21.4.11

Kaderde cennete veya cehenneme gideceğimiz belli iken niçin bu dünyaya geliyoruz?


Kaderde cennete veya cehenneme gideceğimiz belli iken niçin bu dünyaya geliyoruz?


Kader hakkında düşünen ve kaderin sırlarına vâkıf olmayan kişilerin, kendi kendilerine en çok sordukları ve cevabını en çok merak ettikleri sorulardan bir tanesi de şudur:

“Allah benim cennete veya cehenneme gideceğimi biliyor. Ve bunu kader defterimde yazmış. O hâlde beni bu dünyaya niçin gönderiyor?”

Bu sorudan anlaşılıyor ki, soru sahibi, akıbetinin ne olacağının Allah tarafından bilinmesinden dolayı bu âleme gelişini hikmetsiz zannetmektedir. Ona göre eğer Allah cennete veya cehenneme gideceğini bilmeseydi yaratılışın bir manası olabilirdi. Ama madem biliyor, o hâlde bu yaratılış manasızdır.
Bu soru son derece mantıksız bir sorudur. Zira bizim yaratılışımızın gayesi ve bu dünyaya gönderilişimizin hikmeti ile Allah’ın akıbetimizi bilmesi arasında hiçbir münasebet yoktur. Başka bir ifade ile bu dünyaya gönderilişimizin hikmeti, Allah’ın cennete veya cehenneme gideceğimizi bilmesiyle yok olmamaktadır.

Bu sorunun sahibi, kâinatın ve kendisinin yaratılış sebebini bilmemektedir. Yaratılış maksadından habersiz olması, bu soruyu sormasına sebep olmuştur. Ona göre, bu dünyaya sadece “Cennete mi yoksa cehenneme mi gidecek?” bu sırrın belli olması için gelmiştir. Ve madem Allah da onun nereye gideceğini ve akıbetini ezelî ilmi ile bilmektedir, o hâlde bu dünyaya gönderilmesi ona göre abestir. Demek soru sahibi, yaratılışın hikmetinden gafildir. O hâlde bu sorunun cevabını, âlemin ve insanın yaratılış hikmetinde aramalıyız. Bu hikmet anlaşıldığında, sorumuz cevabını bulacaktır Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, insanının yaratılış sebebini şu ayetiyle bildirmektedir:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat:56)

Demek insanın yaratılışının gayesi, Allah’a ibadet etmek ve ona kul olmaktır. Kulluğun ve ibadetin esası da şu sayacağımız emirlerdir:

1- Allah-u Teâlâ şu âlemdeki sanat eserleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek istemektedir. İşte insanın yaratılış vazifesi; kendi sanatının mucizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek isteyen yaratıcısına iman edip onu mevcudat aynalarında tecelli eden kutsi isimleri ile tanımaktır.

2- Allah-u Teâlâ şu âlemdeki rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek istemektedir. İnsanın vazifesi ise; rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek isteyen Rabbi Rahim’ine itaat edip ibadet ile kendini ona sevdirmektir.

3- Allah-u Teâlâ şu âlemde insana maddi ve manevi nimetlerinin lezzetleriyle ikram etmektedir. Buna karşı insanın vazifesi; maddi ve manevi nimetlerin lezzetleriyle kendine ikramda bulunan ve onu besleyen Allah’a karşı fiiliyle, hâliyle, diliyle, hatta elinden gelse bütün duygu ve azalarıyla şükür ve hamd-ü sena etmektir.

4- Allah-u Teâlâ şu âlemde yarattığı varlıklar ile azametini ve kemalini göstermektedir. Her bir mevcut o azamet ve kemale, boyu nisbetinde bir aynadır. İşte insanın vazifesi; mevcudat aynalarında azametini ve kemalini gösteren Rabb’ine karşı tam bir mahviyet içinde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

5- Allah-u Teâlâ şu âlemde nihayetsiz servet ve hazinelerini sergilemektedir. Bu servete seyircilik yapan insanın vazifesi ise; sonsuz cömertliğini nihayetsiz servet ve hazineleriyle gösteren Rabb’ine karşı fakirliğini hissedip yalnız ondan istemektir.

6- Allah-u Teâlâ şu âlemi bir sergi hükmünde yaratmış ve o sergide sanatını teşhir etmiştir. Buna karşı insanın vazifesi; yeryüzünü bir sergi hükmünde yaratıp bütün sanat eserlerini o sergide teşhir eden sanatkârına karşı ‘maşaallah, bârekallah’ diyerek takdir edip ‘Sübhanallah , Allah-u Ekber’ diyerek, hayret ile mukabele etmektir.

7- Allah-u Teâlâ şu âleme birliğinin nihayetsiz damgalarını vurmuştur. İnsanın vazifesi; kâinat sarayında, taklit edilmeyen mühürler ile ve kendine has turralar ile her şeye birliğinin damgasını vuran Allah’ı bir olarak bilmek ve öyle şehadet etmektir.

8- Allah-u Teâlâ şu âlemdeki her şeyi kendisine itaat ettirerek saltanatının haşmetini göstermektedir. İnsanın vazifesi; kâinatta görülen Allah’ın bu saltanatını, itaat ederek tasdik etmektir. Yani zerrelerden güneşlere kadar her şeyin kendisine boyun eğdiği zata itaat ederek, O’na boyun eğmektir ve O’nun saltanatını tasdik etmektir.

9- Allah-u Teâlâ şu âlemin her köşesini isimlerinin nakışları olan sanat eserleriyle süslemiştir. İnsanın vazifesi ise; Allah’ın kutsi isimlerinin nakışlarından olan bu sanat eserlerini diğer insanlara da gösterip dellallık ve ilancılık vazifesini icra etmektir.

10- Allah-u Teâlâ bu âlemdeki her mahluku bir kitap hükmünde yaratıp onda güzel isimlerini yazmıştır. İşte insanın vazifesi; kudret kaleminin mektupları hükmünde olan mevcudat sayfalarını, arz ve sema yapraklarını tefekkür etmektir. Ve onlarda yazılan güzel isimleri keşfetmektir.

İşte Cenab-ı Hak, böyle ulvi maksatlar ve yüce gayeler için bu âlemi yaratmış ve insanı bu âleme zikredilen maksatlar için göndermiştir. Yani yaratılışımızın ve şu anda bu âlemde bulunmamızın sebebi bu vazifeleri icra etmektir. Bu maksatların hiçbirisi bizim cennete veya cehenneme gideceğimizin Allah tarafından bilinmesiyle yok olmamaktadır.

İşte bu yüzden Cenab-ı Hakk’ın ezelî ilmi, akıbetimizi bilmesi bizim bu âleme boşuna geldiğimiz manasına gelmez. O hâlde biz: “Kaderimde cennete veya cehenneme gideceğim belli iken bu dünyaya niçin gönderildik?” diyemeyiz. Zira âlemin yaratılmasındaki en yüce gaye, insanların cennete veya cehenneme gitmesi değil, Allah’a iman ve itaattir. Ve az önce saydığımız vazifeleri yapmaktır.

Eğer insan bu âleme niçin geldiğini, bu kâinatın niçin böyle muhteşem bir şekilde yaratıldığını ve tüm bunlardaki ilahî maksatları bilseydi, elbette böyle manasız bir soru sormayacak, ilahî kaderin her şeyi bilmesinin bu saydığımız hikmetleri ve gayeleri yok etmeyeceğini anlayacaktı.

Hem insan küçük bir âlem olarak yaratılmıştır. Büyük âlemde tecelli eden bütün isimler, bir küçük âlem olan insanda da tecelli etmektedir. İnsanın yaratılışının bir sebebi de Allah’ın isimlerine yaptığı bu aynadarlıktır. Hatta diyebiliriz ki, şu koca âlemde ve meleklerde tecelli edemeyen isimler, şu küçücük insanda tecelli ederler.

