Zeyl
[Bu
küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir.]
Cenâb-ı
Hakka vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'ân'dan
alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli,
daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur'ân'dan istifade
ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.
Yukarıda ifade ettiği gibi
İnsanların Rablerinin rızasını umarak ona ulaşmakta izledikleri çeşitli yollar
vardır..Bu yolların hak olanları ..kendi meslek ve meşreplerini usullerini
Kur’an dan çıkarmışlardır..Yani Allah’ı CC zikretmekle ilgili bir ayeti..Tesbih
etmeye emirle başka bir Kandili yollarına asarak o nur ışığında istikamet
aramış..ve işleyerek istihdam olunmayı fiilleri ile dua olup istemişler…
Bunların izledikleri yollar
içinde bazısı bazısından daha kısa ve daha genel oluyor diyerek Üstadımız
Bediüzzaman kendi bulduğu tariki yolu izah ediyor diyor ki;
“O tarîkler içinde, kâsır
fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz(Güçsüzlük,
kudretsizlik.)ve fakr(Fakirlik,
ihtiyaç, yoksulluk, azlık, muhtaçlık.)ve şefkat(Karşılıksız, samimi sevgi besleme; başkasının
kederiyle alâkalı olma, acıyarak merhamet etme.)ve tefekkür(Düşünmek, derinlemesine, inceden inceye
düşünme, fikretme.)tarîkıdır. “
yoludur diye söylemiş…
Mananın içeriğini özelliğini
anlatırken;
Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki,
ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsâl eder.
Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki,
Rahîm ismine îsâl eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha
parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder.
Tarikatlarda kalp ile edilen
yolculukta en üstün görünen yürüyüşün aşk olduğu demi vardır..Bediüzzaman diyor
ki;
Acz dahi ,aşk gibi, belki daha elsem yani ,Daha
selâmetli ve sağlam bir yoldur ki,kulluk ibadet etmek tarikiyle mahbubiyete
yani sevilecek bir hale gelmeye ki bir yerde demiş”insan için en büyük matlap
dilek Allah tarafından sevilmesidir”meyanında ifade etmiş..diyor acz yoluyla
ubudiyet insanı bu sevimli hale getir,Rabbine sevdirir…
Fakr dahi;Rahman ismine îsâl eder..
Yani,Sonsuz merhamet ve şefkatle bütün varlıkları rızıklandıran
Allah’a CC’ye ulaştırır.Çünkü;Rahman isminin ihtiva ettiği merhamet ve şefkat
muhtaç olanlara vermek onları nimetlendirmek ister..Bu muhtaciyeti bilen ve
teskere ile o Rahmete iltica edenin eli boş dönmez..Daire o ihtiyacı karşılamak
için mütecellidir…
Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir
ki, Rahîm ismine îsâl eder.
Yani,Sonsuz merhamet sahibi
Allah’a CC ulaştırır..Çünkü Şefkat Rahimiyetin bir tecellisidir..Denilmiş
merhamet eden merhamet bulur..Hem hakikaten Rahmaniyet ve Rahimiyetin ihatası
mahlukatı o nazardan sevimli hale getirmiş..Bu cilve-i hakikati okuyan ve münasip
davrananlar mazhariyetlerini bilerek yapmaya şuurlu kulluğa çevirirler ki bu
büyük bir nimettir..Çünkü Bilenle bilmeyen bir değildir…
Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha
parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder.
Yani,Düşünmek, derinlemesine,
inceden inceye düşünme, fikretme,aşk gibi belki daha zengin parlak geniş bir
yol demiş…Tarikati kendi bulup gösterdiği yola kıyaslarken..Dört hatvede de aşk
ile kıyaslamış..Çünkü tarikatta esas olan bu kaide-i kalbiye ve hal-i muhabbete
mukabil..Aklın mahiyeti insaniyenin kalp ve ruhun ittifak ederek kabiliyet
bütününde bir yürüyüşü tanzim etmiş..Ve tefekkürün;Herşeyi gaye ve faydalarla
yaratan Allah’ın CC Hakîm ismine getirip göstermesinin geniş alanına işaret
etmiştir.Çünkü Hakîm bir tecelli vahdani bir ihatadır..Herşeyde bir hikmet
vardır..herşey kadar geniş bir penceredir…Hem Rabbimiz bunu emretmiş hem
farzlar içine girmiş ki;Aklı hikmet içinde hikmetli olan eserleri temaşaya
davet eder..
