23.6.20

BİR İNSAN HASBİHALİ


Zamanı âdemden beri gelen iki cereyan-ı azime diye adlandırıyor insan selini Bediüzzaman…
Birinci nehir-i nurani nübüvvet akağını kendine mesken tutmuş..diğeri ise nübüvvetin talimi olan kulluk hazinesinin acz ve fakr madenlerine kifayet etmeyerek, yahut idrak etmeyerek ,veya da isyan ederek kendi vedialarının üzerinde sahipliklerini iddia ederek dalalet vadilerinde akmış durmuşlar.
Nur ile zulmeti tefrik etmekten,
Hidayete mazhar olmak demek olan hakla ile batılı bir birinden ayırabilmekten,
Doğru olana talip olmaktan,
Hakka müşteri olmaktan,
Verimlilikten, bereketlenmekten, kendisinden fayda elde edilmekten, üreten bir değer olabilmekten,
Varlık âlemleri hesabın çalışacak bir idealin yanında içinde yer alabilmekten,
Yapıcı,muktesit,hikmet sahibi,anlayışlı ve zeki bir muhatap,akıl sahibi bir yoldaşlıkla safını belli etmekten..
İman sahibi olmaktan,
İslam nimetinin farkına varmaktan,
Güzel ahlakla ahlaklaşmaktan,
Zarafet,nezaket,letafet gibi değerlerin kendinde toplandığı bir şahsiyete mazhar olmaktan..
Nesirden, şiirden, güneşten, aydan, kelamdan, sözden, manadan anlamaktan,
Hüzne dalabilmek, şevke varabilmekten,
Yüksek himmetlere sahip olabilmek,kendi nefsine acıyabildiği ve onu hayra sevk ettiği gibi başkasının helakete ve felaketine karşı ciğeri yanmaktan..
Sevgililer ile sevenler ile sevilenler ile beraber olabilmekten ayrı kaldılar…
Evet,
Mukabele mahiyetinin ve seciyenin dışında tahripkâr nehrin saliklerinde bulunan muamma, bütün hasenelere karşı geliştirilecek bozguncu bir fikir bulunmalı ki nefes alabilsin.
Efkâr her nerede olursa olsun idame-i hayat için kendini kendine mahsus erzak ile beslemelidir. Durağanlık ve ortada bir noktadan söz etmek anlamsızdır. Ya mefkûrenin zirvesine çıkılacak ya da esfelin en safil dibini inilecek.
Ruhunda kalbinin derinliklerine hissedilmeyen bir hakikatin istikrarı olamayacağı gibi bütün letaifi asabi bir istibdat altında tutacak inat olmazsa dayatmanın hayatı da olmaz.
Bu nedenle hakkın kuvvetine malikiyet, keyfiyette mündemiç olduğundan, insaf ile ikmalinin eksere istinadı, şuur ve teslim istediğinden ittifak burada muhkem bir mevkide hem hizmet eder hem hâdimlerini bekler. Vucudi olan şeyler ancak delille beslenir. Bürhanlar ise hadsizdir.
Ama tekfirde bu lazım değildir. Çünkü cehil ve temerrüt inkârın yeşermesi için yeterlidir. Hem göz önünde zahmetsiz elde edilen menhus lezzetlerin oluşturduğu müptelalık sekrinden riayeti hayatlarını kolaylıkla devam ettirir.
Burada dilini kollamak,
Kalbine sahip olmak,
Ruhunu muhafaza etmek,
Günahlardan çekinmek,
Takdir etmek,
Tazim etmek,
Hakkı desteklemek,
Mücahede azmine sahip olmak,
Varlık için çalışmak,
Üretmek, fayda oluşturmak, acımak, himmet sahibiyeti, feragat, feraset, dirayet, ihlâs gibi zorunluluk ve karakteristik nitelikler olmadığından, bedava, zahmetsiz elde edildiğinden beleşçileri çok, şakşakçıları ziyadedir.
Bu güruhun lideri nesf-i emare ve amiri şeytan olduğundan şehvetten, garaza, garazdan kibire kadar bir silsile tahrip hesabına çalışırlar. Daha doğrusu adem-i mesuliyet ten neşet eden vazifesizlik neticenin tahakkuku olan zarar ve ziyan için kafidir.
Kaos ne olursa olsun, etrafı be muhteviyatı ne kadar mütenevvi ve çeşitli bulunursa bulunsun bunun altında yatan enaniyetin tuttuğu sapkınlık yolundan başka bir şey değildir.
İnsanın bu vecihle kendiyle hadiseleri kıyaslaması,
İşine gelenlerin ve menfaatlerinin peşinden gitmesi,
Nefsine olan itimadı,
Kendi aklına olan güveni,
Çıkarlarının her şeyden ileride olarak korunması,
Riyakârlık, münafıklık his ve tutumlarının fasıklık ve fücurla el ele vermesi
Ve fikrine yardım eden her ne olursa olsun onu dost telakki etmesi gibi şeytani bir arkadaşlıkla yürünmesi,
Bahaneler, zanlar, vehimler ile kör edilmiş gözlerin karanlık bir dünyasının oluşmasına sebepte egonun eseridir.
Farklı olmak düşüncesi, farkındalık iddiası, zekâvet zannı,mugalâta ve efkârı batılanın kusmuğundan beslenmekte egonun mahiyetindedir.
Kendini tevkil etmek, ehliyetli ehliyetsiz herşeyde görüş bildirmekte bunun eseridir.
En kısa ifadeyle aslında kendinin ne olduğunun, nereden gelip nereye gittiğinin farkında olmamak ve bu farkındalık zorunluluğundan göz kapayarak, âmâlığına gerekçeler üretmekten başka bir şey değildir.
İnsan kabiliyeti muhtelif..anlayışı ve bakışı farklı farklı..Her yolun kendine mahsus mihmandarları var.Dalalet yolunun mihmandarları da hidayet yolunun kandilleride bellidir.
Hevesata davet eden,
Bencilliği besleyen,
Hep şahsi halklık ve tenkit tarafında bulunan,
Kibirli olan,
Gıybet gibi alçaklıktan kendi kurtaramayan,
Gözü ve gönlünü haram şeylere sevk eden,
Öteleyen,
Vazifeden kaçan,
Sürekli mazeretler üretim daimi mazur olan,
Güzel görmeyenler,
Düşüce estetiğini kaybetmişler,
Sürekli öfke ve kin içinde olanlar
Sinirini kontrol edemeyen,
Huzuru tanımayan,
Nefsine itminandan başka şeyden mutlu olmayanlar
Başkası için iki damla gözyaşına sahip olamayanlar,
Hayatta hiçbir işi bitirememiş olanlar,
İki yakası bir araya gelmeyenler,
Her şeylerini kaybettikleri halde hiçbir şey olmamış gibi ayaklarının altındaki boşluğu görmeyenler,
Düştükleri çamuru miski amber diye yüzüne gözüne sürenler vs……..Hepsi bu asar-ı meşumenin evlatları ve efkarı batılanın gafil ve cahil gayri meşru çocuklarıdır.
Sapkın olmak illa küfrün aşikar yerinde olmak demek değildir. İslam ahlakından mahrum ve uzak her davranış o taifeye dahil olmak demektir. Küfrün babaları çocuklarını ego zehriyle besler ve bu gıdadan müstefid olanlar için şeytan gayet zeki bir stratejisttir.
Aklı hakikiden istifa etmiş ahmaklar için evet şeytan gayet zekidir. Vehmi fikre dönüştürerek fıska değer katar. Taliplisini kulluk şerefin havalandırarak daha iyisini yapmak fantezisiyle uzaklara götürür.
Burada en kötü yanılgı şudur;dalalet için işe yaramayan aptalları şeytanda sevmez.Bir ayağı güya hakikatte bir ayağı iblisin yanında olanlar iblisler içinde münafıktır.
Şeytan bu adamlar samimiyet bulmaları ve kendi safına ciddiyetle katılabilmelerine hizmet eder..
Önce değerlerin altı kazılır,
İdeal ipleri gevşetilir,
İnaç bağları zedelenir,
Kusur gören gözlüklerle muhakeme hafifleştirilir,
Hatalar ve günahlar hafife alınır,
Zayıf emarelerden dayanak noktaları tesis edilir ve uçan balon için vurucu darbenin planı uygulanmaya başlar…İblis bu hizmetinde çok mütevazidir.Varlığı hiç belli değildir..Çünkü o artık sahiplenilmiş bir fikre dönmüştür.Zatının önemi yoktur çünkü davası şakirtlerince sahiplenilmiştir.O kendi taifesinde itibarlı bir şeytan olmuştur.
Alem-i İslamın ihtilafından elde edilen ve imtizaç manisini dikkatle düşünebilen her kes bu manzarayı görebilir.Sınıflanmak ve meşreplere bölünmek ve düşmanlara dönüşmek……………..
Kişisel alemde ise eserleri yukarıda bahsedilen kısımlardan da belli olacağı gibi, yanlılarını,dalmışlarını hissedar etmiştir.Dalkavukluk,iki yüzlüğün yanında farkında olmadan düşünce selametini kaybetmek gibi neticeler vardır.
İmani zevkini kaybetmek,
İslam dairesine hürmetini yitirmek,
Saygı ve saygınlıktan uzaklaşmak,
Anlayış ve kavrayışın cihetleri ihata eden görüş açısından uzaklaşmak,
Farklılıkları görememek,
Kalp lezzetinden yoksunlaşmak,
Gönül huzurundan düşmek,
Duasızlaşmak,
İhtiyaçlarının farkına varamamak,
Tövbesizleşmek,
Ne yapacağını bilmemek,
Hiçbir kitabın sonunu getirememek,
Hiçbir fikri kabullenmemek,
Din kardeşliği ile ilgili olgulardan uzaklaşmak ve yalnızlık gibi bir noktaya doğru sürüp giden bir durum bir kanserli yaşam……………

