18.4.13

Farkında olmadığımız muhteşem bir hazine: Hacet Namazı...


Sizi mutsuz eden büyük bir derdiniz mi var?
Ulaşmak istediğiniz muhteşem bir idealin peşine mi düştünüz?
Huzursuzluk, ailenizin ayrılmaz bir parçası mı oldu? Birisi kalbinizi mi kırdı? Önemli bir sınava mı gireceksiniz? Günü gelmiş bir borcunuzu hâlâ ödeyemediniz mi? İşsiz misiniz? İşten mi atıldınız? İşinizde bir türlü arzuladığınız başarıyı yakalayamadınız mı? İyi bir evlilik mi istiyorsunuz? Çocuğunuz mu olmuyor?
Bunlardan çok daha önemli yüce gayeler uğruna çaba harcıyor, insanlığa İslâmı ve Kur’an’ı anlatmak için çırpınıyor, bir dizi plân ve program yapıyorsunuz. Ancak bir tarafta önünüze konan engeller, diğer tarafta gerçekleştirmeyi istediğiniz manevî projeler var. Bilhassa İslâm âleminin maruz kaldığı acılar, ıztıraplar, saldırılar, tuzaklar yüreğinizi yakıyor.
Kısaca maddî manevî, küçük büyük, dünyevî uhrevî bütün dertleriniz veya arzularınız için kılacağınız muhteşem bir namaz var: Hacet namazı.
Elbette bir kul olarak sebeplere sarılacak, üzerinize düşeni yapacaksınız. Ama bazen olur ki, sebepler tükenir ya da etkisiz kalır, bütün yollar denenir, çareler biter, ne yapacağını bilememenin ıztırabıyla yapayalnız kalırsınız. Artık kalbiniz kederli, gözünüz yaşlı hüzün denizinde yüzerken hacet namazı sizi sahile çıkaracak bir can simididir.
İşte bu muhteşem fırsatı değerlendirenlerden birisi olan Hz. Enes (r.a.), harika bir sonuç alır.
Bir yaz günü Hazret-i Enes’e bahçıvanı gelerek, yağmur yağmadığından ve bahçenin kuruduğundan yakındı.
Bu haber üzerine Hazret-i Enes, Resulullah’ın (a.s.m.) “Herhangi bir ihtiyacı olan kimse iki rekât namaz kıldıktan sonra Allah’a dua etsin” şeklindeki “hacet namazı”tavsiyesini hatırladı.
Su isteyerek abdest aldı ve namaza durdu. Selâm verdikten sonra bahçıvanına:
– Gökyüzünde bir şey görebiliyor musun, diye sordu.
Bahçıvan:
– Göremiyorum, dedi. Enes, tekrar içeri girip namaz kılmaya devam etti.
Birkaç kez bahçıvana:
– Gökyüzünde bir şey görebiliyor musun, diye sorunca adam:
– Kuş kanadı gibi bir bulut görüyorum, dedi.
Bunun üzerine Enes namazını ve duasını sürdürdü. Az sonra bahçıvan Hazret-i Enes’in yanına girdi ve:
– Gök bulutla kaplandı ve yağmur yağmaya başladı, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Enes:
– Haydi, ata bin de yağmurun nerelere kadar yağdığına bak, dedi.
Bahçıvan etrafı dolaştığında, yağmurun sadece Hazret-i Enes’in büyük bahçesine yağdığını gördü. (İbn-i Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c.7: 21-22)
İşte tüm sıkıntılı zamanlarımızda uygulayabileceğimiz bir başka örnek:


Sahabelerden Ebû Mı’lâk (r.a.) isminde ticaretle uğraşan bir zat vardı. Bir defasında ticaret için yolculuk yapıyordu. O zamanlarda yol güvenliği yoktu. Bu yüzden karşısına silâhlı bir eşkıya çıktı.
– Neyin varsa çıkar, seni öldüreceğim, dedi. Bu tehdit karşısında Ebu Mı’lâk:
– Maksadın mal almaksa al, dedi. Hırsız ise, malı almakla birlikte izini de kaybettirmek istiyordu:
– Ben sadece senin canını istiyorum, dedi. Ebu Mı’lâk:
– Öyleyse bana izin ver namaz kılayım, dedi. Hırsız:
– İstediğin kadar namaz kıl, deyince Ebu Mı’lâk namaz kıldı ve şöyle dua etti:

