21.4.11

Musibetlerin kader açısından bazı hikmetleri

Hayatın çeşitli safhalarında insanların maruz kaldığı bela ve musibetlerin altında, insan idrakinin kavramaktan âciz kaldığı birçok hikmetler gizlidir.

Nitekim Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’in’de şöyle buyurmaktadır:

“Sizin için hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)

Bela ve musibetlerin takdirinde kader hakiki sebeplere bakar ki, bu meseleyi daha önce izah etmiştik. Hakiki sebeplerin arkasında da rahmet, adalet ve inayet gizlidir. Bu makamda söz konusu hakiki sebeplerden beş tanesine kısaca işaret edeceğiz:

1- Bazı musibetler, kulların geçmişteki hatalarının neticesidir. Bu musibetler tamamen insanların ihmallerinden, hata ve kusurlarından doğmaktadır. Gerekli tedbirleri almayan insanın hastalanması, tartıda hile yapan bir toplumun kuraklık ile cezalandırılması gibi… Musibetlerin bu sebebi Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:

“İnsanların bizzat kendi işledikleri günahlar yüzünden karada ve denizde fesat meydana geldi. Allah işledikleri günahların bir kısmının cezasını dünyada onlara tattırır ki, belki tuttukları kötü yoldan dönerler.” (Rum :41)

“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzündendir. Bununla beraber Allah çoğunu da affeder.” (Şura :30)

2- Bir kısım musibetler, gelecek belaları def eder veya onların şiddetlerini kırar. Büyük musibetlerin önüne set olan bu gibi musibetler, gerçekte Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır.

Musibetlerin bu sebebi de Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın azaptan tattıracağız; olur ki imana dönerler.” (Secde: 21)

3- Musibetler, hayatı yeknesaklıktan kurtarmakla nimetlerin takdirine vesile olurlar.

Zira “Her şey zıddıyla bilinir.” kaidesiyle; sıcak olmasa soğuk, gece olmasa gündüz, açlık olmasa tokluk bilinemezdi. Aynen bunlar gibi, hayat devamlı rahat ve sefa ile geçseydi, o zaman, bu rahat ve sefa nimeti de bilinemezdi. Hasta olmayan, sağlık nimetini, fakir olmayan, zenginlik devletini, depremde evi yıkılarak evsiz kalmayan, evinin kıymetini hakkıyla takdir edemez. İşte musibetler bu açıdan da kişiye, elindeki nimetlerin kıymetini bildiren bir mihenk taşıdır. Yani musibetler; sıhhatin ve diğer nimetlerin önemini ve kıymetini insana fiilen ders veren mürşitlerdir.

Aynı zamanda musibetler insanı manen ve madden kemale ulaştırır. Hayat şartlarına karşı mukavemetini ve sabır kuvvetini geliştirir. Musibetlerin bu ciheti de Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır.

4- Bu dünya bir imtihan yeridir. İmtihanın bir ciheti de, insanların ilahî takdire rıza ve teslimiyet derecelerinin ölçülmesidir. Bu ise ancak bela ve musibetlerle olabilir.

Peygamber Efendimiz’in şu hadisi bu manayı şöyle ifade etmektedir: “Allah-u Teala şöyle buyurmuştur:

“Ben, bir Allah’ım ki, benden başka ibadete müstahak kimse yoktur. Muhammed (s.a.v.) benim Resul’ümdür. Bir kimse benim verdiğim hükümlere razı olur, belalarıma sabreder ve nimetlerime şükrederse onu sıdıklar defterine yazarım. Kıyamet günü sıddıklarla haşrederim. Ve bir kimse, benim verdiğim hükümleri beğenmez, belalarıma sabretmez ve nimetlerime de şükretmezse benim kapımdan başka kapı arasın!”

5- Musibetler, günahkâr bir müminin günahlarına kefaret olur. Halis kullarının da makamlarını yükseltir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu manaya şöyle işaret etmiştir:

“Mümine gelen her musibetle, hatta ayağına bir dikenin batmasıyla da, Allah onun hatalarını döker.”