Oysa hidayet mazhar olmak,kalbinin önüne gelen doğruyu tasdik etmekten ibaret bir şeydi..
Yanlışların ürkütücülüğünde uzaklaşmak ve kusurlarından teberi edilmekle süslenen bir kalpten ibaretti..
Sadakat ve kanaat ölçülerinin rıza dairesine misafir ettiği bir gönlün kabiliyetinde müştefid olacağı nimetlere ulaştırılmasıydı..
Her şeyin maliki kim olduğu..
Her şeyin mutasarrıfının kim olduğu..
Zerrelerle şemsi bir tutan, mahlûkatın bütün enfası elinde olan,
Mevsimlerden ölmelere,dirilmelere kadar olan bütün faaliyeti acibenin kimin eseri olduğu..
Ve kalbindeki en ince hatırata kadar bilindiği hakikatinden aldığı ünsiyet ve bilmekten gelen emniyet,tasdik ve takdirden neşet eden hayret ve imanıyla kazanılan bir bakıştı..
İman büyük bir nimetti..
İslam büyük bir aile..Yüzyirmidört bin enbiyası,yüzyirmidörtmilyon evliyası,hadsiz asfiyası,aktabı velisi,müdakkik ve muvahhid alimleri,müçtehid ve imamlarıyla Allah’a kulluk etmeye azm etmiş koskocaman bir devletti…
Nübüvvet yolunun yolcuları..
Rablerine olan kulluk ve icraatlarına olan rızalarıyla sevildiler.Gönül kapıları açıldı..kalplerinde kin ve nefret kalmadı..Nefislerinin nedametleriyle boyunları büküldü..Şükür içerisinde mukabele edebilmenin yollarını aradılar.Rablerinin rızasından başka şeylerle meşgul olup midelerini bulandırmadılar...