Şimdi bu davet ve hikmet
kendini gören gözlere..Maşaallah sübhanallah barekellah Allahuekber ve
Lailaheillallah, Lailaheillahu gibi..hem hakikat hem evrad hem tesbih hem
tekbir hem tehlil hem tahlil gibi vazifei fıtrat olan ahvale sahibini şuuren
taşır…
Evet;
Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, "letâif-i aşere"
gibi on hatve değil; ve tarîk-ı cehriye gibi "nüfûs-u seb'a," yedi
mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibârettir. Tarîkatten
ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu
Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek
demek değildir.
Şu yol,gizli tarikler benzer
şekilde “"letâif-i aşere" en
kısa manasıyla On latif duygu. (Kalp, ruh, sır, hafâ, ihfâ,toprak, su, hava,
ateş, nefis.) biraz daha geniş alırsak;
On lâtif duygu. On adet lâtifeler. (Letaif-i aşere; İmam-ı Rabbani, kalb,
ruh, sır, hafi, ahfa, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura
münasib bir lâtife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülukta her mertebede bir
lâtifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiş. Ben kendimce görüyorum
ki, insanın mahiyet-i camlasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var.
Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hatta hükema ve ulema-i zahiri dahi o
letaif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahire,
havass-ı hamse-i batına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine
esas tutmuşlar. Hatta avam ve havas beyninde taarüf etmiş olan insanın letâif-i
aşeresi, ehl-i tarikin letaif-i aşeresi ile münasebettardır. Meselâ vicdan,
a'sab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letaifi kalb,
ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu
letaifden başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku gibi çok letaif var…………………
Evet devam edelim İnşallah;
Bu söylenen latifelerüzerinden değil,ve tarik-i cehriye denilen
“yürüyüşü gizli ve içten evradları ile olan tarikatlar gibi değil,virdleri
sesli ve aşikar olan tariklerdir bunlar ise,NÜFUS-U SEB`A denilen,Yedi
çeşit nefis. (Nefs-i emmâre, nefs-i levvame,nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne,
nefs-i râdiye, nefs-i mardiyye,nefs-i sâfiye gibi
nefis üzerinde işleyerek yoluyla menzillerine giderler..Bunlar gibi yedi
mertebeye atılan adımlar da değil..sadece dört hatvedeniyani dört adım ve
kısımdan ibarettir..demiş…
Evet;
Tarîkatten ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış
anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir.
Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.
Yani; Tarikattan ziyade hakikattir şeraittir derken,Doğru yol, hak din
yolu; İslâm dini, İslâm`ın bütün hükümleridir..Şeriat ahkamı ilahiyenin bütünü
anlamına geldiğinden Allahın CC bütün marziyatını ifade eden..kainatı en
hakikatli yönüyle hadisat ve akibet tarif eden ve ölçüleri Resulallah ASM talim
ettirilen yüksek hakikatlerin hayattar bütünlüğüdür…Kanun neredeyse hükmün
varlığı oradadır ve Hükme ve emre Hâkim olan Hâkem-i hakem hikmeti ile
oradadır…Dolayısıyla bu manaya muttali olan bir nazar şeriat dairesinin
genişliğinde bir manaya, hakikaten,ilmen,yakinen vb. istidadınca
vasıl olur…
Sonra diyor ki;
Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka
karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.
İnsanın aczini ve fakrını
kusurunu Allah’a göstermesi demektir..Yoksa kendisine hiçbir fayda sağlamayacak
hatta onlara yapılsa riyakarlık olacak perişaniyet sebebi meydana getirecek
olanlara değil..Havl ve kuvvet rahmet ve merhametiyle yarattıklarının yanında
olan Rablerine göstermektir ki..maksad ve arzuları yerine gelsin..getirilsin..Çünkü
Allah kadirdir kudret sahibidir..Her mahlukun un ihtiyacını verecek kudret ve
rahmete sahiptir…Öyleyse en yerinde ve mutlak istikametli hareket Mabud ve
malikine müteveccih olmaktır..Kusuru ancak affedecek olana göstermek kurtuluş
dilemektir…..