Bir diken batmasının dahi, müminlerin günahlarından bir kısmını döktüğü dikkate alındığında, diğer hastalık ve musibetlerin ne kadar azim, rahmet ve inayetlere vesile olacağı elbette daha iyi anlaşılır.

Bizler bu makamda “musibetlerin ve hastalıkların insanlara niçin musallat oldukları” meselesinde bu kadar izah ile yetineceğiz. Eğer musibet ve hastalıklara, Allah’ın rahmetinin ve şefkatinin niçin ve nasıl müsaade ettiğini ve bu konunun bütün detaylarını öğrenmek isterseniz Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri’nin Mektubat isimli eserinden, 24. mektuba müracaat edebilirsiniz.

Son olarak şunu da ifade edelim ki: Her musibetin altında Erhamürrahimin olan Allah’ın inayetinin çok tatlı meyveleri bulunmaktadır. Bu sebeple bizler musibetlere karşı sabır ve şükürle mukabele etmek, âcizliğimizi ve zayıflığımızı düşünerek dergah-ı İlahiyyeye iltica etmek ile mükellefiz. Musibetleri rıza ile karşılamak, Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmanın en önemli bir vesilesidir. Bir kul o rızaya nail olma şerefine ererse, çektiği bütün meşakkatler ve uğradığı bütün musibetler hiç hükmünde kalır.

Kalplerin mühürlenmesi açısından kader

Allah-u Teâlâ, Bakara suresinin altı ve yedinci ayetinde, Efendimiz’e hitaben şöyle buyurmaktadır:

“Sen inkâr edenleri korkutsan da korkutmasan da birdir. Onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Ve gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”

Bu ayet-i kerimeyi, sathi bir anlayışla ele alan bazı kimseler: “Allah bu kişilerin kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Bunlar nasıl iman ve ibadet etsinler, hakikatleri nasıl görsünler ve nasıl işitsinler?” demektedirler.

Hâlbuki meseleyi, Allah’ın ezeliyeti ve “İlmin maluma tabi olması kaidesi” çerçevesinde ele alan bir insan için, böyle bir iddia çok yersizdir.

Evvela, ayet-i kerimenin ifadesinde “inkâr etme” fiili insanlara, mühürleme ve perde çekme fiilleri ise Allah’a hamledilmiştir. Demek insan inkârı kendi tercih etmekte ve bunda ısrar etmekte, bunun neticesi olarak da Allah kalbini mühürlemektedir.

İman etmezler manasını ifade eden ??? ??????????? dan sonra, mühürlendi manasını ifade eden ?????? tabirinin gelmesi, mühürlenmenin sebebini açıkça göstermektedir. Yani onlar iman etmediler ve kalplerinin mühürlenmesi ile cezalandırıldılar.

Bilindiği gibi ihtiyari fiillerde, Cenab-ı Hakk’ın külli iradesi, kulun cüz-i iradesine tabidir. Yani kul, neyin yaratılmasını isterse Allah onu yaratır. Burada da inkâra insanlar sapmakta, inkârlarının bir neticesi olarak da kalplerini ve kulaklarını Allah mühürlemektedir.

Bu hakikati, şu misal ile anlayabiliriz:

Belediye zabıtalarının, fırınları teftiş ettiğini ve fırınların sağlıklı üretim yapıp yapmadıklarını kontrol ettiklerini farz ediyoruz. Zabıtalar, birçok temiz ve kanunlara uygun üretim yapan fırını gezdikten sonra, son derece pis içinde böceklerin yuva yaptığı ve son derece sağlıksız koşullarda üretim yapan bir fırına girmiş olsunlar.