BİR DİKKAT HASBİHALİ


Takatin boynu bükülür..ne kadar masum ve ne ile yorgundur ayrı bir muamma…

Fikrin ellerini dimağın şakaklarına yaslayıp daldığı karanlıklar baş belası…Yol geçen hanı ile maruf bir lümmeden muzdarip bir kalp inler örs sesleriyle..darbeler iz’anın sinesini siniye çevirir…

Meşumiyeti her yakayı tutmuş ve haklıyız meramı payimal ederken…

Ayrılıp gitmiş bir ünsiyet,esbaplarını toplamış bir istinad,bariz bir yalnızlığa demir atmış bir istimdat..Cehennem dönmüş bir burudet..uzaklık yangınları kıvılcımlarıyla sırça sarayı tutuşturmuş…

Gizlenen gizlenmiş..sırrın tesellisi de yok..zannın bin türlü belası ve veba gibi sarılmış yakarışların gözleri..âma çırpınışlar istigaseleri hedmediyor.

Karilerin fehmedemeyeceği serzenişleri dökülüyor parmakların yüzüstü sürünüşlerinde…

Abdestsiz ve özürsüz uzanılan bir gece…Her yanından kuşatımış bir acziyet..

Sema sessiz..yıldızlar dilsizdir…

İ’cazın İşaret ettiği yerdeki bir ahval..Balığın karnına giren esrarı ve kurbun tecellisinde yetim..up uzak kup kurudur kelimeler…

Sakarın serinliğine atfen bir vaziyeti acibe bir zakkum çekirdeğine sürgün verir..Butlanı gönle düşer…

Ne Hızırdan ne hazırdan bir haber vardır.Ne de gavsın kavsinden çakan bir parıltı..Ne de ne nağbudu ne nesteğin ihtizaza getirir ruhu..ne de bir tahassün kendini evhamdan kurtarır..ne de ulaşır kırk kanatlı ulakların taşıdığı mektuplar..yâr yaren suskundur...

Acul bir heyecan yıkar haneyi..

Acil bir yol taharri edilir de teeni ölür…

Echel bir hüküm asar sabrı tam genzinden.

İki damla gözyaşı olsa iyi idi..

İnce bir sızı yol kesseydi alâydı..menamdan ayyuka pervaz eden cılız bir şua olsaydı bari..olsaydı da iyi idi de olmaz…

Mevadd-ı muzzıranın becayiş edildiği sıhhat, seratan bir sekre tutulur..İflas eden müfekkirenin zavvallı tefekkürü efkardan azl olur…

Zavallı zaviye kaybolur yavaş yavaş…

Rüyaların çarpıldığı ceridelerde akibet endişesi..malumat leşleri saçılmış olay yerine…

Fikirler satır aralarında vakur..sadırda uslanmaz bir dilencidir…

Sancı başlar...

Mahdut bir tünelle mülevves bir kabzın arasında kalınır..An anını kaybetmiş..zaman obezdir…

Siyahtır tüm renkler..simsiyah..içinde ki hain simsar sürekli bir menafinin peşinde heder eder olanı biteni..

Dikenler elini kanatır..akıl başa geldi mi diyecek biri olmaz..akıl başa gelmez…
Yavaş yavaş kükürtlü bir toprağa düşer azalar..duygular defnolur,hisler def olur..varisi olunan cürmün curufu bin kez alev alır..dumanlı dumansız alev alır…

Kader de kazası ile efale efal de fiiliyle takdire divan durur.Hükmün mürekkebi ve mürekkebatın tertibi satırda kurumuştur..Atâ da kalan ıslaklık zorlar takdirin mürid iradesini binbir muradla..meşiet meşietin örter üzerini…

Bir türlü arşı süküna,mercii icaba,icabı lerzeye getirecek çığlık bulunmaz…leyl nehar bütün bablar didiklenir satılmışlıkla..beş kuruş etmeyen idrak meteliksizdir.

Başka yerde ise ;gayb ile şuhud adil bir id’i kutlar..Akibet muttaki bir şifadadır..Marziyat zerratı hakikate hâkimdir..Muktezi iktiza hakîmdir…Tesadüf şebekesi mahkumdur..Murettebatı mesrurdur sefine-i mutinin…

Dumanın çıktıyı yerde ise ;biganelik biçarelik ile malemaldir..Delik bir heybe,yırtık bir aba,eğri bir asa ile kalır şehrayinin ortasında…

Eflakın dehrinde dört nala giden felsefe-i hevaiyesi üzerine kan sıçratır..Küçük küçük noktalar mevsimleri küsüfa tuttur..dualar öksüzdür..lisanı lâl olur..Toplanıp içtima edecek cami bir şeyler kalmamıştır.Ferdi ferid letaif savaşı kaybeder...

İçi in doludur alemin..her kuytu tutulmuş her duvara resmedilen suretler aydınlığı perdeler..maksud ,matlup,mabud,mahbub olan adem-i tenezzül ile müstağnidir.

Kusursuz bir firak vardır..Bu kadar kahırlı olur ayrılığın sesi...

Bu kadar kimsesizliktir..Bir o kadar çaresizlik sıbgalıdır umid..Ve ümit en zor günlerini yaşar…

Bir yersiz bakış..Bir önemsemesiz duruş..

Ve aldırmazlık… Koca diritnotları batırır…

Büyük vedialar denizin dibini boylar…

Artık ağrılıdır yaşamak..ağır ve ağrılı…

Bir şeyler, olmazlar şeyler olmuştur..herkeslikten mamul edilmiş merhemler bir işe yaramaz..hiç bir şey öyle gelmemiştir ve böylede gitmez...

Birikmişlik hesap çetelesiyle durur karşıda..dirilecek kadar hayatı kalmamış,eman dileyecek kadar bir sinir ucu yoktur.