Mesela insan günah işler ve af diler. Allah da onu affeder. İşte Allah’ın affetmesiyle insanda; Gafur, Afuv, Tevvab, Gufran gibi isimler tecelli etmektedir ki, bu isimler sadece insanda gözükebilir. Bu isimler dağlarda, denizlerde, güneşlerde, meleklerde tecelli edemez. Çünkü onlar günah işlemez.

Allah’ın böyle cemalî isimleri, sadece insanda tecelli edebileceği gibi, celalî bir çok isimde sadece insanda gözükebilir.

Mesela bir kul isyan eder ve Allah onu cezalandırır. İşte bu cezalandırmakta “Muntakim” ismi, onun kaçamayıp yakalanmasında “Vâcid” ismi, Allah’a karşı mağlup olmasında “Aziz” ismi, onu hesaba çekmesiyle “Hasib” ismi, onu alçaltmasıyla “Muzil” ve “Hafid” ismi ve daha birçok isimler o insanda tecelli eder ki, bu isimlere koca âlem aynadarlık yapamaz. Çünkü onlar isyan edemez. Bu isimler ise ancak isyan eden kulda tecelli edebilir.

O hâlde eğer isyan ederek cehenneme gidecek kullar bu âleme gönderilmeseydi, biraz önce saydığımız isimler ve daha onlar gibi onlarca isim asla tecelli edemeyecekti. Hâlbuki bu isimler de kendini tanıttırmak ve bildirmek istemektedirler. Hatta isyanın bir neticesi olan cehennem de, günahkâr kullar olmadığı için yaratılmayacak ve celalî isimler ahiret âleminde de gözükemeyecekti.

Demek cehenneme gideceği bilinen bir kulun bu âleme gelmemesini temenni etmek, bu âlemin, celalî isimlerin tecellisinden mahrum olmasını talep etmektir ki, bu talep kâinatın yaratılış maksadını bilmemenin bir neticesidir.

Hem bu soru sahibi şu hakikatı da unutmamalıdır. Tecrübeli bir öğretmen sınıfındaki öğrencileri imtihana tabi tutmadan onlara not verip bir kısmını cezalandırıp bir kısmını mükâfatlandırsa, elbette ceza görecek olan öğrenciler öğretmene itiraz edip “Eğer sen bizi imtihan etseydin, biz zayıf not almazdık.” diyerek öğretmeni suçlayacaklardı. Aynen öyle de Cenab-ı Hak bizleri şu dünya imtihanına sokmadan cennete veya cehenneme gönderse, o vakit cehenneme giden insanlar bu karara karşı çıkıp “Eğer sen bizi imtihan etseydin, biz cehenneme gitmeyecektik.” diye itiraz edeceklerdi.

Cenab-ı Hak ezelî ilmi ile bizim akıbetimizi bildiği hâlde bu neticeyi bizlere de bildirmek ve hesap gününde itiraza mahal bırakmamak için şu dünyayı bir imtihan yurdu olarak yaratmış, bizleri de bu âleme bir memur olarak göndermiştir.

İnsan, nefsi emmaresi sebebiyle, iyiliği ve güzelliği kendisinden bilirken, kusuru ve kabahati başkasına verir.

Mesela taşıdığı camı düşürüp kırdığında, sanki cam kendi fiiliyle kırılmamış gibi, “Cam kırıldı.” der. “Camı kırdım.” demez.

Ya da arabasıyla kaza yaptığında, “Araba çarptı, kaza oldu.” der, “Arabayı çarptım, kaza yaptım.” demez.

Bunlar gibi, ne zaman kendisinden kötü bir şey meydana gelse suçu başkasına atar. Hatta misallerimizde olduğu gibi, kendi başına hareket edemeyen cansız eşyalara bile isnad eder. Asla suçu üzerine almaz.

Hatta nefsin bu mertebesi, en çok, zayıf not alan öğrencilerde gözükür. Zayıf notları her zaman öğretmen verir, onlar asla almaz. Bununla birlikte eğer o kişiden güzel bir şeyler çıkarsa nefis o zaman, o güzelliğe hemen sahip çıkar, kendine mal eder. Kimseyle paylaşmaz.

Dersinden zayıf bir not aldığında “Öğretmen verdi.” diyen o öğrenci, geçer bir not aldığında asla “Öğretmen verdi.” demez, “Onu ben aldım, ben başardım.” der.

Ya da arabasıyla kaza yaptığında “Araba çarptı.” diyerek suçu arabaya atan kimse, ani bir refleksi ile kazadan kurtulduğunda “Araba kurtuldu.” demez, “Direksiyonu bir kırdım, kazadan kurtuldum.” der. Misalleri çoğaltmak mümkündür.

Sözün özü: İnsanın, iyiliklere ve güzelliklere sahip çıkarken, kötülükleri ve çirkinlikleri başkasına isnad etmesidir. İşte kader ve cüz-i iradeye iman, bu noktada insanın nefsi emmaresini terbiye eder. O kişi güzellikleri ile gururlandığında, kadere iman karşısına çıkar ve der ki:

“Haddini bil, bunlar senin kaderinde yazılmış, yapan sen değilsin! Bu güzellikleri sana kader taktı. Nasıl ki kuru bir üzüm salkımının, dalına takılmış olan üzümlere sahiplik iddiası batıldır. Zira o kuru dal, o leziz üzümlere sanatkâr olamaz. Belki o üzümler ona, rahmeti sonsuz Rabb’i tarafından takılan hediyelerdir. Aynen sen de, öyle kuru bir çubuksun! Sendeki bütün güzellikler de kaderin sana bahşettiği hediyelerdir.”

İşte kadere imandan bu dersi alan insan, kendindeki güzelliklerden dolayı böbürleneceğine şükür ve hamd etmeye başlar.

Eğer o insan, işlediği kötülükleri başkasına isnad ederse, bu seferde karşısına cüz-i iradeye iman çıkar ve der ki:

“Mesulsün ve mükellefsin, bu kötülük senin malındır! Çünkü onu sen istedin!”

İşte kadere iman, nefsi gururdan kurtarmak için; cüz-i iradeye iman ise kişiye mesuliyetini bildirmek için iman hakikatlerinin arasına girmişlerdir.

Kadere iman insanı tembelleştirmez mi?


Kadere iman asla insanı tembelleştirmez. Zira insan; Allah’ın ezeliyet sıfatının mahiyetini, ilmin maluma tabi olması kaidesini ve ilahi takdirin kendi çabalamasına ve cüz-i iradesini hayırlarda kullanmasına bağlı olduğunu bildiğinde sebeplere yapışır. Vazifesini yapar ve neticenin Allah tarafından yaratılması için hâl ile ve dil ile dua eder.

Hatta bu ilmi meseleleri bilmese bile, kaderin değişen levhası olan “levh-i mahvı isbatı” kendine esas tutar. Kaderin bu levhasındaki yazıların tahakkukunun şartlara bağlandığını bilerek, şartları yerine getirmek için çalışır.

Hatta kaderin değişen bu levhasından bile haberi olmasa, kadere iman yine de kişiyi tembelleştirmez. Çünkü insanlar, kaderi geçmiş olaylarda ve başa gelmiş musibetlerde, hüznün ve ümitsizliğin bir ilacı olarak kullanmaktadırlar.

Mesela yapmış oldukları bir kazada, evlerinin yanmasında, eşyalarının çalınmasında, deprem ile evlerinin yıkılmasında ve bunlar gibi diğer bütün musibetlerde “Kaderde varmış, ne yapalım! Önüne geçmek mümkün değil.” diyerek bir teselli bulurlar.

Yoksa kaderi, gelecek için kullanmazlar. Yani “Okula gitmeme gerek yok, kaderimde ne yazılıysa o olacak.” ya da “Dükkânımı açmama gerek yok, zaten kazanacağım belli.” diyerek, okula gitmekten ve dükkânını açmaktan geri kalmaz.

