşte, ben de, seyyidim ve senedim şeyh Abdülkadir Geylani’nin sesiyle Senin dergah-ı rahmetinin kapısını çalıyor ve onun, kapıcıya aşina nidasıyla Senin mağfiret kapında nida ediyorum:

• Ey rahmeti herşeyi kuşatan ve ey herşeyin melekütu elinde bulunan Zat,

• Ey hiçbir şey kendisine zarar veya fayda veremeyen Zat,

• Ey hiçbir şey Ona galebe edemeyen ve hiçbir şey Ondan kaçıp gizlenemeyen,

• hiçbir şey Ona ağır gelmeyen ve hiçbir şeyin yardımına muhtaç olmayan,

• hiçbir şey Onu bir başka işten alıkoyamayan,

• hiçbir şey Ona benzemeyen,

• ve hiçbir şey Onu hiçbir şeyden aciz bırakamayan Zat, Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde her şeyimi bağışla.

• Ey her şeyi alnından tutup kudretine boyun eğdiren ve her şeyin anahtarları elinde bulunan Zat,

• Ey her şeyden önce var olan Evvel,

• her şeyden sonra baki kalan Âhir,

• her şeyin fevkinde olan Zahir,

• her şeyin dünuna nüfuz eden Batın,

• kudret ve galebesi her şeyin fevkinde bulunan Kahir, Benim her şeyimi bağışla. Şüphesiz Senin her şeye kudretin yeter.

• Ey her şeyi her haliyle bilen Âlim ve her şeyi kuşatan Muhit ve herşeyi hakkıyla gören Basir,

• Ey her şey her an Onun nazar-ı şuhudunda olan şehid ve herşeyi görüp gözeten Rakib,

Ve ilmi her şeyin bütün inceliklerine nüfuz eden Latif 
Ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Habir, 
Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde, günah ve hata olarak her neyim varsa hepsini bağışla. Hiç şüphesiz, Senin herşeye kudretin yeter.

Allahım, Gafletten ve kötü arzularımdan Senin izzet-i celaline ve celal-i izzetine, Senin kudret-i saltanatına ve saltanat-ı kudretine sığınırım.
Ey kurtuluş isteyenlerin tahassungahı olan Allahım,
Beni şeytani şehvetlerden kurtar; 
beşeriyetin kazuratından temizle; 
Nebin olan Muhammed’i (s.a.v.) sıddıkiyet muhabbetiyle bana sevdirmek suretiyle beni gaflet paslarından ve cehalet vehimlerinden ter temiz kıl-öyle ki, enaniyet fena bulsun ve Allah’ın minnet bahrinde Allah’ın nimetlerine gark olmuş, Allah’tan alıkoyan her meşgaleye karşı Allah’ın kılıcıyla mansur, Allah’ın inayetiyle mahzuz ve Allah’ın himayesiyle mahfuz olarak herşey Allah için, Allah ile, Allah’a ve Allah’tan olsun.

Ey Nurların Nuru, ey bütün sırların Âlimi, ey gecenin ve gündüzün Müdebbiri, 
Ey Melik, ey Aziz, ey Kahhar, ey Rahim, ey Vedüd, ey Gaffar, ey gayb alemlerini her haliyle bilen, kalbleri ve gözleri dilediği gibi halden hale çeviren, ey ayıpları örten ve ey günahları bağışlayan, Günahlarımı bağışla; 
Esbabın tazyikatına maruz, 
Ve bütün kapılar yüzüne kapanmış 
Ve doğru yolda gidenlerin tarikine sülük etmek ona zorlaşmış 
Ve bir kazanç elde edemeden ömrünü ve nefsini gaflet ve masiyet meydanlarında bad-ı hava harcamış olan kuluna merhamet et.
Ey dua edildiğinde cevap veren, ey hesapları sür’atle gören, ey Kerim, ey Vehhab,
Hastalığı büyük ve şifası zor, çaresi zayıf ve belası kuvvetli olan ve Senden başka melce ve ümidi bulunmayan kuluna merhamet et.
İlahi, Derdimi, üzüntümü ve şikâyetimi Sana arz ediyorum.
İlahi, Senin dergâhında hüccetim, hacetimdir; azığım ise fakrım ve çaresizliğimdir.
İlahi, Senin cüd bahirlerinden bir katre bana yeter; Senin af nehirlerinden bir zerre bana kafi gelir, ey Vedüd, ey Vedüd, ey Vedüd, ey şan ve şerefi herşeyden yüce olan Arş-ı Mecid Sahibi, ey Mübdi’, ey Muid, ey herşeyi dilediği gibi yapan Fa’alün lima Yürid!