Evet demiş;
Şu kısa tarîkın evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi
işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkân ile kılmak,
namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır.
Yani bu tarik diye ifade
ettiği yolda ki evrad yani okunacak şeyler mahiyet-i sünnetin hakikatı ile
onlara ittiba etmek uymaktır yapmaktır..Farz olan ibadetleri yerine
getirip,günahları terk ederek,namazı usulüne uygun tâdil-i erkân ile kılmak ve
tarikat-ı Muhammediye ASM denilen ,habibin SAS yolunun virdi mübareki ve
hakikati evradiyesi olan otuz üç Sübhanallah, Elhamdulillah, Allahuekber ile
duadan sonrada otuz üç Lailaheillallah olan tesbihatı yapmaktır..demiş..
Adımları sıralarken;
Birinci hatvede ; Nefislerinizi
temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.) âyeti işaret ediyor.
İkinci hatveye ; Allah'ı
unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur.
(Haşir Sûresi: 19.) âyeti işaret ediyor.
Üçüncü hatveye ;Sana
her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi
kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.) âyeti işaret ediyor.
Dördüncü hatveye; Her
şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.) âyeti
işaret ediyor.
Deyip;
Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki:
Birinci Hatvede, Nefislerinizi
temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.) âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i
nefs etmemek. Zîrâ, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız
zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini
metheder; mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder.
Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine
perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve
Ma'bud-u Hakikinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı kendi
nefsine sarf ederek, “”Nefsinin arzusunu kedisine ma'bud edinip onun her
emrine uyan kimse. (Furkan Sûresi: 43.)”” sırrına mazhar olur. Kendini
görür, kendine güvenir, kendini beğenir.
İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri, onu
tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.
Rabbimiz İnsan nefsine koyduğu
mutlak özelliklerinde olan acz ve fakrını bilmek hakikatine insanı davet
ederken,kusurlu,noksan olan mahiyetini nazara verir..İnsan nefsinde bulunan
kendini beğenmek ve kusursuz görmekte bir mana-i hakikatin gölgesi var..ama
burada bahsedilen konuda nefsin kendi özelliğinde olan kusurunu ve acz ile
fakrını bilerek kendini temize çıkarmaması emredilmiş…Hem insanın huy ve
yaratılışında kendini nefsini sevmek var..hatta en evvel bizzat yalnız kendini
sever,başka olan her şeyi nefsine feda eder kendinden başka kimseye kıymet
vermez.Ve adeta nefsini uluhiyet sıfatlarıyla kendini kusur ve noksandan
münezzeh,kusurdan uzak gibi görüp göstermek ister.Noksanlarını hatalarını
görmek istemeyerek o eksiklikler kusurlar içerisindeki hallerini kendine layık
görmez..kendine bağlılığı ve tapar derecesindeki sevgisiyle savunur müdafa
eder…Yaratılışlına derc edilmiş o muhabbet ve marifet cihazlarını kendi
nefsinin heves ve anlayış ve lezzetlerine sarf ederek tapılmaya layık
görerek,Kendi nefsinin arzularına mağlup olur.kendini beğenir…
Bu mertebede tezkiyesi tathiri
yani temizlenmesi, onu temize çıkartmamak, suçluluktan kusurdan uzak
görmemektir…
İkinci Hatvede, Allah'ı
unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur.
(Haşir Sûresi: 19.) dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden
haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevâli görse, kendine
almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve
istifade-i huzûzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i
emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hâletin
aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani, huzûzât ve
ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.