Hatta kadere iman, gelecek için de insana cesaret vermektedir. Çünkü ona karşı düşmanlık vaziyetini gösteren ve hiçbirisine gücü yetmediği mahluklara karşı, “Kaderde olmayan bize asla ulaşamaz.” diyerek bir ferah bulur.

İşte bu sırlardan dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde:

“Kadere iman eden, kederden emin olur; yani kederlenmez.” buyurmuşlardır.

Demek kadere iman insanı asla tembelleştirmemektedir. Hem bugüne kadar, kadere imandan dolayı çalışmayı terk eden kimse de görülmemiştir. Bilakis kadere iman, insana bir teselli vermekte, musibetlerin acısını hafifleştirmekte ve geleceğe daha güvenle bakmasının sağlamaktadır.

Sözün özü: Kadere iman öyle bir iksirdir ki, kim bu iksiri içse bütün elemlerden, korkulardan, endişelerden ve tasalardan kurtulur.

Kâinat kitabının kaderin varlığına olan şehadeti


Allah’ın iki farklı kitabı vardır. Birincisi, kelam sıfatından gelen Kur’an-ı Kerim’dir. İkincisi ise kudret sıfatından gelen kâinat kitabıdır.

Evet, kâinat bir kitaptır. Dünya, bu kitabın sadece küçük bir bölümüdür. Bahar mevsimi, bu kitabın sadece bir sayfasıdır. Her bir nev, mesela bir ağaç cinsi bu kitabın bir satırıdır. O cinsin tek bir ferdi, mesela bir incir ağacı bu kitabın bir kelimesidir. O ağacın meyvesi ise, bu kitabın bir harfidir. Meyvenin çekirdeği ise kâinat kitabının bir noktasıdır ki, bu noktada bütün kâinat yazılmıştır. Başka bir ifade ile okumasını bilenler için koca kâinat, bir noktada özetlenmiştir.

Her iki kitap da, kendilerine mahsus lisanlarla Hakk’ı ve hakikati anlatır. Hatta kâinat kitabı, Kur’an’ın güzel bir tefsiri ve izahıdır. Kur’an’da anlatılan bütün hakikatler, kâinat kitabında göze gösterilmiştir. Âdeta hakikatler tecessüm etmiş, yani vücut bulmuştur. Bizler bu makamda sadece kâinat kitabının, Kur’anî bir hakikat olan kaderin varlığına yaptığı şehadetten bahsedeceğiz.

Şöyle ki: Bu kâinat, kudret kalemiyle yazılmış ilahî bir kitaptır. Atomlar, bu kitabın mürekkebi hükmündedir. Bir binanın inşasında kullanılan maddi kalıplar, içlerine dökülen harcın taşmasına mâni olduğu gibi, kaderin manevi kalıpları da bu âlemde maddeyi ve eşyayı aynı şekilde sınırlandırmış, en faydalı bir şekle sokmuştur. Bu hakikati şu şekilde izaha çalışalım: Elimize aldığımız kalem ve onun içindeki mürekkep emre hazır bir vaziyette beklemekte, ne yazmak istersek kalemin ucundan o dökülmektedir.

Mesela “meyve” kelimesini yazmak istediğimizde, harflerin şekli, sıraları ve büyüklükleri hep takdir ettiğimiz tarzda teşekkül etmektedir. Bu şuursuz mürekkep maddesi ve iradeden mahrum olan kalem, o yazının kâtibi olamayacağı gibi, mürekkebin bir kâtibin zihninde tesbit edilen programa göre döküldüğünü her akıl sahibi rahatlıkla anlayabilir. İşte “meyve” kelimesinin yazılmasında zihnî bir plan ve program esas olduğu gibi, hakiki meyvenin yaratılmasında da Cenab-ı Hakk’ın ilminde takdir edilen şekil ve özellikler esas olmaktadır. Bu misal ile mukayese edersek her bir insan, hayvan, ağaç, yıldız, dağ bir kudret kelimesidir. Kaderin programına göre yazılmış ve yaratılmıştır.

Ya da bahar mevsiminin temsil edildiği bir yağlı boya resmi düşünelim. Bu resimdeki güzellik, ressamın takdirinden, tanziminden gelmektedir. Ressam; o resme koyacağı her şeyi şekli, büyüklüğü, rengi ve resimdeki alacağı yer ile önce zihninde planlamış, daha sonra o programa göre fırçasını çalıştırmış ve resmi yapmıştır.

Aynen bunun gibi, şu kâinat da kudret kalemiyle çizilmiş, rengârenk muhteşem bir tablodur. Fakat bu tablo canlıdır. Güneş’i ışık vermektedir, ağaçlarından gıdalı meyveler dökülmekte, insanları düşünmekte, konuşmakta, yürümektedir. Koyunları ise süt vermekte, toprağından da hayat fışkırmaktadır.

Her şeyi ile cansız olan bir tabloya baktığında, ressamın ilmini ve takdirini aklıyla görebilen ve bu ilmin ve takdirin resimden önce var olduğunu idrak eden bir insan; elbette ki bu hayat dolu kâinat tablosunu seyrettiğinde, her şeyin Allah’ın takdir ettiği bir plan ve programa yani kadere göre yaratıldığını anlayabilir.

O hâlde, bu kâinatta tecelli eden sanat, ilim, hikmet ve rahmet gibi hakikatleri aklıyla seyreden her insan, bu hakikatlerin Cenab-ı Hakk’ın ilahî kaderine, Rabbani plan ve programına dayandığına iman etmek zorundadır.

Kadere iman ve tevekkül

Bazı kimseler tevekkülü tembellik zannederler. Bilhassa batılı kaynaklar, İslam’da tevekkülü kasten böyle göstermekte ısrar etmektedirler. Bu sebepten, kadere iman ve tevekkülü ayrı bir başlık olarak ele almak ve açıklamak faydalı olacaktır.

Tevekkülün manası, Cenab-ı Hakk’ı vekil edinmektir. Kişinin sebeplere yapıştıktan sonra, neticenin yaratılmasını Allah’tan beklemesi ve hakiki tesiri Allah’tan bilmesi tevekkülün esasıdır.

Mesela bir çiftçinin tevekkülü, tarlayı kazdıktan, ekinleri suladıktan ve yapılması gereken diğer işleri yaptıktan sonra meyveyi ve ekini Allah’tan istemesi ve çıkan meyveyi Cenab-ı Hakk’ın malı ve kendisine bir ihsanı olduğunu bilmesidir.

Ya da bir savaşta tevekkül, düşmana karşı en tesirli silahlarla donandıktan ve harp kaidelerine harfiyen uyduktan sonra, zaferi Allah’tan beklemek ve O’na güvenmektir.

Ya da bir öğrencinin tevekkülü, derslerine iyice çalıştıktan sonra, imtihanda kendisini başarılı kılması için Allah’a dayanmasıdır.

Yoksa tarlayı ekmeden, savaşa hazırlanmadan ve derse çalışmadan yapılan tevekkül, İslam’ın emrettiği ve güzel bulduğu tevekkül olmamakla birlikte bu tembellik ve atalettir.

Demek tevekkül, dünyaya ve ahirete ait işlerde, sünnet-i ilahiye denilen kanunlara hakkıyla uymak ve neticeyi Allah’tan beklemektir.

Bediüzzaman Hazretleri de tevekkülü şöyle ifade etmektedir: “Tevekkül, sebepleri bütün bütün reddetmek değildir. Belki sebepleri, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek, sebeplere teşebbüs ise bir nevi fiilî dua kabul ederek, neticeyi yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.”

Biz de tevekkülle ilgili açıklamaları bu tarifin ışığı altında yapacağız. İlk önce “sebep” ve “netice” tabirleri üzerinde kısaca duralım.

Sebep, vasıta ve şart manasına gelmektedir. Cenab-ı Hak, dünyaya ve ahirete ait her neticeyi bir takım şartlara ve sebeplere bağlamıştır. Bu şartların her birine “sebep” denilir. Sebeplere takılan eşyaya ise “netice” denmektedir.