Arşının rükünlerini kaplayan nur-u veçhin hürmetine, bütün mahlükatını hükmüne ram ettiğin kudretin hürmetine ve herşeyi kuşatan rahmetin hürmetine Senden istiyorum. Senden başka ilah yoktur, ey Muğis, bize imdad et. 
Ve bütün ömrüm boyunca işlediğim bütün günahları ve lisanımın hatalarını rahmetinle bağışla, ey Erhamü’r-Rahimin. Âmin.
Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

O’nun lisanıyla söyle kendi hacaletimle binler âmîn derim…Benim senden af ve mağfiretini,inayet ve merhametini ummaktan başka sermayem yok..Şu ölmüş ,maziye dökülmüş ömrümü taze bir baharla tebdil et..biliyorsun ki ben buna çok muhtacım…………Amin..Amin..Amin…

16.6.13

BEDİÜZZAMAN'DAN ZAMANA MEKTUP..



HÜKÜMET BU MEKTUBU CİDDİYETLE OKUMALI..SİYASET YANLIŞ VE ANLIK ÇÖZÜMLERE YÖNELMEMELİ...

.....Bin seneden beri, âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhâfaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir sûrette kurtulmasına büyük bir vesîle olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri,

EĞER ŞİMDİ, ESKİ ZAMAN GİBİ, KAHRAMANCASINA KUR'ÂN'A VE HAKAİK-I ÎMÂNA SAHİP ÇIKMAZSANIZ

VE DOĞRUDAN DOĞRUYA HAKAİK-I KUR'ÂNİYE VE ÎMÂNİYEYİ TERVÎCE ÇALIŞMAZSANIZ,

SİZE KATİYEN HABER VERİYORUM VE KATÎ HÜCCETLERLE İSPAT EDERİM Kİ,

ÂLEM-İ İSLÂMIN MUHABBET VE UHUVVETİ YERİNE,

DEHŞETLİ BİR NEFRET VE KAHRAMAN KARDEŞİ VE KUMANDANI OLAN TÜRK MİLLETİNE BİR ADÂVET

VE ŞİMDİ ÂLEM-İ İSLÂMI MAHVA ÇALIŞAN KÜFR-Ü MUTLAK ALTINDAKİ ANARŞÎLİĞE MAĞLÛP OLUP,

ÂLEM-İ İSLÂMIN KAL'ASI VE ŞANLI ORDUSU OLAN BU TÜRK MİLLETİNİN PARÇA PARÇA OLMASINA VE ŞARK-I ŞİMÂLÎDEN ÇIKAN DEHŞETLİ EJDERHANIN İSTİLÂ ETMESİNE SEBEBİYET VERECEK.........

Evet, hariçte iki dehşetli cereyâna karşı,

BU KAHRAMAN MİLLET, KUR'ÂN KUVVETİYLE DAYANABİLİR.

YOKSA, KÜFR-Ü MUTLAKI, İSTİBDÂD-I MUTLAKI, SEFÂHET-İ MUTLAKI VE EHL-İ NÂMUSUN SERVETİNİ SERSERİLERE İBÂHE ETMESİNİ ÂLET EDEREK DEHŞETLİ BİR KUVVETLE GELEN BİR CEREYÂNI DURDURACAK,

ANCAK İSLÂMİYET HAKÎKATİYLE MEZC OLMUŞ,

İTTİHAD ETMİŞ

VE BÜTÜN MÂZİDEKİ ŞEREFİNİ İSLÂMİYETTE BULMUŞ OLAN BU MİLLETTEKİ DİN KUVVETİ VE ÎMAN BÜTÜNLÜĞÜDÜR.

Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri herşeyden evvel bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan
 

“HAKAİK-I KUR'ÂNİYEYİ”
 

“TERBİYE-İ MEDENİYE” YERİNE İKAME ETMEK

VE DÜSTUR-U HAREKET YAPMAKLA O CEREYÂNI DURDURUR, İNŞÂALLAH.

Ikinci cereyan:

Eğer siz, hamiyetperver, milliyetperver adamlar gibi, şimdiye kadar cereyan eden ve MEDENİYET HESÂBINA MUKADESÂTI ÇİĞNEYEN USÛLLERİ MUHÂFAZAYA ÇALIŞIP, , üç dört şahsın inkılâp nâmında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurlar millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup,

BU KAHRAMAN VE DİNDAR MİLLETİ VE İSLÂM ORDUSU OLAN TÜRK MİLLETİNİN GEÇMİŞ ASIRLARDAKİ MİLYARLAR ŞEREFLİ MERHUM ORDÛLARINA VE MİLYONLARLA ŞEHİDLERİNE VE MİLLETİNE BÜYÜK BİR MUHÂLEFET VE ERVÂHINA BİR MÂNEVÎ AZAP VE ŞEREFSİZLİK OLMAKLA BERABER,

o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar adip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffâret olamaz.

Sâlisen: SİZE KARŞI ELBETTE ÇOK CİHETLERDE DAHİLÎ VE HÂRİCÎ MUÂRIZLAR VAR.
EĞER BU MUÂRIZLARINIZ HAKAİK-I ÎMÂNİYE NÂMINA ÇIKSAYDI, BİRDEN SİZİ MAĞLÛP EDERDİ.
ÇÜNKÜ BU MİLLETİN YÜZDE DOKSANI, BİN SENEDEN BERİ AN'ANE-İ İSLÂMİYE İLE, RUH VE KALB İLE BAĞLANMIŞ. ZÂHİREN MUHÂLİF FITRATINDAKİ EMRE İTAAT CİHETİYLE SERFÜRÛ ETSE DE, KALBEN BAĞLANMAZ.

HEM, BİR MÜSLÜMAN, BAŞKA MİLLETLER GİBİ DEĞİL.
 

EĞER DÎNİNİ BIRAKSA ANARŞİST OLUR,
 

HİÇBİR KAYIT ALTINDA KALAMAZ;
 

İ S T İ B D Â D - I M U T L A K T A N,
 

R Ü Ş V E T - İ M U T L A K A D A N   B A Ş K A   H İ Ç B İ R   T E R B İ Y E   V E   T E D B İ R L 
E   İ D A R E   E D İ L M E Z .
 

BU HAKÎKATİN ÇOK HÜCCETLERİ, ÇOK MİSALLERİ VAR. KISA KESİP SİZİN ZEKÂVETİNİZE HAVÂLE EDİYORUM.

BU ASRIN KUR'ÂN'A ŞİDDET-İ İHTİYACINI HİSSETMEKTE ISVEÇ, NORVEÇ, FİNLANDİYA'DAN GERİ KALMAMAK, SİZE ELZEMDİR; BELKİ ONLARA VE ONLAR GİBİLERE REHBER OLMAK VAZİFENİZDİR. 


Siz, şimdiye kadar gelen inkılâp kusurlarını üç dört adamlara verip, şimdiye kadar umûmi harb vesâir inkılâpların icbârıyla yapılan tahribâtları-husûsan an' ane-i dîniye hakkında-tâmire çalışsanız, hem size istikbâlde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusurâtlarınıza keffâret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver nâmına müstehak olursunuz

Râbian: Mâdem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; ve mâdem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz; ve mâdem o katî ölüm ehl-i dalâlet için îdâm-ı ebedîdir, 


…………………..ELBETTE BENİM SİZE KARŞI BU FIKRİMİ TAM NAZARA ALMAK, EHEMMİYETLİ BİR VAZİFENİZDİR. SİZ DÜNYEVÎ ÇOK DİPLOMATLARI HER ZAMAN DİNLİYORSUNUZ; BİR PARÇA DA ÂHİRET HESÂBINA KONUŞAN BENİM GİBİ KABİR KAPISINDA VATANDAŞLARIN HÂLİNE AĞLAYAN BİR BÎÇAREYİ DİNLEMEK LÂZIMDIR…

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ

Emirdağ Lahikası

14.6.13

Karanlıklar İçinde Niyaz Etti...