Allah’ı
unutmakla..vazifesinden gayrı düşmekle insan öyle bir kuyuya kendini atar ki
bir daha oradan çıkması müşkülleşir…meğerki inayet devam ede merhamet yar ola
inayet yol göstere…
Rabbimiz kulumun zannına
göreyim buyurmuş..Kulum beni nasıl tanırsa onunla öyle muamele ederim
söylemiş..Hem de tanımak ve sevmek nurlarına bir şevk verip gayrete müşevvik
bir yol çizmiş…
Burada Allah’ı CC unutmak..O
nisyan içinde unutmak yani Allah’ı unutmak gibi dehşetli bir nisyan
içinde..hali mucibince muamele görmesi kaçınılmazdır…Unuttuğu için unutulmuşluk
işlemine tabi tutulacaktır…hayata yaklaşımı bu pencereden olduğundan..sadece
fena ve zevale onun dışındaki her şey olarak yaşamaya çalışır..Ölümü
başkalarına taksim eder.Zevali üzerine alınmaz…İnsanda bulunan nefsin
mertebelerinden olan nefsi emare..Yani kötülüğü ve vazifesizliği isteyen o
mahiyetin,ücret ve zevk makamında kendini düşünmek mahiyetinin muktezasıdır..Bu
makamda tezkiyesi tathiri temizlenmesi onun bu kendine meftun,kendinden başka
bir şeyi görmeyen yanının karşılığında onun kendine gelmesi diyelim, arzu
ettiği şeylerin tersini yapmak…Noksan ve kusurlarını kendinde bilmek..hayatı
hakkı hayatıyla çözüp her şeye hikmet nazarıyla bakıp marifet nurlarının
çoğalmasına çalışmalıdır…Nefsin unutulması gereken ücret gibi beklentilerde onu
unutmaktır…
Üçüncü Hatvede, Sana
her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi
kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.) dersini verdiği gibi; nefsin
muktezâsı, dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede,
nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını,
Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr
yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi,Nefsini
günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi: 9.)sırrıyla şudur ki:
Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.
Bu ayet-i Kerime muazzam bir
hakikati gösterir..Vücüdi olan yani var olan ortaya çıkartılan yaratılan
gösterilen bir fayda ve madsada hizmet eden..mutlaka bir hedefi olan..hayata
hizmetkar..neticeye hâdim.. sınırlı değil..ebed nuralarını içeren ,hayır
güzellik namına bütün her şey Allah’tandır..Bütün iyilikler ondandır..Çünkü
bunların meydana çıkması harici bir sebebe bağlı değildir..Allah
güzeldir..Demek ki güzellik ondandır..Allah hakîm dir..demek hikmet ondandır..Allah
Mahbup’tur..demek muhabbet ondandır gibi..İnsan ise bu icad edilmiş ve hayata
ve hayata mazhar olanlara..mevcuda ve vucud bulanlara adilane ve hakîmane
hikmet ile hâkimane, kontrolü gözeterek hâkimiyetle..Hakemiyetle ihkakı hak
ederek..herşeye hak ettiği nisbetle layıkını mutlak bir ölçü içinde vererek bu
alemde harekete cevelena devarana getiren hareketin içinde ..yanlış tercihler
ve temaslar..Vazifesizlik ve bulaşıp bulaştırmaklarla bu harika hilkat
neticelerini bozar…Dolayısıylada burada ki faaliyetinden de o mesuldür..Ortaya
bir şey çıkarmamış,aksine var edileni tahrip etmişlir..O ulvi gayelere yolculuk
eden kendi menfaati de içinde olan hadiselere müdahale ederek lehinde olan
şeyleri aleyhine çevirmiştir…Rabbimiz kendi buyurduğu gibi..Allah kullarına zulm edici
değildir…Evet,buyurulduğu gibi; Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır.
Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir.
Evet,nefsin mahiyetinde
mücahede ile terakkisi için bir çok kendine ait olmayan,mahiyetlerini bilmekle
asıl ..hüner ve ilim,kudret sahibi tanımak için kıyas kabilinden bulunan
ölçücüklerle ona verilen bir çok hissiyat vardır.Onların yanlış kullanımıyla
bir çok duygunun yönleri aslından döner ve olmayan bazı halleri kendinde var
gibi gösteren hayali bir sahibiyet malikiyet kendinde vehmeder..Tahrip kolay
olduğundan ..şerde elde ettiği neticeler ona kendinde bir kudret varmış gibi
bir enaniyetli his tahsis eder..O bu şerde olan kabiliyetini her alanda
tevehhüm ederek ..noksaniyetini ikmal etmek için adeta..karışmadığı hiçbir yer
bırakmaz..