Kara kara noktalar kap kara bir levhaya dönmüş zifiri bir örtü,varlık hazinesini örtmüştür.

Asrın estetik yaptırmış günahları idam fermanını imzalar.. ve İnsan Allah’a rağmen, Allahsız kalır…

Çünki bâtın-ı kalp ,âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.

Dediği gibi Bedi’nin:

Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma!

Dünyayı yutan bütün latifelerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar…

22.6.20

BİR ADEM / ADEM HASBİHALİ -2


Âdemin ademle mücadelesi varlık sebebi olarak ciddi bir kaliteyi ifade etmektedir. İnsan dışındaki varlıklarda görülen mükemmel ergonomi ve yaşam koşullarına uygunluk onların bir hazırlık sürecinden geçtikten sonra hayat sahnesine çıktıklarını gösteriyor.

Mesela balık yumurtadan çıktıktan sonra, bir kuzu doğumunun ardından, sanki yaşamlarına lazım olan şeylere göre hazırlanarak gelmişler. Balık hemen yüzer, kuzu ayağa kalkar ve koşmaya başlar.

Diğer tüm hayvanlar incelendiğinde bu yasanın insan dışındaki tüm varlıkları kapsadığı görünür.Kısaca hiçbir hayvan yaşam şartlarını en genel itibarla tecrübe ederek öğrenmez.Dünyaya gelmeden evvel neredeyse, adeta orada davranış gelişimini tamamlar ve öyle gelir.Kısa bir müddet annesi yanında olur..Kimisi için ise bu hiç söz konusu değildir.Kumsallardan denize koşan Karetta yavruları gibi…

Bundan anlaşılıyor ki; hayvanların yaşam görevleri düşünmek, fikir yürütmek, felsefe üretmek, gelişmek değil, sadece hayat sahnesinde onlara verilmiş rollerini oynamaktır. Ne geçmişten bir endişeleri ne de gelecekten bir korkuları olmadığından uzun süreli kederler içerisinde yaşamazlar. Ürün haline getirilecek bir koyunu işlemek için yere yatırsalar, kesim aletini boynuna dayasalar sonra bıraksalar o hiçbir şey olmamış gibi yem yemeye devam eder.


Fakat insan böyle değildir. İnsanın özelliklerine bakıldığında yukarıda söz edilen hiçbir şeyin onun yaşam koşullarıyla ilgisi yoktur. Belki insan yirmi yaşına kadar doğru ve yanlışı bir birinden ancak ayrıştırabilir. Ve tüm ömrünce öğrenmeye muhtaç bir varlıktır. Demek ki insan kendini değerlendirirken bu önemli farkı görmeli ve bu farklılığa göre bir yaşam tarzını benimsemelidir. Yani düşünmeli, akıl erdirmeli, kendiyle ilgili keşfin sınırlarını zorlamalıdır.

Yoksa aklı fikri, kalbi gibi organize bir duygu ve his ağı olsun ve o tüm bunlar sanki yokmuş gibi hayatını yemek içmek gibi bedeni lezzetlere göre yaşasa, çok kederli ve sorunlu bir hayatı olur. Çünkü aklın, hissin, kalbin içerisinde olan özelliklerin hayat alanları çok farklı ve yaşam potansiyelleri çok başka alanlara aittir.

Değerli Dostlar!

Âdem'in ademle (yokluk, karanlık) savaşında, hayatın tanımından önce âdeme kendini tanımının yapılması en doğru strateji olsa gerek.

İnsan kendinde bulunan özelikleri öğrenemediğinde, büyük bir kaynağı çok basit işlerde kullanmaya başlar. Bu nedenle de insan dünyanın en korkunç varlığı olabilmektedir. Korktuğunda da menfaati olduğunda da öldürebilen, asla bir duracak noktası olmayan, tatminsiz tahripkâr bir varlık olur. Kendi çıkarları için tüm insanların, çocukların, masumların ölmelerini göze alabilir. Eline bir güç geçtiğinde bunu zalimce kullanabilir.

Kişinin hayatın gerçeği ile ilgili bir nitelik algısı ve gerçek yaşam değerleriyle ilgili bir eğitimi yoksa..ya da yanlış bir bilgilenmeye sahip olduysa canavar bir hayvan olabilme kapasitesine sahiptir.

Konuya girişimizde hayvanların hayata gelişleri hakkında birkaç meseleye değinmiştik. Doğadaki faaliyetlerin geniş çerçevesi izlendiğinde, insanın müdahale etmediği, elini karıştırmadığı yerde “ekolojik denge” hükmünü uygulamaktadır. Buradan görüldüğü gibi çevre dengesi evrensel bir dayanışmanın eseridir. Evrende olan her şey görev olarak birbirine omuz verir ve hayata hizmet eder bir konumdadır.

İnsan evreni kendi şahsi menfaatlerine uygun kullanma dürtüsü ile hareket ettiğinde ise her yeri bir karışıklık ve kaos sarar.

İnsan bilinçli ve bilinçsiz olarak yaşam tercihini iki seçenek üzerinden yapar.
Birisi ya evrendeki dayanışmayı örnek alarak, yardımlaşma ve dayanışma tarafında olan insanların bulunduğu bir çevrede bulunacaktır. Ve bu çevrenin hayattan ve yaşamın kendi gerçeğinden el edilmiş kültürü ile düşünce tarzını oluşturacak ve yaşama ve alanlarına karşı sorumlu bir birey olarak yaşayacaktır.

Diğeri ise, hayatın sadece neticesinde gördüğü noktaya odaklanarak, sebeplerin ve planın temel yapısındaki evreleri pas geçerek sadece kendi menfaatine yarayacak şeylerin peşine düşecektir. Bunu için ırkçılık, maddi güç, silah üstünlüğü, arsızlık, merhametsizlik gibi olumsuz birçok yıkıcı his ve duygu yeterlidir. Kendi gibi düşünen insan görünümlü hayvanlarla beraber olacaktır. Genel itibariyle bu akıma liderlik yapan kötü ruhların elinde bir oyuncak olacak ve kötülük birikiminin faturalarının ödemesi geldiğinde bu feci bir son ile üzerine alacaktır.