Allah'ım!

"Bismillâhirrahmânirrahîm"in sırları hürmetine, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin zâta ve onun bütün âl ve ashâbına, Senin rahmetine ve onun hürmetine yaraşır şekilde salât ve selâm eyle. Bize de, Senden başka, hiçbir mahlûkunun merhametine ihtiyaç bırakmayacak bir şefkat ve rahmetle merhamet eyle.
Âmin.

“Karanlıklar içinde niyaz etti: ‘Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.’” Enbiyâ Sûresi, 21:87.

Ey Rabbim ! Muhtelif karanlıklar,çeşitli zulmetler içerisinde beni senden başka gören olmadı…

“Rabbine şöyle niyaz etmişti: ‘Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.’” Enbiyâ Sûresi, 21:83.

Ey Rabbim! Bütün düşünce ve hislerimi saran illetlerden çıkardığım feryadı senden başka duyan olmadı…

“Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi Odur.” Tevbe Sûresi, 9:129.

Ey Rabbim ! Bütün ayrılıklar ve yalnızlıklar sebepleri olan belaları boynuma takıp giderken yanımda senden başka kalan olmadı…

“Allah bana yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.

Ey Rabbim ! Tüm karışık ahval ve emvaç dehşeti ile asbab dağdağası içinde sağa sola çarparken,senden başka kimse elimi tutmadı…

“Havl ve kuvvet, ancak herşeyden yüce ve nihayetsiz azamet sahibi olan Allah’a aittir.” ( Buhârî- Müslim )

Ey Rabbim ! Hayatımın başlangıcından bugünüme kadar,Aklım,kalbim,ruhum senden başka hiçbir şeyden medet almadı…

“Herşey helâk olup gidicidir—Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm sadece Ona aittir; siz de Ona döndürüleceksiniz.” Kasas Sûresi, 28:88.

Bâkî kalan ancak sensin, ey Bâkî. Bâkî kalan ancak sensin, ey Bâkî.

Ey Rabbim ! Senin bekanla kaimdir hayatım ve senin bekanla devam eder…

“[Kur’ân] iman edenler için bir hidayet rehberi ve bir şifadır.” Fussilet Sûresi, 41:44.

Ey Hayy ve Kayyûm olan! 
Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. Âmin.

“Rabbim! Benim gönlüme genişlik ver.”
{Taha /25}


"Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmederse (yani onu dilerse) ona ancak 'ol' der, o da oluverir" (Âl-i İmrân, 47) buyrulur.

“Ey Rabbim! Ben senin bana indireceğin hayra. öylesine muhtacım ki...”
{Kasas / 24}

“En yüce sıfatlar ise, Allah'ındır.” (NAHL/60-)

“Bizden hüznü gideren Allah’a hamdolsun.
Kuşkusuz rabbimiz çok bağışlayan ve şükrün karşılığını verendir”
{Fatır / 34}


Allah’ım Vahidsin birsin,Vâcib-ül Vücudsun mutlaksın,Ezeli ve ebedisin,Hiçbir şeye benzemez ve benzetilemezsin,varlığı hiçbir varlığa ve hiçbir sebep ve şarta bağlı olmayansın,Hayyun la yemutsun ölümle gelen fena ve zevalden münezzeh ve mukaddessin,İlmin sonsuzdur senin..işiten,bilen ve her şeyi görensin..Kudretin sonsuz,merhametin nihayetsizdir..Her şeyi yaratan Ahsenül'-Hâlikîn ve ihtiyaçlarını veren Rahman ve Rahimsin..Bütün güzel isimler senindir..Esma’ül Hüsnanı şefaatçi yapıp niyaz ediyorum ki;