İnsanın noksanlığını bilip o
gidermesi..menfaatli şeylere şevki için verilen faydalanmak meyilli hisleri
nefsinde bazı mülahazalar kendince değerlendirmelerle yolunu şaşırır..İfade
edildiği gibi..iyiliği kendinden bilmek ucba gururlanmaya girmek gibi…Mutlak
kemal sahibine iade edilecek ..Yani,üstadımız” Arif” bir idraki mesnevide
anlatırken;
"ya ilahi! hasenatım senin atandandır. seyyiatım da
senin kazandandır. eğer atan olmasaydı helak olurdum" der.
Hem;
Ve keza, şuurî olmaksızın, senin
lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları
halde, şuurun taallûk etmediğinden sâbit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni-i
Zîşuurdur. Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın... Binaenaleyh, mâlikiyet
dâvâsından vazgeç. Kendini mehasin ve kemâlâta masdar olduğunu zannetme. Ve
kat'iyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü, sû-i
ihtiyarınla, sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde
bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedirir; seyyiatın
meksûbedir.Binaenaleyh, Mülk Onundur; hamd de Onadır; havl ve kuvvet ise
ancak Ondandır. De..buyurmuş…
Evet bu üçüncü hatvede der ki;
Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve
fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan
edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd
etmektir…
Emaneti bi hakkın kullanıp
malikine teslim etmek üzere işlemek..acz ve fakrı ile ihtiyacı ve muhtaciyeti
ile bir havl ve kuvvet ayinedarı olmasıdır..Ve o dünyevi ve uhrevi ihtiyaçları
kendine verebilecek Rabbi Rahimine Hamd ile mukabele etmeli.Ezelden
ebede her türlü hamd, şükür, övgü ve minnet Allah'a mahsustur.demelidir…
Evet,devamında demiş;
Şu
mertebede tezkiyesi,Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems
Sûresi: 9.)sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını
fakrda bilmektir.
Yani onun mükemmel olması
..mükemmel olmadığını bilmekte..kudreti ise azi içinde..zenginliği ise Allah’a
karşı olan fakrındadır bilmesidir demiş..yedici sözde geçtiği gibi;
Evet, emr-i Künfeye kün’e (Ol der olu verir yasin suresi 82)mâlik bir
Sultan-ı Cihâna acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir?Söyleyerek
iman ve tevekkül ile bu intisabın nasıl büyük bir istinad ve istimdat
kaynağının nurlu bir dairesidir göstermiş…
Yirmi üçüncü sözden bir iktibasla diğer hatveye geçelim..Orada
demiş;
İşte insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ve en
nâzik ve nâzenin bir mucize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine
mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misâl-i musağğar sûretinde
yaratmıştır.
Eğer, nur-u imân, içine
girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur
ve o intisabla okutur. Yani,"Sâni-i
Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım”gibi mânâlarla, insandaki
sanat-ı Rabbâniye tezâhür eder. Demek, Sâniine intisabdan ibâret olan imân,
insandaki bütün âsâr-ı sanatı izhâr eder. İnsanın kıymeti, o sanat-ı
Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibâriyledir. O halde, şu
ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî
ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur. İfade
edilmiş…
Dördüncü Hatvede,
Her şey
helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.)dersini
verdiği gibi; nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan
bir nevi rubûbiyet dâvâ eder.