Hayat ve sonrası çok değerli olduğundan yaşam sahnesine koyulan tercihler kendilerine göre birçok niteliği barındırırlar. Burada en temel mantık ve doğru tecrübe şudur ki;

“İyilik iyilik ve kötülük kötülük getirir.”

İnsan kendinde bulunan duygu ve düşünce cihazlarının yardımıyla iyilik tarafında ve iyilerle beraber olarak kendinde bulunan pozitif enerjiyi açığa çıkararak âdemi varlık sahasında güzel neticelerle tutabilir.

Kötülük ve kötü insan ve çevrelerde olmak ise yukarıdaki manzaranın tam tersi bir durumu netice verecektir.

Çünkü kötü olmanın bedeli çok ve maliyeti çok yüksektir.

Öncelikle ikiyüzlü olmak ve sonrası ile tüm kötülük uyumunu göstermek zorunda olmak vardır. En fazla rezillik yapabilmeli, en çok yakmak ve yıkmak eyleminde olabilmeli, hiçbir ahlaki değeri kabul etmeden tüm ahlaksızlığı yapabilmelidir. Tutunabilmek için çalabilmeli ve öldürebilmelidir.

En uç noktasından söz ettiğimiz bu zaviyenin ara sokaklarında ise iyi ve kötü duyguları tam gelişmemiş hangi yola geçeceği belli olmayan şaşkın ve çekingenler grubu dolaşmaktadır. Kötülük ve iyilik bu Araf yolcularını kendi dünyalarına davet eder. Aslında bu daveti oluşturan nedenin ana merkezinde, iyiliğin paylaşmak mizacı, kötülüğün daha fazla kötülüğe sahip olma karakteri vardır.

Ve hayat tercihlere göre şekillenir. Bu tercihlerden sonra sorumluluk seçeneği işaretleyen iradenindir.

Âdem varlık savaşını doğru şıkkı işaretleyerek, iyi şeylerin ardından giderek ve yalnızca iyi şeyleri gözlemleyerek ve bilerek, öğrenerek devam ettirmelidir.

Yoksa bu insan denen kıymetli varlığın başının üzerinde leş kargaları dolaşmaktadır.

Şu unutulmamalı sevgili dostlar!

İnsanın çok düşmanı vardır. İnsan için sonsuzluğa kavuşuncaya kadar bu düşmanlık asla bitmeyecektir. Ancak insanın güçlenmesi bu mücadeleyi onun zaferi noktasında sonuçlandıracaktır. Yoksa bomboş yaşamak her arzu ettiğini yapmakla oluşan bir barış zannı, etrafı sarılmış olmanın bir işaretidir. Bir piton yılanının avını öldürmesindeki aşamalı sıkmasına benzer. Hevesler, görenekler, hayranlıklar, keyif düşkünlüğü, kibir, bencillik, tahrip gibi kötü şeyler insanı yokluk ve karanlıklara götüren bir yakalanıştır.

İyi şeylerle meşgul olmak, iyilerle beraber bulunmak ise insanın cevherinde bulunan insani bir değeri açığa çıkarır. İşte manzara artık o nokta da berrak hayatın anlamı şeffaftır.

İyilerle, iyiliklerle beraber olabilmek dileğiyle……….

BİR ADEM / ADEM HASBİHALİ -1


Değerli Dostlar!

Âdemin ademle savaşında harici desteklerin yardımı ne kadar önemliyse, Âdemin kendi karşılama, savunma, yumuşatma, geri çevirme, kabul etme, kavrama, anlama, düşünebilme, yorumlama ve fikir üretme gibi akli olan manevra kabiliyetinin de yeterliliği, gelişmeye yönelik yapılanması önemlidir. Ve muhtemel en önemli olan da budur.


Kişinin olgunlaşmış kıstasları, gelen doğru ve yanlış durumları, riskleri veya yararları lehinde ve aleyhinde değerlendirebilecek konumda olması esas olan yaşam dinamiklerini yerli yerine koyabilir.

Çünkü doğru bilginin kaynağını korumak, dejenere olmaktan kendini korumuş bir toplum kültürüne sahip olmak pek kolay değildir. Bilginin ilmi olarak bir noktada kariyerini muhafaza edememesi onu cehaletin defterinde değişime uğratarak kıymetsizliğe, öyküye çevirebilir.

Toplumun maddi ve manevi tüketim alışkanlıkları kişisellik ekseninde tesirini göstermeye başladığında, fikrin iradi yapısı kırılmaya, özgün direnişi soft ve kırılgan bir pahaya inkılâp edebilir.

Malum zaman ve zeminin mizaçlar üzerinde etkisi vardır. Bu konuya inancın eylem literatüründe; azimet ve ruhsat denilir. Yani bir konunun asıl maksadı üzerine kararlı bir şekilde davranmakla, zorunlulukları ölçümleyip tölere edilebilir yanını ele almak arasında mesafe gibi.

Buna bir anlamda da tevil denilebilir. Belirli delilleri bir araya getirerek lehinde bir hükmü çıkarmak veya mazur bir duruma uygun bir elbise hazırlamak gibi. Bu konu her ne kadar zararı engellemek, uygun ve uyulabilir bir hale getirmek noktasında eylemi zarardan korumak adına değerlendirilse de zamanla kendi konumunu kaybedebilir.Yani kredi kartı kullanmaya başlamak gibi.

Bu tevil konusunda hassas bir nokta var. Ancak bu konu bizim konumuzla ilgili olmadığından ona bir atıfla işaret edip etraflıca değinmeyeceğiz. O da Müteşabihat denilen, yani benzeştirerek yapılan anlatılarda konuyu kavramak için kullanılan tevil yolu, teşbihi idrake yaklaştırır.