Razı olacağın matlubumu bana musahhar kıl,

İhtiyaçlarımı gider..Çünkü tek tevekkül ettiğim,yardımını istediğim,umduğum ve beklediğim inayet ve keremin sahibi sensin…

Ey Melik ! Mülkündeki bu aciz memlükünün kusurunu affet..senden başka gidecek ve sığınacak yeri olmayan kölene acı…

...Allahım Duamı Kabul Et.. (İbrahim 40)

Amin ..Amin.. Amin…

Allahım,

Risâlet semâsının güneşi, nübüvvet burcunun ayı olan yüce Peygambere (a.s.m.), onun hidâyet yıldızları olan Al ve Ashâbına salât ve selâm eyle. Bize, erkek ve kadın mü'minlere merhamet et.

Amin, âmin, âmin.

10.5.13

" Allâh kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez."...mi?




 " Allâh kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez."

Cümlesini Necip Fazıl Üstad dan iktibas olarak kabul edilmiş şekliyle, bir çok yerde dua bahislerinde, orijinal metninden eksik ve önemli bir kelimesi atlanarak istimal edilmiş. Ve bu manayı göründüğü gibi algılayanlar, muhtemelen ben bu duayı ettiysem kabul olacak ve olmuştur gibi kabul edebilirler.
Ancak İmam-ı Rabbaniye ait bu söz tamam metni ve atlanan kelimesi olan “ISRAR”la Şöyle dir;

"Bir şeyi istemek, ona nâil olmak demektir. Zirâ Allahû Tealâ kabul etmeyeceği duâyı kuluna ısrarla ettirmez."

İmamı Rabbanî

Burada vurgulanan “Duanın Israrında Olan Sebat”onun kabul olacağına bir işaret anlamına gelir. Duada ısrar olmadığında bu duanın içten bir isteyiş olmadığı açıktır. Dolayısıyla samimi olmayan bir duanın, kabul edilmeyen dualardan olduğu kaynaklarca ifade edilmiş.

Evet, konun genel hatlarıyla intişar etmiş hali olan " Allâh kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez."şekli üzerinden fikre gelen manaların noksanlıklarını giderecek bazı notları paylaşalım.

Üstadım Bediüzzaman’nın Risale-i Nur Derslerinden konuya birkaç misal ;

1’nci Misal:

"Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. 'Duası kabul olunmadı.' denilmez. 'Daha evlâ bir surette kabul edildi.' denilir. Hem bazan kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. 'Duası reddedildi.' denilmez. Belki, 'Daha enfâ bir surette kabul edildi.'denilir, ve hâkezâ..."

2’nci Misal

“Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini itham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. "Tabip beni dinlemedi" denilmez. Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi.”

3’ncü Misal:

İman duayı bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insâniyye, onu şiddetle istediği gibi; Cenâb-ı Hak dahi «Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?» Furkan Sûresi, 25:77.  mealinde ferman ediyor. Hem “Bana dua edin, size cevap vereyim.” Mü’min Sûresi, 40:60. emrediyor.

Eğer desen: 

«Bir çok defa dua ediyoruz, kabûl olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir.. her duaya cevab var ifade ediyor.»

Elcevab:

Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine tâbi'dir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: «Ya Hekim! Bana bak.» Hekim: «Lebbeyk» der.. «Ne istersin cevab ver?» Çocuk: «Şu ilâcı ver bana» der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

4’ncü Misal:
Ben otuz-kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yâni dua kendi kendini kaldırmadığından anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir; kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalık ile aczini anlayıp dergâh-ı İlahiyyeye iltica eder. Onun için otuz senedir şifa duasını ettiğim halde, duam zâhirî kabul olmadığından, duayı terketmek kalbime gelmedi. Zira hastalık, duanın vaktidir; şifa, duanın neticesi değil. Belki Cenab-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlından verir. Hem dua, istediğimiz tarzda kabul olmazsa makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazen dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder. 