Belediye memurlarının burada yapacağı iş, üretim yapmaya elverişli olmayan bu fırını kapatmak ve mühürlemektir. Acaba zabıtalar fırını mühürlediğinde, fırın sahibi diyebilir mi ki: “Fırınımı zabıtalar mühürledi, ekmek çıkaramama suçum onlara aittir.” Elbette diyemez. Evet, fırını zabıtalar mühürlemiştir. Bu doğrudur, ancak fırının mühürlenmesine sebep olacak işleri kendisi işlemiştir. Fırınını temizlememiş ve sağlık şartlarını yerine getirmemiştir. Yani zabıtaların mühürleme fiili, fırıncının kötü ahlakına bağlıdır. Eğer fırıncı dükkânını temiz tutsaydı bu mühürleme olmayacaktı. Zaten zabıtalarında fırıncılara bir garezi yok, zira birçok fırın mühürlenmemiş bir şekilde işlerini yapmaktadır.

Peki, bu mühür kalkar mı? Elbette kalkar. Eğer fırıncı hatasını anlayıp fırınının mühürlenmesine sebep olan şeyleri yok ederse, mühür kırılır ve fırın tekrar çalışmaya başlar. Sözün özü: Fırını her ne kadar zabıtalar mühürlemiş olsa da suçlu ve sorumlu fırıncıdır.

Aynen bunun gibi, fırıncı hükmünde olan insan da fırını olan kalbini; küfür, şirk, günah, isyan gibi kirlerden temizlemediği takdirde, Allah onun fırınını yani kalbini mühürleyecektir. Ve mühürlenmiş bir fırından ekmeklerin çıkamayacağı gibi, mühürlenmiş bir kalpten de iman, muhabbet, marifet gibi olgular çıkamaz. Eğer kul kendi hatasını anlayıp af ve nedamet dileyip kalp fırınını temizlemeğe çalışırsa, bu sefer mühürler kırılır ve artık o kalp imanın, muhabbetin ve marifetin menbaı olur.

Nitekim Allah-u Teâlâ, Kehf suresinin 55. ayetinde şöyle buyurmuştur:

“Kendilerine hidayet geldikten sonra, onları imandan ve Rablerine karşı af dilemekten hiçbir şey menetmedi.”

Cenab-ı Hakk’ın, insanın nefsinde ve kâinatta sergilediği nihayetsiz lütuf ve ihsanları imanın nuru ile görülür. Başta küfür olmak üzere günahlar ve isyanlar bu seyre perde olurlar. İnsan günah ve isyana devam ettikçe Rabbi ile arasındaki perdeler kalınlaşır. Bir insan işlediği günahlara tövbe ederek, mahcubiyetini huzura çevirmediği takdirde, nefsinin hükmetmesiyle kalbine iman nuru yerine; gurur, riya, şehvet ve en nihayette küfür yerleşir. Bu hâl ise onun kör olmasına ve netice olarak kalbinin mühürlenmesine yol açar.

Yoksa Allah-u Teâlâ, iman ve salih amel üzere bulunan bir insanın kalbini mühürlemez.

Demek küfür yolunda yürüyen kimseler, kâinatta Allah’ın varlığına, birliğine, rahmet ve keremine şehadet eden sayısız delilleri okumamakla ve nihayetsiz sedaları işitmemekle, kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesine ve gözlerine perde çekilmesine kendileri sebep olurlar.

www.ilmedavet.com

21.1.11

Güzel gören güzel düşünür.Güzel düşünen hayatından lezzet alır.

-Güzel gören güzel düşünür.Güzel düşünen hayatından lezzet
alır.(Mektubat)


-Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz
değil.(Mektubat)


-Kâinatta en yüksek hakikat imandır,imandan sonra namazdır.
(Sözler)


-Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde,
fani dünyada bıraktığın eserlere kıymet verme.
(Mesnevi-i nuriye)


-Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona
sarfediyorsun.(Sözler)


-Evet ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde(gelecekte ola-
cak değişimler içerisinde) en gür sada İslamın sadası olacaktır.
(Sünuhat)


-Zaman ihtiyarladıkça, Kur'an gençleşiyor; rumuzu(sırlı hakikat
leri) tavazzuh ediyor (ortaya çıkıyor).
(Mektubat)


-İbadetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yanlız emre-
dildiği için yapılmasıdır.(İşaret'ül i'caz)


-Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.Öyle ise,nefsim-
den başlarım.(Sözler)


-Evet her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek
doğru değil.(Hutbe-i Şamiye)


-Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekatda İslamın
kantarası yani köprüsüdür.Demek birisi dini, diğeri asayişi
muhafaza eden ilahi iki esastır. (İşaret'ül i'caz)


-Zekat vermeyenin herhalde elinden zekat kadar bir mal çıkacak;
ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet
gelip alacaktır.(Mektubat)



-En bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini
dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye
için bozmasın, mâlâya'ni(faydasız) şeylerle ömrünü telef etmesin;
kendini misafir telakki edip misafir hane sahibinin
emirlerine göre hareket etsin. (Mektubat)


-Dünya bütün gösterişiyle ahirete nisbeten bir zindan hükmündedir.( Sözler)



-Her şey kader ile takdir edilmiştir.Kısmetine razı ol ki, rahat
edesin.(Mesnevi-i Nuriye)


-İnsanda büyüklüğün ölçüsü küçüklüktür, yani tevazudur.
Küçüklüğün tartısı büyüklüktür, yani tekebbürdür.
(Mektubat)


-Evet Allah'ı (c.c) tanımayanın dünya dolusu bela başında vardır
Allah'ı (c.c) tanıyanın dünyası nurla ve manevi sürurla doludur.
(Lem'alar)



-İnsan acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve kul olur.
(Sözler)


"Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan; hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz olabilirsin."


"Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz"


"İmana gel ki, elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selamette kalasın"


"İnsan ebed için yaratılmıştır. Onun hakiki lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u edebiyedir."


"Ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor."



"Dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi: dar-ı saadette edebi bir gençliktir."


"Allah'a hakiki abd olan, başkalarına abd olamaz."


"Görünmemek olmamaya hüccet olmaz "


"Küçük şeyler büyük şeylere merbuttur"


"Beğendiğin şeyde ifrat etme"


" İnadın gözü meleği şeytan görür "
Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalble sanem-misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler bahsimizden hariçtir.)
Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına mufarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun..


.....................

Ey nefsim!

Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gâye-i maksad yapsan ve ona dâim çalışsan, en ednâ bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun.

Eğer hayat-ı uhreviyeyi gâye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesîle ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan, o vakit hayvanâtın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakkın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.
İşte sana iki yol. İstediğini intihab edebilirsin. Hidâyet ve tevfîkı Erhamü'r-Râhimînden iste. ..
.....

Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.

Mektubat


Aklı başında olan insan ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.Zira dünya durmuyor gidiyor,insan da beraber gidiyor...(Mesnevi-i Nuriye)


DÜNYA FANİDİR BİNLER SENE YAÞAMAK OLSA BAKİ OLAN HAYAT-I UHREVİYENİN YANINDA HİÇ ENDER HİÇ MESABESİNDEDİR. FAKAT FANİ OLMAKLA BERABER BAKİ HAYATIN BAKİ MEYVELERİNİ VERECEK BİR MEZRASIDIR.


"Şu âlem, çendan, fânîdir; fakat ebedî bir âlemin levâzımâtını yetiştiriyor.

Çendan, zâildir, geçicidir; fakat bâkî meyveler veriyor, bâkî bir Zâtın bâkî esmâsının cilvelerini gösteriyor.

Ve çendan, lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahmân-ı Rahîmin iltifatâtı, zevâlsiz, hakiki lezzetlerdir.

Elemler ise, sevap cihetiyle mânevî lezzet yetiştiriyor. Mâdem meşrû daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safâlarına, keyiflerine kâfidir; gayr-i meşrû daireye girme.

Çünkü, o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakiki ve dâimî lezzet olan iltifatât-ı Rahmâniyeyi kaybetmeye sebeptir."

İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi İmân ve duâdır.
Ey nefsim!
Deme,

"Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur."

Çünkü, ölüm değişmiyor; firâk bekâya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyâdeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peydâ ediyor.