Evet, şahsi çıkarların söz konusu olduğu yerde, Etik olarak bazı engellerin yol kesmesine karşı çıkar eğiliminin konuyu yenilir yutulur hale getirmesini buna başka bir örnek olarak verebiliriz.

İhtiyacım var..Çıkış yolum yok..Herkes aynısını yapıyor..Kimse yanımda olmadı..Zararı küçük..vs vs vs.

Fakat bilinmez ki bu ruhsat denilen şey zamanla tavize ve değerlerin gerekli saygınlığını koruyamama durumuna doğru yol alır.

Bir anlamda müptelalık gizli olan bir his ve bağlılık enerjisini açığa çıkarmak ve onun akımına kapılmaktır. Bu nedenle kutsal öğretiler ve erdem eğitimleri, insanları bu kötü enerjiyi açığa çıkaracak etkinliklerden uzak tutmak konusunda baskındır.

Sadede dönersek, toplum; politik, ekonomik, kültürel olarak birçok etkileşime maruz kalabilir, kökleri yerinden çıkabilir ve kutuplaşmalar kültürel yapıyı hiçe sayabilir. Böylelikle insanın asıl meselesi ötelenebilir, merak ruhsatı taraftarlık duygusu dikkati başka yöne çekerek, Âdem başka bir sahnede kısacık ömrüne rağmen kurulan bu oyuna kendini kaptırabilir. İşte burada önemli olan kişisel yetkinlik, şahsi olgunluk ve bilgi donanımı elde edilen verileriyle konumunu muhafaza etmekte insana pozisyon belirleyici bir rol oynar.

Buna kısaca başkalarından bir şey beklememek ve başkalarını bizim beklentilerimize en iyi cevap verici olarak değerlendirmek doğru bir yaklaşım değildir. Mesela siyaset insan mutluluğunu temin edebilir mi? Politik manevralar ne kadar yaşam enerjisi verebilir? Tüm Sivil toplum kuruluşları bir araya gelse insanlığı genel olarak saadete ve huzura taşıyabilir mi? Tüm psikologlar, psikiyatriler bir araya gelse bir ruha ne kadar dinginlik ve sürdürülebilir bir güç sağlayabilir? Tüm falcılar en iyi yalanlarıyla bir araya gelseler, tüm hikâyeciler, şairler bir araya toplansalar kaç kişinin yastığa başını koyduğundaki emellerini, korkularını teskin edebilir?

Asıl enerji kaynağından uzaklaştığında ve siluetlere çarpıp gölgelere rast geldiğinde aydınlatıcı etkisini kaybeder. Aynalar suretlerin aslını gösterme noktasında sadece yansıtıcıdırlar.

Toplumla gelen şeyler, genel anlamıyla bizlere gelene kadar birçok kokuyu üzerine alan, tadları ve renkleri karışmış, görüntüsü bir şey ifade etse de aslında oyalamacı bir kimlik kazanarak gelir ve çığ gibi büyük manasız bir hüviyete bürünür. Ve insan yaşadığı toplumdan zarar görmeye başlar. Kimse bu büyünün bozulmasını istemez. Hiç kimse gerçek bir dünyanın varlığını düşünmek istemez. Çünkü oyalanmak ataletle öyle bir özdeşle hale gelir ki kendisini rahatsız edecek, ona bir sorumluluk yükleyecek hiçbir şeyle ilgilenmez.

Ve düşünebilen insanlar yalnızlaşır. Bu noktada üç kaçınılmaz hareket vardır.

Birincisi: Düşünceyi, aklı bir kenara bırakıp bu akıma kapılmak.

İkincisi: Kayıtsız kalmak ki bu da bir nevi ölümdür.

Üçüncü: Durumu kavrayıp içsel bir yolculuğa başlamak.

Burada asıl konu da budur. Kişi için, her şeyin ondan yüz çevirmesi ya da onun her şeyden yüz çevirmesiyle başlayan kendi kendine bir yolculuktur.

Âdemin yalnızlığı olarak görünen bu yolbaşı beklide onu tüm ihtiyaçlarına götürecek bir ayrım noktasıdır. Eğer insan düşünerek terk etmeye karar verdiği bir anlamsızlığa sahip olmuşsa onu manaya götürecek, anlama kavuşturacak bir gemiye binmiş demektir.

Değerli Dostlar!

Âdemin hayat yolculuğu tercihler ve bazen de zorunlulukla üzerine tesis edilmiştir. Bilmek öğrenmek, okumak düşünmek bu tercih ve zorunlu yol ayrımlarında lazım olan donanımı ifade eder. Hayatın yaşanılması veya bitmesi hep bu dağarcığın yeterliliği ile ilgilidir. İnsan bir gün hayatı ile ilgili çok önemli bir karar vermek durumunda kaldığında, onu zarardan koruyucu ve ona çözümcü olabilecek bir kararı ancak, aklının ve kalbinin heybesine yüklediği bilgi ve ondan doğan duygusal eğilimlerle ile verebilir.

İnsanın akıl ve kalp kütüphanesi boş olduğunda,kendi içinde kendi konum ve durumunu okuyacak bir satır yazı bulamadığında..çoğunluğun aktığı rehavet deresinin kıyısına atıldığında ,hayatı hakkında en büyük kararsızlığına imza atmış olur.

Değerli Dostlar! 

Bir önemli konu daha var ki; Her şeyin bittiği ve büyük yalnızlıkların başladığını yerlerde, Dua yukarıda söz ettiğimiz anlam gemisinin pusulasıdır. Manidar bir tükenmişlik ve bilinçli bir kimsesizlik kapısı bu anahtarla açılır.Belki de tüm dileklerimizi,korkularımızı,umutlarımızı,beklentil erimizi,çaresizliklerimizi ,gökyüzüne yüzünü dönmüş avuçlarımızın içine bırakmalıyız..ne dersiniz?