Mesela ibadetler sebeptir; cennet ise neticedir. Koyun sebeptir; süt neticedir. Arı sebeptir; bal neticedir. Veya Güneş, toprak, su birer sebeptir; ağaç ise neticedir. Ya da başka bir açıdan bakıldığında ağaç sebep; meyve ise neticedir.

Sebepleri de, neticeleri de yaratan Allah’tır.

Sebeplerin neticenin yaratılmasında tesirleri olmamakla birlikte, sebepler, Allah’ın kanunları olup bunlara riayet etmeyenler neticelerden mahrum kalırlar.

İşte tevekkül: “Sebeplere riayet ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek, O’na itimat etmek ve O’ndan gelecek her şeyi, arzusuna uysun ve uymasın, rıza ve memnuniyetle karşılamak” demektir.

Nitekim Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde:

“Azmettiğin zaman Allah’a tevekkül et, muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever.”(Al-i İmran:159) buyurmaktadır.

Bu ayetin işaretiyle, ilk önce azmetmemiz ve daha sonra tevekkül etmemiz emredilmektedir. Yoksa çalışmayıp oturarak tevekkül etmemiz emredilmemektedir.

İnsanların bir işi azmetmeleri, itimadı gerektirir. Allah’a güvenmeyen kimse ise ya kendisine ya da sebeplere itimat edecektir. Oysa hem kendisi hem de sebepler son derece âcizdir. Kendisinin ve sebeplerin gayet âciz olması cihetiyle, insan ancak ve ancak, bütün sebepleri yaratan ve o sebeplerin eliyle kendine lütuf ve ihsanda bulunan Allah’a dayanmakla kalben huzur bulabilmektedir.

Cenab-ı Hak, insanı maddesi ve manasıyla bu âlemden süzmüş ve onu kâinat ağacına bir meyve hükmünde yaratmıştır. Bu yaratılış sebebiyle, insanın kâinatla her bakımdan alakası vardır. Hangi işi yapmak istese, önce nefsiyle o işe teşebbüs edecek, daha sonra da bu âlemde kendisine yardımcı olacak sebeplere riayet edecektir. Nefsî teşebbüsle harici sebeplerin bir araya gelmesi, neticeyi Allah’tan istemek için fiilî bir duadır. Neticeyi yaratacak olan ancak O’dur. İşte tevekkül bu noktada başlar.

Buğday elde etmek isteyen çiftçi, tarla ile el ele verir; onu sürer, eker ve sular. Böylece nefsî teşebbüsle birlikte sebeplere de riayet ettikten sonra Allah’a tevekkül eder ve kalp rahatlığıyla buğdayı Allah’tan bekler. Bu misalden anlaşıldığı üzere sadece, insanın teşebbüsü neticenin yaratılmasına kâfi gelmediği gibi, insan teşebbüs etmeksizin tarla, su, tohum gibi sebepler de neticeyi meydana getirememektedirler. Bu, Cenab-ı Hakk’ın bir kanunudur. Ondan buğday isteminin yolu, ferdin o işe teşebbüsü ve sebeplere uymasıdır.

Şimdi İslam’ın tevekkül esasına karşı gelenlere şunu soralım:

Misaldeki adamın, elinden gelen her şeyi yaptıktan ve her şartı yerine getirdikten sonra tevekkül etmeyip evinde bir kış süresince merak ve endişe ile rahatsız olması mı daha iyidir?

Yoksa “Beni benden daha iyi bilen, bana benden daha şefkatli olan Rabb-i Rahim’imden ne gelirse hoştur. Ana rahminde, o karanlık menzilde, beni şefkatle besleyen, dünyaya geldiğimde ise baba ocağını ve anne kucağını benim imdadıma gönderen, dağları madenleriyle, bağları meyveleriyle, denizleri balıklarıyla bana hizmetkâr eden, O Halik-i Rahim, benim için ne takdir ederse onda hayır vardır. Benim kuvvetim ve kudretim gibi, fikrimde kısadır. Hangi azaları almamın hakkımda hayırlı olacağını ana rahminde bilemediğim gibi, hangi neticenin öteki âlemde lehimde olacağını da bu âlemde bilemiyorum. O hâlde O’na tevekkül ve itimat ediyorum^.” deyip neticeyi sabır ve rıza ile beklemesi mi daha hayırlıdır?

Veya bir hastanın, doktorun verdiği ilaçları kullandıktan sonra Allah’a tevekkül ederek, sabır içinde şifa talep etmesi mi, yoksa tevekkül etmeyerek neticeyi aşırı bir merakla beklemesi ve manen perişan bir vaziyete düşmesi mi daha iyidir?

Kur’an-ı Kerim’in her emri ve nehyi gibi, tevekküle teşviki de insanlara dünya ve ahiret saadeti bahşetmektedir.

Bir mümin kendi iktidarı dâhilinde olan bütün imkânları kullandıktan ve bütün şartları yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’tan bekler. Eğer netice kendi arzusu istikametinde olursa Cenab-ı Hakk’a şükreder. Aksi istikamette tecelli ederse “Rabbim bana, benden daha şefkatlidir, benim iradem gibi şefkatim de cüz’idir. O hâlde O nihayetsiz rahmet sahibine tevekkül ediyorum. O’ndan gelen her şey güzeldir. O’nun verdiği dert de derman olur.” diyerek hem huzurunu muhafaza eder, hem de ahireti için mühim bir hayır kazanmış olur.

Bu hakikate arif olan mümin şöyle der: “Ya rabbi, benim irade ve arzu ettiğimi bana ihsan buyurursan sana hamd ve şükrederim. Eğer arzu ettiğimin aksini tecelli ettirirsen, senin irade buyurduğunu memnuniyetle kabul eder ve onu benim arzumdan bin kat daha fazla rızayla ve neşeyle karşılarım.”

Musibetlerin kader açısından bazı hikmetleri

Hayatın çeşitli safhalarında insanların maruz kaldığı bela ve musibetlerin altında, insan idrakinin kavramaktan âciz kaldığı birçok hikmetler gizlidir.

Nitekim Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’in’de şöyle buyurmaktadır:

“Sizin için hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)

Bela ve musibetlerin takdirinde kader hakiki sebeplere bakar ki, bu meseleyi daha önce izah etmiştik. Hakiki sebeplerin arkasında da rahmet, adalet ve inayet gizlidir. Bu makamda söz konusu hakiki sebeplerden beş tanesine kısaca işaret edeceğiz:

1- Bazı musibetler, kulların geçmişteki hatalarının neticesidir. Bu musibetler tamamen insanların ihmallerinden, hata ve kusurlarından doğmaktadır. Gerekli tedbirleri almayan insanın hastalanması, tartıda hile yapan bir toplumun kuraklık ile cezalandırılması gibi… Musibetlerin bu sebebi Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:

“İnsanların bizzat kendi işledikleri günahlar yüzünden karada ve denizde fesat meydana geldi. Allah işledikleri günahların bir kısmının cezasını dünyada onlara tattırır ki, belki tuttukları kötü yoldan dönerler.” (Rum :41)

“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzündendir. Bununla beraber Allah çoğunu da affeder.” (Şura :30)

2- Bir kısım musibetler, gelecek belaları def eder veya onların şiddetlerini kırar. Büyük musibetlerin önüne set olan bu gibi musibetler, gerçekte Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır.

Musibetlerin bu sebebi de Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın azaptan tattıracağız; olur ki imana dönerler.” (Secde: 21)

3- Musibetler, hayatı yeknesaklıktan kurtarmakla nimetlerin takdirine vesile olurlar.

