Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini
giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini
buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ...
Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı
Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukàbil
şükretmeyerek, imkânât ve ademiyat nev’inde ve senin eline geçmediği ve sen
lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla
Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?
Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli derecatlı bir
mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o
nimetleri verene şükretmesin ve desin: “Niçin o minareden daha yükseğine
çıkamadım?” diye şekvâ ederek ağlayıp sızlasın ne kadar haksızlık eder ve ne
kadar küfrân-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi
anlar.
Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız,
şekvâlı, gafil insan!
Kat’iyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs,
hasâretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.
İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer
aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen, “Yâ Sabûr” de ve
sabır iste, hakkına razı ol, teşekkî etme.
Kimden kime şekvâ ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ etmek
istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka şekvâ et; çünkü kusur ondadır.
Mektubat