“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
33 - SALTANAT-I İLAHİYENİN DELLÂLI (A.S.M)
Anlamı: Her şeyden çok sevilen, Kendine ibadet,tâzim ve tesbih edilen Allah Teâlâ
ve Tekaddes Hazretlerinin, yarattığı mülk melekût gibi var edilen her şeyin
üzerindeki kudret, kuvvet ve hâkimiyetinin ilan edicisi olan Hz. Muhammed A.S.M
RABBİNİN NİMETİNİ ANLAT DA ANLAT!…………
Duhâ Suresi
…Evet, şöyle müzeyyen bir kâinatın
öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu
derecesinde elzemdir. Çünkü nasıl güneş ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle
de, Ulûhiyet de peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün
değildir.
Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet
kemâlde olan bir cemâl, gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini
göstermek istemesin?.....Sözler
BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;
…Madem şu kâinat ve mevcudat var ve
içinde ef’al ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil fâilsiz olmaz, mânidar
bir kitap kâtipsiz olmaz, san’atlı bir nakış Nakkâşsız olmaz. Elbette, şu
kâinatı dolduran ef’âl-i hakîmânenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim be mevsim
tazelenen hayretfezâ nukuşlarının, mânidar mektubatının bir kâtibi, bir Nakkâşı
vardır.
Hem madem bir işte iki hâkimin
bulunması o işin intizamını bozuyor. Hem madem sinek kanadından tâ semâvât
kandiline kadar mükemmel bir intizam var. Öyle ise o Hâkim birdir. Bir olmazsa
çünkü herşeyde san’at ve hikmet o derece aciptir ki, o şeyin Sânii, herbir şeye
muktedir olacak, herbir işi bilecek bir derecede Kadîr-i Mutlak olmak lâzım
gelir; öyle ise, bir olmazsa mevcudat adedince ilâhların bulunması lâzım gelir.
O ilâhlar hem birbirine zıt, hem birbirine misil olacaklar; ve o halde şu acip
intizam bozulmamak yüz bin defa muhaldir.
Hem madem şu mevcudatın tabakatı,
bir ordudan bin defa daha muntazam bir emirle hareket ettiği bilbedâhe
görünüyor. Yıldızların, güneş ve kamerin muntazaman hareketlerinden tut, tâ
badem çiçeklerine kadar herbir taife o kadar muntazam, o kadar mükemmel bir
surette Kadîr-i Ezelînin o taifeye verdiği nişanları, formaları, güzel
libasları ve tayin ettiği harekâtı, bin defa ordudan daha muntazam bir tarzda
izhar ediyor. Öyle ise, şu kâinatın, mevcudatı Onun emrine bakar ve imtisal
eder, perde-i gayb arkasında bir Hâkim-i Mutlakı vardır.
Hem madem o Hâkim, bütün yaptığı
icraat-ı hakîmâne şehadetiyle, hem gösterdiği âsâr-ı haşmetle, bir Sultan-ı
Zülcelâldir. Hem gösterdiği ihsânât ile, gayet Rahîm bir Rabdir. Hem izhar
ettiği güzel san’atlarıyla, san’atperver ve san’atını çok sever bir Sânidir.
Hem gösterdiği tezyinat ve merak-âver san’atlarıyla zîşuurların nazar-ı
istihsanını âsârına celb etmek isteyen bir Hâlık-ı Hakîmdir. Hem hilkat-i
âlemde gösterdiği muhayyirü’l-ukul tezyinatın ne demek olduğunu ve mahlûkat
nereden gelip nereye gideceğini, rububiyetinin hikmetiyle zîşuura bildirmek
istediği anlaşılıyor. Elbette bu Hâkim-i Hakîm ve Sâni-i Alîm, rububiyetini
göstermek ister.
Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı
lütuf ve merhamet ve garaib-i san’at ile zîşuura kendini tanıttırmak ve
sevdirmek ister. Elbette, zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyâtı ne
olduğunu, bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir.
Öyle ise, zîşuurlardan birisini
tayin edip onunla o rububiyetini ilân edecektir. Ve sevdiği san’atlarını teşhir
için, bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vasıta edecektir. Ve o
ulvî makàsıdını sair zîşuurlara bildirmekle kemâlâtını izhar etmek için
birisini muallim tayin edecektir. Ve şu kâinatta derc ettiği tılsımı ve şu
mevcudatta gizlediği muammâ-i rububiyeti mânâsız kalmamak için, herhalde bir
rehber tayin edecektir. Ve gösterdiği ve enzârın temâşâsına neşrettiği
mehâsin-i san’at faidesiz ve abes kalmamak için, onlardaki makàsıdı ders
verecek bir rehber tayin edecektir. Hem marziyâtını zîşuurlara tebliğ etmek
için, birisini bütün zîşuurların fevkinde bir makama çıkaracak ve marziyâtını
ona bildirecek, onlara gönderecektir.
Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza
ediyor. Ve şu vezâife en elyak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
Çünkü, bilfiil, en mükemmel bir surette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği
âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil ve sadıktır. Öyle ise,
o Zât, doğrudan doğruya, bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip,
bir makama girmek lâzımdır ki, bütün mahlûkatın Hâlıkı ile umumî, ulvî, küllî
bir sohbet etsin. İşte, Mirac dahi bu hakikati ifade ediyor.