Evet;Bütün halk olunanlar
helak olacaklar…Mevt inhilal ve inhirafla her şey aslına rucu edecek..Bir tek
Allah bakidir..Ve ancak onun bekasıyla beka buluna bilir..Bekaya mazhar olanlar
bakileşir…Nefsin mahiyetinde derc edilmiş kendini bizzat müstakil yani bağımsız
bilmesi bizzat kendisinin varlığını kabul etmesi gibi hissiyatlarla kendine ait
bir nevi Rablik iddia eder…Bu öyle bir güçlü his halini alır ki..demiş; Ma'buduna karşı adâvetkârâne bir isyanı
taşır.Kendi yaratanına karşı düşmanlık taşır..Çünkü kendini
bağımsız bilmekle ortaya çıkan olmayan rububiyet..üzerinde onu gözleyen bir
nazarı kabul etmez…Hem Uluhiyet ve Rubibiyetin birlik hassasiyetinin idraki
için nefse takılmış bir hissiyattır..Yukarıda da söylenmişti yanlış
kullanımıyla kendi başını belaya sokacak çok sorumlu ve uğursuz bir haldir…
“Bu
hatvede geçen noktalar ve hakikatler Otuzuncu sözde yoğun bir şekilde ele
alınmıştır..nefsin mahiyetinde olan enaniyet be onun ayinedarlığı gibi ciddi
hakikatler en ince esrarına kadar ifade edilmiş…”
Evet bu düşmanca isyanı
taşır..İşte eğer tezkiye ve terbiye edilmezse çok mesuliyetli neticelerde
meydana getirmekle..bir tahripkar düşman kesilebilir…Her fırsatta bu zehrini
kullanacak zeminleri arar..Enteresandır..İmanla küfrün ortası olmadığından nihayetsiz
yükselmek ve alçalmak istidadı insanda bulunduğundan..bu düşmanlığı şuurla
istimal edenler cinayetlerinden kolay vaz geçmiyorlar..Ve kalplerinin hak ve
hakikati anlamaya karşı mühürlenmesi neticesinde ebediyen bu düşmanlıklarının
karşılığını buluyorlar…O nedenle insan hatalarına karşı, kusurunu bilmekte
onlara tövbe edip bir daha işlememek gayretinde bulunmalı ki bu vazifesizlikle
kuvvetlenen düşmanlık hissiyatı günah penceresinden içeri girip..tövbesizlikle
neticelenip bir adavet damarını güçlendirmesin..O nedenlede Tövbeye çokça davet
edilir ki..insan bu noksanlık ve hatalarının ümitsizliği altında nefsine
şeytanı dinlettirip..yeisle kendine helaket kapılarını açmasın..Allah Gafur
Rahimdir der..O itiraf ve sığınma alemini ona açar ki..ziyan olmasın…
Evet;
Ma'buduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır.
İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur.
Hakikat şöyledir ki:
Diyerek üstadımız reçeteyi
vermektedir;
Her şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuddur,
hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına
âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibâriyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir,
mevcuddur.
Evet Herşey mânâ-i ismiyle
fânîdir..yani; Bir şeyin
bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsıyla geçicidir,yoktur,sonradan
olmuş yaratılmıştır.Mevcud değildir.Ölüdür…
Fakatmânâ-i harfiyle.. yani;Birşeyin Yaratıcısına bakan, onu târif eden ve
tanıtan mânâsıyla ve Sâni-i Zülcelâlin isimlerine ayinedarlık
cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle görendir görünendir şahitlik edendir var
edip vucuda getirilmiştir..O cihette mevcuddur…Ayinedar olduğu Zat-ı Zülkemale
mana-i harfiyle aldığı vaziyet..İsim ve sıfatlarına vazifedar mühim bir mahiyet
olarak onu O’nun varlığında baki kılar..dediği gibi üstadımızın..Sermedi bir
cemal zail geçici bir müştaka razı olmaz..Bakinin ayinesi bakidir…
Evvel mana-i ismiyle..kendi
zatında aciz miskin olan insan vehmi olarak kendini kandırsa ve itimad edse ne
kadar büyük bir neticeyi kaybeder..O süfliyat içinde mesuliyetini bedbaht
ruhuna yükletir ve cehenneme gider gitmeden öncede o azabı çeker…
Evet üstadımız diyor ki;
Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem,
ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir
zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakikiden
gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı
adem ve firâklar içinde bulunur, boğulur.