19.6.20

YILDIZ BÖCEĞİ



BİR HASBİHAL


“Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

Bilgi ve bilgisizlik ve ilimsizlik neticesinde görünen cehalet ve körlük gafletli bir hayatı insanın önüne koyar ve yaşamak sofrasına getirir.

Hakkında her bilinmeyen hakikat, birçok şeyin tesiriyle çeşitli renk ve boyalara girer. İnsan fıtratında olan arayışlar ve tanımak temayülleri ilmi olan tarifnameler ile teskin edilip doyurulmazsa başka şeyler açık kapıdan girer.

Felsefenin zehirli kısmı, hayallerin kurguladığı ucube tanımlar, hikâyeler, tasvirler ellerinde çaputları getirip fikrin ağacına bağlarlar. Semeresi faraziyat evham ve şüphe olan bu ağacın dallarına bağlı tüm yargılar, hadler zamanın tesirli rüzgârlarına göre hareketlenir. Kısır ve akim bir şekilde ömrü tüketir gider. Meyvesiz bir hayatı dünyeviye ve uhreviyeyi netice verir.

Hem herkesçe bilmemenin dehşeti bir derece bilir. Çünkü bilinmesi gereken şeylerin bilinmemesi, o bilgiye ihtiyacı olan birisini karanlıklar ve çaresizlikler içine hapseder.

İnsanın bilgi ve bilgisizlikle olan mücadelesi hayatının en büyük mücadelesini oluşturur. Şeytani fikirlerden neşet eden bütün olumsuz düşünceler, evham ve vesveseler insanı cehalet tuzağına doğru çeken önemli stratejilerdir.

Vazifelerin yapılmaması, öğrenme duygusunun hareketliliğinin sağlanamaması, doğru hedeflerin karşısına çıkan maniler ve engellerin şaşırtırcı yönlendirmeleri insanın atıl ve verimsiz bırakılmasını temin etmek açısından şeytani ve nefsanî hileleri içermektedir.

Özellikle şeytanın yaptığı hamlelerde kendini gizlemesi hatta varlığını inkâr ettirecek kadar desiselerini örtmesi. Bütün menfi düşünce ve hareketlerin sebeplerini kişilere zamana ve olaylara taksim etmesi insanın düşünce tarzında sadece vesvese ve evhamların hâkim olmasını netice verir.
Fikir selametini kaybeder ve türlü harici yönlendirmelere açık düşer.

Bu harici yönlendirmelerin en önemli sistemi, bir noktaya dikkat çekerek, konunun bütün irtibatlarını kesmek suretiyle, olayın veya oluşturulmuş düşüncenin merkezine sürekli tahşidat uygulamak şeklinde yapılmaktadır.

Eğer insan içinde olduğu durum itibarıyla vaziyetini tahlil edemez ise şeytanın ve nefsinin elinde oyuncak olur.

Genel olarak insan dünyasının hedef olduğu fikri veya hissi taarruzlara mukabele edebilmesinde iki şekilden söz edebiliriz. İnsanın iç dünyasına ait vesveselere karşı lakayt kalması bir çözüm olarak ifade edildiği gibi, mahiyetini bilmekle yapılan mukabelenin ilmi olan bir savunma sistemi de vardır. Lakayt kalmak önemsememekte bilmenin eseridir.

Üstadımız Bediüzzaman’ın dersinde ifade ettiği şekliyle;

“Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

İlme karşı lakayt kalmak bütün desise ve evhamın merkezi olmak anlamına gelir. Bilenle bilmeyenlerin farklılığı, doğu ve batı kadar bir mesafeyi ifade eder.

Bu meseleyi biraz etraflıca düşündüğümüzde ve genel anlamıyla izlediğimizde cehlin etkilendiği tüm konuların bazı meselelere mahsus olarak bir yoğunluk oluşturduğunu görebiliyoruz.

İnsan direnişini kıran ve onu mağbup eden şeyler bilmediği konuların üzerinde olmaktadır. Yada bildiği konuyu irtibatlı olduğu diğer hakikatlerden ayırarak lokal olarak zayıf düşürme şeklinde olmaktadır. Nazarı bir noktaya hasrederek orada körlüğünü sağlamak şeklinde tezahürleri vardır.

Bu vesveslerin, diretmelerin, şüphelerin her biriyle birer birer uğraşmak, öncelikli olarak, başarılı bir neticeyi getirmekte pek doğru bir çalışma şekli değildir. Çünkü bütünlük irtibatı tesis edilmemiş kısmi bilmekler, hakikatten koparılmış parçaların o taarruzlarda mağlup olmasını iktiza edecektir.
Bu nedenle insan bilmek noktasında kendini ilgilendiren konularda bir bütünlüğe hâkim olmalıdır.

Örneğin; Duçar olduğu vesveselerin taarruzların büyük bir hakikatin şubelerine yönelik olması, stratejinin merkeze doğru ilerleyişindeki karakol baskınları olarak adlandırılması mümkündür.
O taarruzlara karşı karakollar ile merkez arasında bir iletişim yönetimi ve merkezi bir koordinasyon gerekmektedir ki; şubeler arasındaki dayanışma ve ortak savunma o virüs yaklaşımlarını bertaraf etsin.

Akıl, kalp ve sair letaif arasında bu irtibat her bir latife ve hassanın kendine münasip cihaz ve silahlarla donatılmasıyla mümkündür. Her bir hassa ve latifenin kendine münasip bir ilmi ve hissi bir cephesi bulunur.