Zira “Her şey zıddıyla bilinir.” kaidesiyle; sıcak olmasa soğuk, gece olmasa gündüz, açlık olmasa tokluk bilinemezdi. Aynen bunlar gibi, hayat devamlı rahat ve sefa ile geçseydi, o zaman, bu rahat ve sefa nimeti de bilinemezdi. Hasta olmayan, sağlık nimetini, fakir olmayan, zenginlik devletini, depremde evi yıkılarak evsiz kalmayan, evinin kıymetini hakkıyla takdir edemez. İşte musibetler bu açıdan da kişiye, elindeki nimetlerin kıymetini bildiren bir mihenk taşıdır. Yani musibetler; sıhhatin ve diğer nimetlerin önemini ve kıymetini insana fiilen ders veren mürşitlerdir.

Aynı zamanda musibetler insanı manen ve madden kemale ulaştırır. Hayat şartlarına karşı mukavemetini ve sabır kuvvetini geliştirir. Musibetlerin bu ciheti de Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır.

4- Bu dünya bir imtihan yeridir. İmtihanın bir ciheti de, insanların ilahî takdire rıza ve teslimiyet derecelerinin ölçülmesidir. Bu ise ancak bela ve musibetlerle olabilir.

Peygamber Efendimiz’in şu hadisi bu manayı şöyle ifade etmektedir: “Allah-u Teala şöyle buyurmuştur:

“Ben, bir Allah’ım ki, benden başka ibadete müstahak kimse yoktur. Muhammed (s.a.v.) benim Resul’ümdür. Bir kimse benim verdiğim hükümlere razı olur, belalarıma sabreder ve nimetlerime şükrederse onu sıdıklar defterine yazarım. Kıyamet günü sıddıklarla haşrederim. Ve bir kimse, benim verdiğim hükümleri beğenmez, belalarıma sabretmez ve nimetlerime de şükretmezse benim kapımdan başka kapı arasın!”

5- Musibetler, günahkâr bir müminin günahlarına kefaret olur. Halis kullarının da makamlarını yükseltir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu manaya şöyle işaret etmiştir:

“Mümine gelen her musibetle, hatta ayağına bir dikenin batmasıyla da, Allah onun hatalarını döker.”

Bir diken batmasının dahi, müminlerin günahlarından bir kısmını döktüğü dikkate alındığında, diğer hastalık ve musibetlerin ne kadar azim, rahmet ve inayetlere vesile olacağı elbette daha iyi anlaşılır.

Bizler bu makamda “musibetlerin ve hastalıkların insanlara niçin musallat oldukları” meselesinde bu kadar izah ile yetineceğiz. Eğer musibet ve hastalıklara, Allah’ın rahmetinin ve şefkatinin niçin ve nasıl müsaade ettiğini ve bu konunun bütün detaylarını öğrenmek isterseniz Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri’nin Mektubat isimli eserinden, 24. mektuba müracaat edebilirsiniz.

Son olarak şunu da ifade edelim ki: Her musibetin altında Erhamürrahimin olan Allah’ın inayetinin çok tatlı meyveleri bulunmaktadır. Bu sebeple bizler musibetlere karşı sabır ve şükürle mukabele etmek, âcizliğimizi ve zayıflığımızı düşünerek dergah-ı İlahiyyeye iltica etmek ile mükellefiz. Musibetleri rıza ile karşılamak, Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmanın en önemli bir vesilesidir. Bir kul o rızaya nail olma şerefine ererse, çektiği bütün meşakkatler ve uğradığı bütün musibetler hiç hükmünde kalır.

Kalplerin mühürlenmesi açısından kader

Allah-u Teâlâ, Bakara suresinin altı ve yedinci ayetinde, Efendimiz’e hitaben şöyle buyurmaktadır:

“Sen inkâr edenleri korkutsan da korkutmasan da birdir. Onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Ve gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”

Bu ayet-i kerimeyi, sathi bir anlayışla ele alan bazı kimseler: “Allah bu kişilerin kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Bunlar nasıl iman ve ibadet etsinler, hakikatleri nasıl görsünler ve nasıl işitsinler?” demektedirler.

Hâlbuki meseleyi, Allah’ın ezeliyeti ve “İlmin maluma tabi olması kaidesi” çerçevesinde ele alan bir insan için, böyle bir iddia çok yersizdir.

Evvela, ayet-i kerimenin ifadesinde “inkâr etme” fiili insanlara, mühürleme ve perde çekme fiilleri ise Allah’a hamledilmiştir. Demek insan inkârı kendi tercih etmekte ve bunda ısrar etmekte, bunun neticesi olarak da Allah kalbini mühürlemektedir.

İman etmezler manasını ifade eden ??? ??????????? dan sonra, mühürlendi manasını ifade eden ?????? tabirinin gelmesi, mühürlenmenin sebebini açıkça göstermektedir. Yani onlar iman etmediler ve kalplerinin mühürlenmesi ile cezalandırıldılar.

Bilindiği gibi ihtiyari fiillerde, Cenab-ı Hakk’ın külli iradesi, kulun cüz-i iradesine tabidir. Yani kul, neyin yaratılmasını isterse Allah onu yaratır. Burada da inkâra insanlar sapmakta, inkârlarının bir neticesi olarak da kalplerini ve kulaklarını Allah mühürlemektedir.

Bu hakikati, şu misal ile anlayabiliriz:

Belediye zabıtalarının, fırınları teftiş ettiğini ve fırınların sağlıklı üretim yapıp yapmadıklarını kontrol ettiklerini farz ediyoruz. Zabıtalar, birçok temiz ve kanunlara uygun üretim yapan fırını gezdikten sonra, son derece pis içinde böceklerin yuva yaptığı ve son derece sağlıksız koşullarda üretim yapan bir fırına girmiş olsunlar.

Belediye memurlarının burada yapacağı iş, üretim yapmaya elverişli olmayan bu fırını kapatmak ve mühürlemektir. Acaba zabıtalar fırını mühürlediğinde, fırın sahibi diyebilir mi ki: “Fırınımı zabıtalar mühürledi, ekmek çıkaramama suçum onlara aittir.” Elbette diyemez. Evet, fırını zabıtalar mühürlemiştir. Bu doğrudur, ancak fırının mühürlenmesine sebep olacak işleri kendisi işlemiştir. Fırınını temizlememiş ve sağlık şartlarını yerine getirmemiştir. Yani zabıtaların mühürleme fiili, fırıncının kötü ahlakına bağlıdır. Eğer fırıncı dükkânını temiz tutsaydı bu mühürleme olmayacaktı. Zaten zabıtalarında fırıncılara bir garezi yok, zira birçok fırın mühürlenmemiş bir şekilde işlerini yapmaktadır.

Peki, bu mühür kalkar mı? Elbette kalkar. Eğer fırıncı hatasını anlayıp fırınının mühürlenmesine sebep olan şeyleri yok ederse, mühür kırılır ve fırın tekrar çalışmaya başlar. Sözün özü: Fırını her ne kadar zabıtalar mühürlemiş olsa da suçlu ve sorumlu fırıncıdır.

Aynen bunun gibi, fırıncı hükmünde olan insan da fırını olan kalbini; küfür, şirk, günah, isyan gibi kirlerden temizlemediği takdirde, Allah onun fırınını yani kalbini mühürleyecektir. Ve mühürlenmiş bir fırından ekmeklerin çıkamayacağı gibi, mühürlenmiş bir kalpten de iman, muhabbet, marifet gibi olgular çıkamaz. Eğer kul kendi hatasını anlayıp af ve nedamet dileyip kalp fırınını temizlemeğe çalışırsa, bu sefer mühürler kırılır ve artık o kalp imanın, muhabbetin ve marifetin menbaı olur.

Nitekim Allah-u Teâlâ, Kehf suresinin 55. ayetinde şöyle buyurmuştur:

“Kendilerine hidayet geldikten sonra, onları imandan ve Rablerine karşı af dilemekten hiçbir şey menetmedi.”

Cenab-ı Hakk’ın, insanın nefsinde ve kâinatta sergilediği nihayetsiz lütuf ve ihsanları imanın nuru ile görülür. Başta küfür olmak üzere günahlar ve isyanlar bu seyre perde olurlar. İnsan günah ve isyana devam ettikçe Rabbi ile arasındaki perdeler kalınlaşır. Bir insan işlediği günahlara tövbe ederek, mahcubiyetini huzura çevirmediği takdirde, nefsinin hükmetmesiyle kalbine iman nuru yerine; gurur, riya, şehvet ve en nihayette küfür yerleşir. Bu hâl ise onun kör olmasına ve netice olarak kalbinin mühürlenmesine yol açar.