Gibi…

Dolayısıyla imanı olan müminlerin duaları sadece o an için veya bir maksad için istedikleri şeylerin verilmesi anlamıyla kabul edilmesi direkt olarak beklenmez ve aynı isteğin verilmemesi matlubunun kabul edilmediği anlamına gelmez..buyrulduğu gibi daha evla bir şekilde,daha geniş bir dairede,daha büyük bir netice olarak kabul edildiğine itikad edilir.Bu meyanda hadis-i şeriflerde çokça bulunmaktadır.
Allah’ın CC bir kulunun dua etmesini dilemesi yorumundan çok,kulun duayı bir kulluk vazifesi ve emri rabbani cihetinde değerlendirmesi,imana ait,ubudiyete ait şık bir duruş ve göz ardı edilmeyecek bir zarurettir.Burada önemli olan duanın içeriğinde ziyade bunun bir görev ve Rabbimiz ile aramızdaki olan ubudiyet ve uluhiyet dairelerini bir birine yaklaştıran,kesiştiren ve ilişkilendirip bir alış veriş gerçeklendiren,gayet fıtri bir husus olduğu anlaşılmalıdır.
Yoksa dua sadece mü’minlere has bir şey değildir. Mü’minlere has olan vechi,mümince duanın bir vazifeyi ubudiyet olarak telakki edilip kabul edilmesidir.
Duanın olduğu fakat kabul olmadığı durumlardan bazı misallerle konuyu bu açıdan da ele alırsak:


·         “Kâfirlerin duası daima boşa çıkar.” (Râ’d, 13/14; Mü’min, 40/50)

·         “Biliniz ki, ALLAH gafil bir kalpten gelen duayı kabul etmez.” (Tirmîzî, De’avât, 66; bk. Hâkim, De’avât, No: 1817, I, 493)

·         “Üstü başı dağınık, toz toprak içinde yollara düşen, ellerini göğe açıp ‘Ya Rabbi! Ya Rabbi!’ diye yalvaran, buna karşılık; yediği, içtiği ve giydiği haram olan, haramla beslenen bir insanın duası nasıl kabul edilir?” (Müslim, Zekât, 65)

·         “Nûh, Rabbine seslendi: ‘Rabbim, dedi, oğlum benim âilemdendir. Senin va’din/sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin!” (Hûd, 11/45)
Bunun üzerine Yüce ALLAH, Nuh Peygambere şöyle seslendi: 

       “Ey Nûh, dedi, o senin âilenden değildir. Çünkü o sâlih olmayan bir amelin sahibidir. Bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim!” (Hûd, 11/46). Nuh (a.s.), bu ikaz üzerine şöyle dua etti: 

       “Nuh; ‘Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen, ben hüsrana uğrayanlardan olurum’ diye niyazda bulundu” (Hûd, 11/47) 


·         “Onlar (münafıklar) için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine ALLAH onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar, ALLAH’ı ve elçisini tanımadılar/inkâr ettiler; ALLAH, yoldan çıkan kavmi doğru yola iletmez.” (Tevbe, 9/80)

·         De ki: "Rabbim adaleti emretti; her secde yerinde yüzünüzü O'na doğrultun; dinde samimi olarak O'na yalvarın. Sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz."

·         Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur. Beyyine 98/5

·         “ALLAH’la beraber başka ilâha dua / ibadet etme. O’ndan başka ilâh yoktur. O’ndan başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88)

·         “Mescitler, ALLAH’a mahsustur. ALLAH ile beraber hiç kimseye yalvarmayın.” (Cin, 72/18)

·         “(Ey Peygamberim!) De ki: Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimseyi O’na ortak koşmam.” (Cin, 73/20; bk. Mü’minûn, 23/117).

·         “Zulüm olan bir fiili işlemek veya akrabalık bağlarını koparmak için veya dua ettim de kabul edilmedi demediği sürece müslümanın duası kabul olur.” (Ebû Ya’lâ, Zikir ve Dua, 132, No: 2811)

Rabbimizi bizi, ihlâsı isteyen, ihlâslı isteyen, razı olan ve rıza talep eden, duasını bir ubudiyet sırrı içerisinde yapmakta muvaffak eylesin. Kusur ve günahlarımızı affetsin. Âmin