Aklın mesaili ilmiye ile olan münasebeti onu deliller ile donatırken, kalbin o deliller mesamatından doğan öz kaynaklar ve fıtri olan temayülleri ile marifetten gelen ve yapısıyla örtüşen eczalar ile sarsılmaz bir istinad bulabilir. Vicdanın yapısal niteliği, ruhun mahiyetindeki irtibat ve insanın tümüyle olan alakadarlık ve varlıklılık imtizacını organize edecektir.

Kısaca insan insanlığına ait ilimleri bilmek zorundadır. Buyrulduğu gibi; ilimlerin şahı padişahı iman ilmidir.

Çünkü Üstadımızın ifade ettiği gibi kâinatta en mühim mesele imandır… Kâinattaki en mühim mücadele iman ve küfür arasındaki mücadeledir. Bu mücadele ise çok cephelerde yapılmaktadır.
İnsanın bu mücadelede ayrıntı olarak savaşması veya başka başka cepheler açması onun bu savaşı kaybetmesine sebep olabilir. O nedenle yukarıda da ifade edildiği gibi merkezi kuvvetlendirmek, iletişim koordinasyonunu sağlamak için gerekli ilmi jojistik sistemini oluşturmak gerekmektedir.

En etkili kaynağın gayet dikkat ve ciddiyetli bir takiple kullanılması, Bilginin depolanması, mesai ve uğraşların aksatılmadan ve devamlı bir şekilde temin edilmesi, marifetin ilim musluğundan sağılmasını tedarik etmek, sürdürülebilir bir mücadeleyi Biiznillah galibane tesis edecektir.
Üstadımızın tevhidi kıble ederek Ku’andan aldığı bu dersler..Yani risale-i nur eserleri ilmin bütün meratibiyle stratejik yapısının, dünya ve ukba cihetlerinin gereklerini,levazımatını,ihtiyaçların terkiplerini ,insanın bütün hassa ve letaifine sunmaktadır.

Derki;

"İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir."
Yine der ki;

……..hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.
Ve Rabbimiz Der ki;

“Rabbim! İlmimi arttır” de. (Tâ Hâ Suresi, 114. Ayeti Kerime)

“Rabbim! İlmimi arttır”Amin…

Selam ve Dua…….

11.6.20

BİR GÜZELLİK HASBİHALİ


Her güzellik her insana başka bir açıdan görünür..O güzelliği o açılardan görebilen göz ve his sahipleri, kendi bakış açılarına ve duygu dünyalarına göre o güzellikten hisse alırlar.

Güzelliği görebilen ve hüsnü hissedebilenler, kendilerine akseden cemalden kendi kemallerine yürürler. Güzel görmüşlerdir, güzeli görebiliyorlardır güzelliği anlayabiliyor ve güzelliği güzel olarak hissedebiliyorlardır. Ve kendi güzellerine sadıktırlar…
Onun güzelliği ile baş başa kalırlar. O güzellikten nebean eden güzelliğin cilvelerine meftun bir şekilde her şulesine, her şuaına, her ihrakına ki muhabbetin meczini oluşturan hararetlerdir, onlar o cazibenin etrafında celb edilmiş bir manevra ile maveraya pervaz ederler.
Herkesin güzelliği kendinedir. Herkes kendi güzelliği ile baş başadır. Kalbinde o güzellik pırıltısını parıldatan hüsne olan kabiliyetlerini şükrederek, iradesiz mazhar oldukları bu letafeti bozmamak ve kaçırmamak için nazik ve dikkatlidirler.

Güzelliği hissetmek, idrak etmek, iz’an etmek iradi bir zorlama değil, fıtri bir meyilden ibarettir. Fıtrat hüsne âşık, kemale meftundur.

Güzelliğin güzel olması o güzelliği takdir edebilme ona ram olabilme, onun peşinden gidebilme, ona perverde olabilme, onun etrafında pervane olabilme, onun aksi nuruyla kendinden geçebilme özelliklerine haizdir ki, fıtratları su-i istimal olmamış gönüller, kalpler ve ruhlar ve akıllar, kendilerine göre teçhiz edilmiş muhibbi özellikler ile güzelliğe teveccüh ederler.

Dolayısıyla güzelliğin varlığından tezahür edebilen güzellik sevdası, görebilme ve sevebilme yetisini güzelliğin kendine borçludur.

Eğer hakiki bir güzellik olmasa güzelliğin aşkı da olamaz…
Dolayısıyla güzelliğin kendisi bir merkez..bir cazibe burcudur..Bütün güzelperestler ise o güzelliğin etrafında dönen sevgili peykleridir…

Onları bir birine bağlayan o güzelliğin bir kaynaktan tuluu ve oluşturduğu hüsnün cazibesidir… Aşıklar o güzellikten nakışlarını çevirseler bakacakları yer, o muhibbilerin o güzellikten kendi ayinelerine olan akisleri olacaktır. Bir birilerine bakmaya başlayan ayineler, kendi içlerinde âdemi bir sonsuzluk ve gölgelerden müteşekkil bir hayal dünyası bulacaklardır.

Ve cazibe bozulur,o aşık seyyareler meczup bir şekilde boşluğa dağılırlar…Ve aralarında bir çarpışma bir müzaheme meydana gelir..Güzellikten uzaklaştıklarından düştükleri karanlıklar ve o çarpışmalar onların güzellikleri bozar ve mahiyetlerindeki sevimli manaları soldurur.Hani meyvelerin kabuklarının soyulmasıyla başlayan kararmalar gibi…

Güzellik ağacın meyvesi, o güzelliği görebilen ve güzelliği taşıyabilen güzelliklerden ibarettir. Dalından kopmuş her hüsün, cildi soyulmuş bir meyve gibidir. 

Eğer o meyve var oluş köklerine bağlı kalsa, sadakat ve kanaat ile olgunlaşsa bir güzellik çekirdeğini rıza ve hoşnutluk bahçesinde nurani bir toprağa bir güzellik olarak düşecek ve o çekirdek için ebedi semereler verebilecek bir Şecere-i Ahsen şekline girecektir…

.