Yoksa Allah-u Teâlâ, iman ve salih amel üzere bulunan bir insanın kalbini mühürlemez.

Demek küfür yolunda yürüyen kimseler, kâinatta Allah’ın varlığına, birliğine, rahmet ve keremine şehadet eden sayısız delilleri okumamakla ve nihayetsiz sedaları işitmemekle, kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesine ve gözlerine perde çekilmesine kendileri sebep olurlar.

www.ilmedavet.com

21.1.11

Güzel gören güzel düşünür.Güzel düşünen hayatından lezzet alır.

-Güzel gören güzel düşünür.Güzel düşünen hayatından lezzet
alır.(Mektubat)


-Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz
değil.(Mektubat)


-Kâinatta en yüksek hakikat imandır,imandan sonra namazdır.
(Sözler)


-Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde,
fani dünyada bıraktığın eserlere kıymet verme.
(Mesnevi-i nuriye)


-Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona
sarfediyorsun.(Sözler)


-Evet ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde(gelecekte ola-
cak değişimler içerisinde) en gür sada İslamın sadası olacaktır.
(Sünuhat)


-Zaman ihtiyarladıkça, Kur'an gençleşiyor; rumuzu(sırlı hakikat
leri) tavazzuh ediyor (ortaya çıkıyor).
(Mektubat)


-İbadetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yanlız emre-
dildiği için yapılmasıdır.(İşaret'ül i'caz)


-Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.Öyle ise,nefsim-
den başlarım.(Sözler)


-Evet her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek
doğru değil.(Hutbe-i Şamiye)


-Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekatda İslamın
kantarası yani köprüsüdür.Demek birisi dini, diğeri asayişi
muhafaza eden ilahi iki esastır. (İşaret'ül i'caz)


-Zekat vermeyenin herhalde elinden zekat kadar bir mal çıkacak;
ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet
gelip alacaktır.(Mektubat)



-En bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini
dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye
için bozmasın, mâlâya'ni(faydasız) şeylerle ömrünü telef etmesin;
kendini misafir telakki edip misafir hane sahibinin
emirlerine göre hareket etsin. (Mektubat)


-Dünya bütün gösterişiyle ahirete nisbeten bir zindan hükmündedir.( Sözler)



-Her şey kader ile takdir edilmiştir.Kısmetine razı ol ki, rahat
edesin.(Mesnevi-i Nuriye)


-İnsanda büyüklüğün ölçüsü küçüklüktür, yani tevazudur.
Küçüklüğün tartısı büyüklüktür, yani tekebbürdür.
(Mektubat)


-Evet Allah'ı (c.c) tanımayanın dünya dolusu bela başında vardır
Allah'ı (c.c) tanıyanın dünyası nurla ve manevi sürurla doludur.
(Lem'alar)



-İnsan acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve kul olur.
(Sözler)


"Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan; hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz olabilirsin."


"Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz"


"İmana gel ki, elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selamette kalasın"


"İnsan ebed için yaratılmıştır. Onun hakiki lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u edebiyedir."


"Ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor."



"Dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi: dar-ı saadette edebi bir gençliktir."


"Allah'a hakiki abd olan, başkalarına abd olamaz."


"Görünmemek olmamaya hüccet olmaz "


"Küçük şeyler büyük şeylere merbuttur"


"Beğendiğin şeyde ifrat etme"


" İnadın gözü meleği şeytan görür "
Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalble sanem-misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler bahsimizden hariçtir.)
Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına mufarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun..


.....................

Ey nefsim!

Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gâye-i maksad yapsan ve ona dâim çalışsan, en ednâ bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun.

Eğer hayat-ı uhreviyeyi gâye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesîle ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan, o vakit hayvanâtın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakkın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.
İşte sana iki yol. İstediğini intihab edebilirsin. Hidâyet ve tevfîkı Erhamü'r-Râhimînden iste. ..
.....

Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.

Mektubat


Aklı başında olan insan ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.Zira dünya durmuyor gidiyor,insan da beraber gidiyor...(Mesnevi-i Nuriye)


DÜNYA FANİDİR BİNLER SENE YAÞAMAK OLSA BAKİ OLAN HAYAT-I UHREVİYENİN YANINDA HİÇ ENDER HİÇ MESABESİNDEDİR. FAKAT FANİ OLMAKLA BERABER BAKİ HAYATIN BAKİ MEYVELERİNİ VERECEK BİR MEZRASIDIR.


"Şu âlem, çendan, fânîdir; fakat ebedî bir âlemin levâzımâtını yetiştiriyor.

Çendan, zâildir, geçicidir; fakat bâkî meyveler veriyor, bâkî bir Zâtın bâkî esmâsının cilvelerini gösteriyor.

Ve çendan, lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahmân-ı Rahîmin iltifatâtı, zevâlsiz, hakiki lezzetlerdir.

Elemler ise, sevap cihetiyle mânevî lezzet yetiştiriyor. Mâdem meşrû daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safâlarına, keyiflerine kâfidir; gayr-i meşrû daireye girme.

Çünkü, o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakiki ve dâimî lezzet olan iltifatât-ı Rahmâniyeyi kaybetmeye sebeptir."

İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi İmân ve duâdır.
Ey nefsim!
Deme,

"Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur."

Çünkü, ölüm değişmiyor; firâk bekâya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyâdeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peydâ ediyor.

Hem deme, "Ben de herkes gibiyim." Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musîbette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.

“Ey insanlar!

“Ey insanlar!

Fani, kısa, faydasız ömrünüzü
baki, uzun, faydalı meyvedar yapmak ister misiniz?
Madem istemek insaniyetin iktizasıdır;
Baki-i Hakiki’nin yoluna sarf ediniz.
Çünkü, Baki’ye müteveccih olan şey,
bekanın cilvesine mazhar olur.”
__________________

İnsanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen halık-ı zülcelallerine dönecekler ve mevla-yı kerimlerine kavuşacaklar.

Mektubat

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.

Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür'atle çalıştırıyor. Arz sefinesi de, sür'atle giderken âyetini okuyor. Sefine-i arz sür'atle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh, o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firâkın elemi, telâki lezzetinden ağırdır.

Ey nefs-i emmârem! Sana tâbi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana musahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâle abd olurum.

Ve keza, kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdut ve tünellerinden şimşekvâri geçen zamanın şimendiferine bindirerek ebedül'âbad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmânü'r-Rahîmden medet istiyorum.

Ve keza, hiçbir şeyi dualarıma, istigâselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kadir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâle dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, herşeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır.

Ve keza, kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kadir olan Zât-ı Akdesden maada kimseye ibadet etmiyorum.

Evet, dünyayı âhirete kalb etmekle kıyameti koparan kudret muktedirdir, âciz değildir. Bir zerre o kudretin nazarında gizlenemez. Şems, büyüklüğüne güvenerek o kudretin elinden kurtulamaz. Evet, onun mârifetiyle elemler lezzetlere inkılâp eder. Evet, Onun marifeti olmazsa, ulûm evhama tahavvül eder. Hikmetler illet ve belâlara tebeddül eder. Vücut ademe inkılâp eder. Hayat ölüme ve nurlar zulmetlere ve lezâiz günahlara tahavvül eder. Evet, Onun marifeti olmazsa, insanın ahbabı ve mal ve mülkü insana a'dâ ve düşman olurlar. Beka belâ olur. Kemal hebâ olur. Ömür hevâ olur. Hayat azap olur. Akıl ikab olur. Âmâl, alâma inkılâp eder.

Evet, Allah'a abd ve hizmetkâr olana herşey hizmetkâr olur. Bu da, herşey Allah'ın mülk ve malı olduğunu İmân ve iz'an ile olur.