Kendine güvense Yaratanından
gaflet etse o hakiki mücidini görmese kainat kadar bir karanlık içerisinde
kalır..Oysa onun kendini var bilmesinde kendinde bir kudret tevehhüm etmesinde
bir yokluk..kendini ise yok bilmesinde bir vücut nur vardır…Işık böceği çok
harika bir misaldir..Hayata mazhar olmak adilane imtihan şartlarına karşı
kabiliyetin cihazlanması demektir..İnsan gölgeler üzerinden asıllar alemine
gidecek bazı fenerlerle yolculuğa çıkar..Cüz-i ilim ve cüz-i kudret külli olan
ilim ve iradeye havl ve kuvvete işaret eden bazı lem’alardır..mana-i ismiyle
ışığı o vücüda münhasır sınırlıdır..Işık böceği gibi..Kendinde bir nebze
aydınlık olan o ışık..onu üstadımızın ifadesiyle kendinin dışında her şeyi
karanlık içinde bırakan bir mahiyettir..İnsanda o numune hislerine
güvense..bütün mevcudatı karanlık içinde bırakır ve o da o varlıklardan gafir
başka bir yalnızlık hatta mevcudat kadar kalabalık ve manidar alemlerden yalnız
kalır…
Evet diyor ki üstadımız;
Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve
Mûcid-i Hakikinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün
mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât, esmâsının
cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, her şeyi bulur.
İşte kendine güvenmeyi
bıraksa..kendine mana-i harfiyle sahibi namına baksa..Nefsinin o nakıs ve küçük
özellik ve ölçüleriyle onu ve bütün mevcudadı halk eden Rabbinin mükemmelliğine
ayinedar bir özellik olduğunu derk etse anlasa ve görse..bütün mevcudatın
varlığı kadar bir varlıklılık kazanır..Zira bütün mevcudat Halık-ı Küllişey’in
isim ve sıfatlarının ayinedarları ve onu gösteren eserleridir..Mana-i harfiyle
yaratıcısı namına bu alemle münasebet kuran bir insan kainatın yaratılışındaki
asıl maksadı da bulmuş olur..O nimet-i keşf onu asıl Malik’inin Rızasına
taşır..Onu bulan her şeyi bulmuş olur..Çünkü her şey onundur…dediği gibi
üstadımızın hatta çok söylediğinden bir yerde ifade ettiği gibi;
Eğer Allah'ı buldunsa, bütün eşya senindir, gör.
Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen, Onun mülkü senindir, gör.
Evet Mesnevi-i Nuriye den şu
münacat-ı harika ile bu dersimizi bitirelim;
İ'lem eyyühe'l-aziz! Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duanın
menbaıdır.
Feyâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetim,
hâcetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem, fıkdan-ı hile
ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re'sülmâlim, emellerimdir. Şefîim, Habîbin
(aleyhissalâtü vesselâm) ve rahmetindir. Af eyle, mağfiret eyle ve merhamet
eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! Âmin.
Evet Üstadımız bu hatime ile
dersi hülasa ederek demiş;
Hatime
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin
izahâtı, hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur'ân'ın hikmetine dâir olan
yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir
işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü, dört hatvedir. Acz,
elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en
keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır.
Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikiye gider.
Risale-i Nur mesleki
hakikisinin yürüyüş adımlarını üstadımız zikrederken..Risale-i nur’u işaret
ediyor..Bu ders için bu derse kadar olan dersleri örnek göstererek..Bu yol daha
kısadır.Çünkü dört adımdır der..İnsanın aczi elini nefisten kendinden çekse..o
aczi adeta kurtuluş bulur..kendi havl ve kuvveti aciziyetinden kurtulup Kadir-i
Zülcelalin dergahına sonsuz bir kuvvet kapısına gider..İhtiyacın sonsuzluğu
penceresinden o ebedi muhtaciyetin envaı onu ve alemini sonsuz ihsan itminan
dairesinde istihdam eder…
Halbuki aşk..kendinden elini
çeker fakat güzellik envalarının çeşitliliğinin çokluğundan başka şeylere
mecazen o muhabbetini verebilir..Onun faniliği ve başka bir güzelliğin mir’atı
olduğunu derketmekten sonra yüzünü mahbubu hakikiyesine dönebilir..Fakat aşkın
mahiyetin bir muhabbet itminanı vardır..Yani bir nevi sekri bir hal olduğundan
daire-i ihtiyaçta vaz edilen kudretin geniş levazım dairesini pek
göremez..Vusulu sadece kalbi bazı hassalarla olduğundan çok tezahür eden esma
ondan gizlenir..Dolayısıyla vasıl olsada vusulu nakıs olur…
Evet;
Hem, şu tarîk daha eslemdir. Çünkü, nefsin şatahât ve
bâlâpervazâne dâvâları bulunmaz. Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde
bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin.