Elhasıl: Madem şu azîm kâinatı, mezkûr
maksatlar gibi çok azîm makàsıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil,
tertip ve tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde şu umumî rububiyeti
bütün dekaikiyle, şu azîm saltanat-ı Ulûhiyeti bütün hakaikiyle görecek insan
nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak o insanla konuşacaktır, makàsıdını
bildirecektir.
Madem her insan cüz’iyetten ve
süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor, o Hâkimin
küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette, o insanlar içinde bazı efrad-ı
mahsusa, o vazifeyle muvazzaf olacaklar, tâ iki cihetle münasebeti bulunsun:
hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun; hem ruhen gayet ulvî olmalı ki,
tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun.
Şimdi, madem şu insanlar içinde, şu
kâinat Sâniinin makàsıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat
tılsımını keşfeden ve hilkatin muammâsını açan ve rububiyetin mehâsin-i
saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâmdır…………..Sözler
…………….
İ’lem eyyühe’l-aziz! Tavus kuşu gibi
pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar.
Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu
içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen
adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri
peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla
bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine
vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i
zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır
içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.)
çıkmıştır.
Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve
fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.)
mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde
durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.
Maahaza, mebde-i hayatına şek ve
şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile
tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, Nebiy-yi
Zîşan (a.s.m.) tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar ve mâkestir; masdar ve menbâ
değildir. Çünkü, o zât yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek, bu
kadar görünen terakkiyat, kemâlât onun zâtî malı değildir. Ancak hariçten
verilen, Rahmân-ı Rahîmin tecellîleridir. Evvelce beyan edildiği gibi, hiçbir
şey, bir zerreye bile mânâ-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mânâ-yı
harfiyle semânın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar
olduğu zannıyla bakıldığından, san’at-ı İlâhiyeyi tâğûtî bir tabiata mal
ederler…Mesnevi-i Nuriye
SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN HİSSEMİZ;
….. Denizli hapsinden tahliyemizden sonra, meşhur Şehir Otelinin yüksek katında
oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i
zikir tarzında gayet lâtif, tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem
yaprakları havanın dokunmasıyla cezbedârâne ve câzibekârâne hareketle raksları,
kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime
ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben o
kemâl-i neş’e ile cilvelenen o nâzenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acıdım
ki, gözlerim yaşla doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları
ihtar ve ihsasiyle kâinat dolusu firakların, zevâllerin hüzünleri başıma
toplandı.
Birden, hakikat-i Muhammediyenin
(a.s.m.) getirdiği nur imdada yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları, sürurlara
çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i iman gibi benim hakkımda milyon
feyzinden yalnız o vakitte o vaziyete temas eden imdat ve tesellîsi için, zât-ı
Muhammediyeye (a.s.m.) karşı ebediyen minnettar oldum. Şöyle ki:
Ol nazar-ı gaflet, o mübarek
nâzeninleri vazifesiz, neticesiz bir mevsimde görünüp, hareketleri neş’eden
değil, belki güya ademden ve firaktan titreyerek hiçliğe düştüklerini
göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı bekà ve hubb-u mehâsin ve muhabbet-i vücud
ve şefkat-i cinsiye ve alaka-i hayatiyeye medar olan damarlarıma o derece
dokundu ki, böyle dünyayı bir mânevî cehenneme ve aklı bir tâzip âletine
çevirdiği sırada, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın beşere hediye getirdiği nur
perdeyi kaldırdı; idam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak fanilik
yerinde, o kavakların herbirinin yaprakları adedince hikmetleri ve mânâları ve,
Risale-in Nur’da ispat edildiği gibi, üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri
var diye gösterdi.
Birinci kısım: Sâni-i Zülcelâlin esmâsına
bakar. Meselâ, nasılki bir usta, harika bir makineyi yapsa, onu takdir eden
herkes o zâta “Mâşâallah, bârekâllah” deyip alkışlar. Öyle de, o makine dahi,
ondan maksut neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı hâliyle ustasını
tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat ve herşey böyle bir makinedir; ustasını
tebriklerle alkışlar.
İkinci kısım hikmetleri ise,
zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalâagâh, birer
kitab-ı marifet olur. Mânâlarını zîşuurun zihinlerinde ve suretlerini kuvve-i
hafızalarında ve elvâh-ı misâliyede ve âlem-i gaybın defterlerinde daire-i
vücutta bırakıp, sonra âlem-i şehadeti terk eder, âlem-i gayba çekilir. Demek,
surî bir vücudu bırakır, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücutları kazanır.
Evet madem Allah var ve ilmi ihâta
eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena, hakikat noktasında, ehl-i imanın
dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle
doludur. İşte bu hakikati, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders
verip, der:
“Kimin için Allah var, ona herşey
var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.”
Elhasıl, nasıl ki, iman, ölüm
vaktinde insanı idam-ı ebedîden kurtarıyor; öyle de, herkesin hususî dünyasını
dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise, hususan
küfr-ü mutlak olsa, hem o insanı, hem hususî dünyasını ölümle idam edip mânevî
cehennem zulmetlerine atar, hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir.
Hayat-ı dünyeviyeyi âhiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın! Gelsinler,
buna ya bir çare bulsunlar veya imana girsinler, bu dehşetli hasârattan
kurtulsunlar….
“Seni her türlü noksandan tenzih
ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla
bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Duanıza çok muhtaç ve size çok
müştak kardeşiniz
Said Nursî
.
.