....

Eyvah aldandık!
Şu hayatı dünyeviyeyi sabit zannettik.O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik.Evet şu güzeranı hayat bir uykudur bir rüya gibi geçti.Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgar gibi uçar gider...

................

Nasihat istersen ÖLÜM yeter.
Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan
kurtulur ve ahiretine ciddi çalışır.
Mektubat

.............

...Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatnızı iman ile hayatlandrınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz...



Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, vesaireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler.

Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız.

Mezarımızdan SİZİ TEBRİK EDERİZ sadasını işiteceksiniz...


BEDİÜZZAMAN

DÜNYA LEZZETİ ZEHİRLİ BALA BENZER.

DÜNYA LEZZETİ ZEHİRLİ BALA BENZER.LEZZETİ NİSBETİNDE ELEMİ DE VARDIR.

MESNEVİ NURİYE

insan bu aleme..

insan bu aleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. mahiyet ve istidad itibariyle her şey ilme bağlıdır. ve bütün ulum-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır. ve onun üssü'l-esası da iman-ı billahtır.

Sözler

İnsanın çekirdeği olan kalb,

İnsanın çekirdeği olan kalb,
ubudiyet ve ihlas altında
İslâmiyet ile iska edilmekle
imanla intibaha gelirse,
nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile
öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki;
onun cismanî âlemine ruh olur.
Eğer o kalb çekirdeği
böyle bir terbiye görmezse,
kuru bir çekirdek kalarak
nura inkılab edinceye kadar
ateş ile yanması lâzımdır.


Mesnevi-i Nuriye

2.4.10

Birinci Ve İkinci Mektup

BİRİNCİ MEKTUP

Dört sualin muhtasar cevabıdır.
Birinci Sual: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise, niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?
Elcevap: Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.
Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyettir.
İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler.

Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazen, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder.

Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, "makam-ı Hızır" tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır'dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat Bazen o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.

________________________________________
1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
Sadece Ondan yardım diliyoruz.
2- O'nun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.


Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder.

Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvatta bulunurlar. "Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-i Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek" * meâlindeki hadisin sırrı şudur ki:
Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür.

Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.


Dördüncü tabaka-i hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur'ân'la, şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder.

Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.

Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. "Ben uyansam şu lezzet kaçacak" diye düşünür.

Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur. İşte, âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla, şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve katîdir.

Hattâ, Seyyidü'ş-Şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahu Anh, mükerrer vakıatla, kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş. Hattâ, ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı.

Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, tahte'l-arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim.

Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş biliyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor.

Fakat Rus'un istilâsından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz'î rüya, bazı şerâit ve emâratla, geçen hakikate bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.
Beşinci tabaka-i hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet, mevt, tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir.

Hadsiz vakıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Zaten beka-i ruha dair Yirmi Dokuzuncu Söz, bu tabaka-i hayatı delâil-i katiye ile ispat etmiştir.
İkinci Sual: Furkan-ı Hakîmde,

-1-

gibi âyetlerde, "Mevt dahi hayat gibi mahlûktur; hem bir nimettir" diye ifham ediliyor. Halbuki, zâhiren mevt inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü'l-lezzâttır. Nasıl mahlûk ve nimet olabilir?


Elcevap: Birinci sualin cevabının âhirinde denildiği gibi, mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir.

Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor. Zira, meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessühle, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcât-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki,

bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sümbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır.
Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe olduğundan, o mevt onların hayatından daha muntazam ve mahlûk denilir.
İşte, en ednâ tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti böyle mahlûk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette,

yeraltına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yeraltına giren bir insan da âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkiye sümbülü verecektir. Amma mevt nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört veçhine işaret ederiz.

________________________________________
1- Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için öl
2- ümü de, hayatı da yaratan Odur. Mülk Sûresi: 67:2.
Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzâd edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, vüs'atli, sürurlu, ıztırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle, Mahbûb-u Bâkînin daire-i rahmetine girmektir.
Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerâit-i hayatiyeyi ağırlaştıran birçok esbab vardır ki, mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir. Meselâ, sana ıztırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validenle beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı,


hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin. Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

Dördüncüsü: Nevm, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir-hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için. Öyle de, nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi,

musibetzedelere ve intihara sevk eden belâlarla müptelâ olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir. Amma ehl-i dalâlet için, müteaddit Sözlerde katî ispat edildiği gibi, mevt dahi hayat gibi nikmet içinde nikmet, azap içinde azaptır; o bahisten hariçtir.
Üçüncü Sual: Cehennem nerededir?

Elcevap: Lâ ya'lemul gaybe illallah -1- Gul İnnemel İlmu İndallah -2- Cehennemin yeri, bazı rivâyatla, "tahte'l-arz" denilmiştir. Başka yerlerde beyan ettiğimiz gibi, küre-i arz, hareket-i seneviyesiyle, ileride mecma-ı haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor.

Cehennem ise, arzın o medar-ı senevîsi altındadır demektir. Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir. Küre-i arzın seyahat ettiği mesafe-i azîmede pek çok mahlûkat var ki, nursuz oldukları için görünmezler.

Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahlûklar, gözümüzün önünde olup göremiyoruz.
Cehennem ikidir. Biri suğrâ, biri kübrâdır. İleride, suğrâ kübrâya inkılâp edeceği ve çekirdeği hükmünde olduğu gibi, ileride ondan bir menzil olur. Cehennem-i Suğrâ, yerin altında, yani merkezindedir.

Kürenin altı, merkezidir. İlm-i tabakatü'l-arzca malûmdur ki, ekseriya her otuz üç metre hafriyatta, bir derece-i hararet tezayüd eder.

________________________________________


1- Gaybı Allah'tan başkası bilmez.
2- De ki: İlim ancak Allah katındadır. Mülk Sûresi: 67:26.
Demek, merkeze kadar nısf-ı kutr-u arz, altı bin küsûr kilometre olduğundan, iki yüz bin derece-i harareti câmi, yani iki yüz defa ateş-i dünyevîden şedit ve rivayet-i hadise muvafık bir ateş bulunuyor.

Şu Cehennem-i Suğrâ, Cehennem-i Kübrâya ait çok vezâifi, dünyada ve âlem-i berzahta görmüş ve ehâdislerle işaret edilmiştir. âlem-i âhirette, küre-i arz nasıl ki sekenesini medar-ı senevîsindeki meydan-ı haşre döker. Öyle de, içindeki Cehennem-i Suğrâyı dahi Cehennem-i Kübrâya emr-i İlâhî ile teslim eder.
Ehl-i İtizâlin bazı imamları "Cehennem sonradan halk edilecektir" demeleri, halihazırda tamamıyla inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münasip bir tarzda inkişaf etmediğinden galattır ve gabâvettir.
Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp tayin edelim. -1- , Ahiret âlemine ait menziller bu dünyevî gözümüzle görülmez. Fakat, bazı rivâyâtın işârâtıyla, âhiretteki Cehennem bu dünyamızla münasebettardır. Yazın şiddet-i hararetine -2- denilmiştir.
Demek, bu dünyevî, küçücük ve sönük akıl gözüyle o büyük Cehennem görülmez. Fakat ism-i Hakîmin nuruyla bakabiliriz. Şöyle ki:


Arzın medar-ı senevîsi altında bulunan Cehennem-i Kübrâ, yerin merkezindeki Cehennem-i Suğrayı güya tevkil ederek bazı vezâifini gördürmüş. Kadîr-i Zülcelâlin mülkü pek çok geniştir; hikmet-i İlâhiye nereyi göstermişse Cehennem-i Kübrâ oraya yerleşir.