Hem deme, "Ben de herkes gibiyim." Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musîbette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.

“Ey insanlar!

“Ey insanlar!

Fani, kısa, faydasız ömrünüzü
baki, uzun, faydalı meyvedar yapmak ister misiniz?
Madem istemek insaniyetin iktizasıdır;
Baki-i Hakiki’nin yoluna sarf ediniz.
Çünkü, Baki’ye müteveccih olan şey,
bekanın cilvesine mazhar olur.”
__________________

İnsanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen halık-ı zülcelallerine dönecekler ve mevla-yı kerimlerine kavuşacaklar.

Mektubat

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.

Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür'atle çalıştırıyor. Arz sefinesi de, sür'atle giderken âyetini okuyor. Sefine-i arz sür'atle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh, o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firâkın elemi, telâki lezzetinden ağırdır.

Ey nefs-i emmârem! Sana tâbi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana musahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâle abd olurum.

Ve keza, kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdut ve tünellerinden şimşekvâri geçen zamanın şimendiferine bindirerek ebedül'âbad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmânü'r-Rahîmden medet istiyorum.

Ve keza, hiçbir şeyi dualarıma, istigâselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kadir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâle dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, herşeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır.

Ve keza, kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kadir olan Zât-ı Akdesden maada kimseye ibadet etmiyorum.

Evet, dünyayı âhirete kalb etmekle kıyameti koparan kudret muktedirdir, âciz değildir. Bir zerre o kudretin nazarında gizlenemez. Şems, büyüklüğüne güvenerek o kudretin elinden kurtulamaz. Evet, onun mârifetiyle elemler lezzetlere inkılâp eder. Evet, Onun marifeti olmazsa, ulûm evhama tahavvül eder. Hikmetler illet ve belâlara tebeddül eder. Vücut ademe inkılâp eder. Hayat ölüme ve nurlar zulmetlere ve lezâiz günahlara tahavvül eder. Evet, Onun marifeti olmazsa, insanın ahbabı ve mal ve mülkü insana a'dâ ve düşman olurlar. Beka belâ olur. Kemal hebâ olur. Ömür hevâ olur. Hayat azap olur. Akıl ikab olur. Âmâl, alâma inkılâp eder.

Evet, Allah'a abd ve hizmetkâr olana herşey hizmetkâr olur. Bu da, herşey Allah'ın mülk ve malı olduğunu İmân ve iz'an ile olur.

....

Eyvah aldandık!
Şu hayatı dünyeviyeyi sabit zannettik.O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik.Evet şu güzeranı hayat bir uykudur bir rüya gibi geçti.Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgar gibi uçar gider...

................

Nasihat istersen ÖLÜM yeter.
Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan
kurtulur ve ahiretine ciddi çalışır.
Mektubat

.............

...Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatnızı iman ile hayatlandrınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz...



Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, vesaireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler.

Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız.

Mezarımızdan SİZİ TEBRİK EDERİZ sadasını işiteceksiniz...


BEDİÜZZAMAN

DÜNYA LEZZETİ ZEHİRLİ BALA BENZER.

DÜNYA LEZZETİ ZEHİRLİ BALA BENZER.LEZZETİ NİSBETİNDE ELEMİ DE VARDIR.

MESNEVİ NURİYE

insan bu aleme..

insan bu aleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. mahiyet ve istidad itibariyle her şey ilme bağlıdır. ve bütün ulum-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır. ve onun üssü'l-esası da iman-ı billahtır.

Sözler

İnsanın çekirdeği olan kalb,

İnsanın çekirdeği olan kalb,
ubudiyet ve ihlas altında
İslâmiyet ile iska edilmekle
imanla intibaha gelirse,
nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile
öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki;
onun cismanî âlemine ruh olur.
Eğer o kalb çekirdeği
böyle bir terbiye görmezse,
kuru bir çekirdek kalarak
nura inkılab edinceye kadar
ateş ile yanması lâzımdır.


Mesnevi-i Nuriye