Hem bu yol daha selametli ve
sağlamdır..Çünkü fikrin ve aczin kendinden geçip..o manevi sarhoşluklarla
pervasız iddiaları bulunmaz..Çünkü nefsin mahiyeti acz ve fakrden mürekkep
muhtaç bir mahiyettir…Risale-i nurdaki marifet müvazeneleri..Kul ile Seyidi
ararsındaki münasebeti tesis eden haddi müessis dersleri bu hakikati gayet
geniş edebi nezihanesinde ders vermektedir..bütün meselesi buna
şahittir…değişik yerlerde izah edilmişliğine havale edilir…
Evet;
Hem, bu tarîk daha umumi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i
vahdetü'l-vücud gibi, huzur-u dâimî kazanmak için idâma mahkûm zannedip, “Ondan
başka mevcut yoktur.” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü'ş-şuhud gibi, huzur-u
dâimî için kâinatı nisyân-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip,” Ondan
başka şahit olunan yoktur” demeye mecbur olmuyor.
Meşhur iki mesleğin
meşreplerinin hak ve hakikate vasıl olmakta kullandıkları usulü burada kısaca
beyan ederek..Dört adım ve daha sağlam dediği Kısa yolun en hulasa içeriğini
ifade ediyor..
Belki idâmdan ve hapisten gayet zâhir olarak, Kur'ân
affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudâtı kendileri hesâbına hizmetten
azlederek, Fâtır-ı Zülcelâl hesâbına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının
mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimâl ederek, mânâ-i harfî nazarıyla
onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u dâimîye girmektir; her şeyde
Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır.
Evet denildiği gibi her şeyden Allah’a CC giden bir yol
vardır…Mana-i harfi denilen hakikat Asa-ı Musa gibi her yerden marifet nurları
keşfeden ab-ı hayat bir nazardır…
Elhâsıl, mevcudâtı mevcudât hesâbına hizmetten azlederek,
mânâ-i ismiyle bakmamaktır.
Demiş…
Yedinci
sözün sonundaki dua ile;
Allah'ım,
kalplerimizi İmân ve Kur'ân nuruyla nurlandır.
Allah'ım,
bizi Sana muhtaç olduğumuzun şuuruyla zenginleştir; Senden müstağnî durma
fakirliğine düşürme. Kendi güç ve kuvvetimizden teberrî ediyor, Senin havl ve
kuvvetine sığınıyoruz. Bizi Sana tevekkül edenlerden kıl. Bizi nefsimizin eline
bırakma. Bizi, koruyuculuğunla muhâfaza eyle. Bize ve erkek, kadın bütün
müminlere merhamet et. Kulun, peygamberin, seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği,
masnuâtının melîki ve sultanı, inâyetinin gözbebeği, hidâyetinin güneşi,
hüccetinin lisânı, rahmetinin timsâli, mahlûkatının nuru, mevcudâtının şerefi,
mahlûkatının çokluğu içinde birliğinin kandili, kâinat tılsımının keşşâfı,
rubûbiyet saltanatının dellâlı, hoşnut olduğun şeylerin tebliğ edicisi, gizli
isimlerinin tanıtıcısı, kullarının muallimi, âyetlerinin tercümânı, rubûbiyet
güzelliğinin aynası, şuhud ve işhâdının medârı, âlemlere rahmet olarak
gönderdiğin habîbin ve resûlün olan Efendimiz Muhammed'e, onun bütün âl ve
ashâbına, kardeşleri olan diğer peygamber ve resûllere, melâike-i mukarrebîne
ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle.
âmin.
El
Fatiha…….