Evet, bir Kadîr-i Zülcelâl ve emr-i Kün fe Yekün -3- mâlik bir Hakîm-i Zülkemal, gözümüzün önünde, kemâl-i hikmet ve intizamla kameri arza bağlamış; azamet-i kudret ve intizamla arzı güneşe raptetmiş;

ve güneşi, seyyârâtıyla beraber, arzın sürat-i seneviyesine yakın bir süratle ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre şemsü'ş-şümus tarafına bir hareket vermiş; ve donanma elektrik lâmbaları gibi yıldızları saltanat-ı rububiyetine nuranî şahitler yapmış,

onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zât-ı Zülcelâlin kemâl-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki, Cehennem-i Kübrâyı

elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semânın yıldızlarını onunla iş'âl etsin, hararet ve kuvvet versin. Yani, âlem-i nur olan Cennetten yıldızlara nur verip, Cehennemden nar ve hararet göndersin; aynı halde, o Cehennemin bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahpes yapsın.

________________________________________


1- Gerçek bilgi Allah katındadır.
2- Cehennem sıcağındandır. Hadis-i şerif. Keşfü'l-Hafa, 29, Buharî,1:142,162.
3- "Ol der; o da oluverir." Yasin:82.
Hem bir Fâtır-ı Hakîm ki, dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar. Elbette, o Zât-ı Zülcelâlin kudret ve hikmetinden uzak değildir ki, küre-i arzın kalbindeki Cehennem-i Suğrâ çekirdeğinde Cehennem-i Kübrâyı saklasın.
Elhasıl: Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehâsındadır.
Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflîsi, sakîli aşağı tarafında; nuranîsi, ulvîsi yukarı tarafındadır.
Hem şu seyl-i şuûnâtın ve mahsulât-ı mâneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise, mahsulâtın nevine göre, fenası altında, iyisi üstündedir.
Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyâlenin iki havuzudur. Havuzun yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu ettiği yerdedir. Yani, habîsâtı ve müzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır.
Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecellîgâhıdır. Tecelligâhın yeri ise her yerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl ve Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecellîgâhını açar.
Amma Cennet ve Cehennemin vücutları ise, Onuncu ve Yirmi Sekizinci ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde gayet katî bir surette ispat edilmiştir. Şurada yalnız bu kadar deriz ki:

Meyvenin vücudu dal kadar ve neticenin silsile kadar ve mahzenin mahsulât kadar ve havuzun ırmak kadar ve tecelligâhın, rahmet ve kahrın vücutları kadar katî ve yakindir.
Dördüncü Sual: Mahbuplara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâp ettiği gibi, acaba ekser nasta bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılâp edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup arasa,

dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir.

Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet onu kurtarsın. Şu hakikati tenvir için şu temsile bak:
Meselâ, şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam aynası bulunsa, o vakit beş oda olur: biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi aynamız vasıtasıyla,

hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, ayninede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz.

Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmakla odanı harap edebilirsin; ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.
İşte, dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam aynasıdır. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır.

Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sayfadır, hayatımız bir kalem-onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor.
Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız, hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız ayna olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esmâ-i İlâhiyeye döner, ondan cilve-i esmâya intikal eder.
Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derk edip, ona karşı şedit hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sümbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk hakikî aşka inkılâp eder.
Yoksa,

-1-

sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini düşünmeyerek hususî, kararsız dünyasını aynı umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farz ederek dünyaya saplansa, şedit hissiyatla ona sarılsa, onda boğulur, gider.

O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azaptır. Çünkü, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüt eder. Bütün zîhayatlara acır, hattâ güzel ve zevâle maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye's-i mutlak içinde elem çeker.
Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak bulur ki, acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâkînin bâki esmâsının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür;

şefkati bir sürura inkılâp eder. Hem zeval ve fenâya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san'at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür.
O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.

El-Bak,i Hüvel Baki

Said Nursî

________________________________________


1- "Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturdu. Onlar yoldan çıkmış kimselerin tâ kendisidir." (Haşir Sûresi: 59:19.)
2- Baki olan yalnız Allah'tır.
İKİNCİ MEKTUP


-1-

[O mezkûr ve malûm talebesinin hediyesine karşı cevaptan bir parçadır.]


SALİSEN: Bana bir hediye gönderdin; gayet ehemmiyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyorum ki: "Kardeşim ve biraderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman'dan kabul etmediğim gibi senden de kabul etmem.

" Çünkü sen onlardan daha ileri ve ruhuma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi reddedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere reddedilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyleyeceğim.

Şöyle ki:
Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı. Eski Said'in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun'î bir istiğnâ değil, belki dört beş ciddî esbaba istinat eder.


Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle itham ediyorlar, "İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar" deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.
İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ etmekle mükellefiz. Kur'ân-ı Hakîmde, hakkı neşredenler -2- diyerek insanlardan istiğnâ göstermişler. Sûre-i Yâsin'de -1- cümlesi, meselemiz hakkında çok mânidardır.
________________________________________


1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.
2-
2- "Benim mükâfâtımı vermek ancak Allah'a aittir." Yunus Sûresi: 72; Hûd Sûresi: 29.
3-
3- Doğru yolda olan ve sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere tâbi olun." Yâsin Sûresi: 21.
4-
Üçüncüsü: Birinci Sözde beyan edildiği gibi, Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki, ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün'im-i Hakikîye ait şükrü, senâyı zâhirî esbaba verir, hata eder.

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem.

Rezzâk-ı Zülcelâle yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.
Beşincisi: Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübelerle katî kanaatim oldu ki, halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim.

Bazıları bana dokunuyor; belki dokunduruluyor, yedirilmiyor, Bazen bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mânen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.
Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor. O da hoşuma gitmiyor.

Hem tasannu ve temellükten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassâ libasını giymek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.
Altıncısı: Ve istiğnâ sebebinin en mühimi, mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hâcer diyor ki: "Salâhat niyetiyle sana verilen bir şey sâlih olmazsan kabul etmek haramdır."
İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama' yüzünden, küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar.

Benim gibi günahkâr bir biçareyi, sâlih veya velî tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer (hâşâ) ben kendimi sâlih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir.

Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a'mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.




Said Nursî

________________________________________
1- Baki olan yalnız Allah'tır.

6.2.10

Birinci Söz

Birinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


وَبِهِ نَسْـتَعِينُ - اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعٰالَمِينَ وَالصَّلٰوةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ


"Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlar ve ancak Ondan yardım dileriz. Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Efendimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile âline ve ashâbına ise salât ve selâm olsun."

Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle bir kaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.



Birinci Söz


BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı hâl ile vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük, tükenmez bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:

Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu’t-tarîke rast gelse, der: “Ben filân reisin ismiyle gezerim.” Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu.

İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin, fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedî ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.

Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.

Başta demiştik: Bütün mevcudat lisan-ı hâl ile “Bismillâh” der. Öyle mi?
Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder.

Öyle de, herşey Cenâb-ı Hakkın namına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç “Bismillâh” der; hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.

Herbir bostan “Bismillâh” der, matbaha-i kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.

Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “Bismillâh” der, rahmet feyzinden birer süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en latîf, en nazif, âb ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar.

Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları “Bismillâh” der, sert taş ve toprağı deler, geçer. “Allah namına, Rahmân namına” der; herşey ona muhassar olur.

Evet, havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemâl-i suhuletle intişar etmesi ve yeraltında yemiş vermesi, hem şiddet-i hararete karşı aylarca nâzik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salâbet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Asâ-yı Mûsâ (a.s.) gibi

1 فَقُلْناَ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ emrine imtisal ederek taşları şak eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı 2 يَا نَارُ كُونِى بَرْداً وَسَلاَماً âyetini okuyorlar.

Madem herşey mânen “Bismillâh” der; Allah namına, Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi “Bismillâh” demeliyiz. Allah namına vermeliyiz, Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.

SUAL: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor?

ELCEVAP: Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.

Başta “Bismillâh” zikirdir. Âhirde “Elhamdü lillâh” şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mucize-i kudreti ve hediye i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.

Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikîyi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.

Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen, Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle, vesselâm.

Bediüzzaman

Risale-i Nur Külliyatı / Sözler...