– Ey kalplerin sevgilisi! Ey yüce arşın sahibi! Ey her dilediğini yapan Allah’ım! Ulaşılmayan izzetin, kavuşulmayan saltanatın ve arşını kaplayan nurun hürmetine beni şu adamın şerrinden korumanı istiyorum! Ey imdada koşan Allah’ım, yetiş imdadıma!
Ebu Mı’lâk, bu duayı üç defa tekrarladı. Duasını bitirir bitirmez, silâhlı bir atlının hızla yaklaştığını gördü. Atlı hırsızı bir mızrak saplayarak öldürdü. Sonra da Ebu Mı’lâk’a döndü. Allah’ın lûtfuyla kurtulan sahabe:
– Kimsin sen? Allah seninle bana yardım etti, diye şaşkınlıkla sorunca atlı kişi şu cevabı verdi:
– Ben dördüncü kat gökteki meleklerdenim. İlk duanı yapınca gök kapılarının çatırdadığını işittim. İkinci defa dua edince, gök ehlinin senin kurtulman için feryat ettiğini işittim. Üçüncü defa dua edince, “Zorda kalan biri dua ediyor!” denildi. Bunu duyunca Allah’tan, hırsızı öldürmek için beni görevlendirmesini istedim. Allah da kabul etti ve yardımına geldim. Şunu bil ki abdest alıp dört rekât namaz kılan ve bu duayı yapan kimsenin, zorda olsun veya olmasın duası kabul edilir. (İbn-i Hacer, el-İsabe, c.4: 182)

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Başta Neseî olarak, erbab-ı siyer, Osman ibni Huneyf'ten haber veriyorlar ki:
Osman diyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına bir âmâ geldi, dedi: "Benim gözlerimin açılması için dua et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona ferman etti:



O gitti, öyle yaptı, geldi. Gözü açılmış, güzel görüyormuş, gördük. [6)

 [5]  "Şimdi git, abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve de ki: 'Allah'ım! Hâcetimi sana arz ediyor ve nebiyy-i rahmet olan Peygamberin Muhammed ile Sana teveccüh ediyorum. Yâ Muhammed! Gözümden perdeyi kaldırması için senin Rabbine seninle teveccüh ediyorum. Allahım, onu bana şefaatçi kıl.'"
 [6] Tirmizî, Daavât: 119 (hadis no. 3578); el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:526; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:166; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:322.

Hacet namazı kılarak bir derdinden kurtulan veya muradına kavuşan çok kimse vardır. Elbette bu örneklerin hepsi, yukarıdaki gibi çok harika olmayabilir. Çünkü, hacet namazından alacağımız verimin derecesi, ihlâs, huşu, ıztırar hâli, yakînimiz ile Allah’ın takdir ve hikmetine göre değişir.

Hacet namazı nasıl kılınır?
Hacet namazı, yatsı namazından sonra iki, dört ya da on iki rekât olarak kılınır. Hz. Peygamber'den gelen bir rivâyete göre hâcet namazının ilk rekâtında Fâtiha'dan sonra üç defa Âyetel-Kürsî, diğer rekatlarda Fâtiha'dan sonra sırasıyla birer defa İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri okunur.
Hâcet namazı bitince Allah'a hamd ve senâ, Rasûlullah'a salât ve selâmdan sonra bir hâcet duası okunması sünnettir. Çeşitli hâcet duaları vardır. Bunlardan birisi şudur:
"Allahümme innî es’elüke tevfîka ehli’l-hüdâ ve a’mele ehli'l-yakîni ve münâsahete ehli't-tevbeti ve azme ehli-s-sabri ve cidde ehli'l-haşyeti ve talebe ehli'r-rağbeti ve teabbüde ehli'l-vera'i ve irfâne ehli'l-ilmi hattâ ehâfek. Allahümme innî es'elüke mehâfeten tahcizünî an ma’siyetike hatta a'mele bi tâatike a’melen estehikku bihi rızâke ve hattâ ünâsıhake bi't-tevbeti havfen minke ve hattâ uhlisa leke'n-nasîhate hubben leke ve hattâ etevekkele aleyke fi'l-umûri ve husni zannin bike. Subhâne hâliki'n-nûr."
Bu duanın anlamı şu şekildedir:


"Allah'ım, Senden hidâyet ehlinin başarısını, yakîn ehlinin amellerini, tövbe ehlinin öğütleşmesini, sabır ehlinin azmini, haşyet ehlinin ciddiyetini, rağbet ehlinin talebini, verâ ehlinin ibadetini, ilim ehlinin irfânını isterim ki, Senden gereği gibi korkayım. Allah'ım, Senden öyle bir korku isterim ki, o beni Sana isyandan menetsin; tâ ki, Sana itâat ile öyle amel edeyim ki, onunla Senin rızana ereyim; Senden korkarak tövbeyle Sana döneyim; sırf Senin sevgini kazanmak için hâlis nasihat edeyim; her işte Sana güvenip Sana dayanayım; Sana güzel zan besleyeyim. Nûrun yaratıcısı Allah'ı tesbih ederim."
Hâcet duasını okuduktan sonra Allah'tan ihtiyacımızın giderilmesi yolunda dilekte bulunmalıyız. Duaları okurken, çektiğimiz acının tesiriyle tamamen Allah’a yönelmeli, çok samimi bir şekilde yalvarmalı, halimizi düşünerek gözyaşı dökmeliyiz.
Hacet namazının ne zaman, nasıl kılınacağı ve ne okunacağı hususunda kendi halet-i ruhiyenize göre davranabilirsiniz. Bazı sıkıntılar ve istekler anlıktır. Mesela, bir haksızlığa uğradınız, bir eşyanız kayboldu, merak ettiğiniz bir kimseden haber alamadınız, acil yatırmanız gereken bir borcunuz var… Bu durumlarda hemen abdest alıp hacet namazı kılıp dua edebilirsiniz.
Eğer geniş zamana yayılan bir derdiniz veya arzunuz varsa, mesela, üniversite sınavını kazanmak, çocuğunuzun veya eşinizin ıslahını istemek, iyi bir iş bulmak, çok ağır borçlardan kurtulmak, uzun süren bir hastalık için şifa istemek ve benzeri durumlarda yatsı veya teheccüt namazından sonra kılabilirsiniz.
Bilhassa ülkemizin ve İslâm âleminin maruz kaldığı mağlûbiyet ve sıkıntılardan kurtulması, hak ve hakikatin dünyaya hâkim olması için kılınacak hacet namazlarının 40 gün veya daha fazla bir süreye yayılması gerekir.
Hacet namazında etkili olan en mühim unsur kişinin halet-i ruhiyesi, namazının ve duasının kalitesidir. Size acı veren derdiniz yüreğinizi dağlarken, ulaşmak istediğiniz arzunuz her an aklınızdayken, çaresizliğinizi ve kimsesizliğinizi hissettiğiniz anda hacet namazıyla Allah’ın rahmet kapısını çalın. Çünkü, O her şeyin sahibi, yaratıcısıdır, bütün düğümler Onun iradesiyle çözülür, bütün dertlerin dermanı Ondadır, bütün işlerin dizgini Onun kudretindedir, O merhametlilerin en merhametlisidir.
Hacet namazında ve tüm nafile namazlarda, rükûda, rukûdan kalkınca, secdede, iki secde arasında, oturuşlarda tesbih ve tahiyyatı okuduktan sonra Kur’an’daki dua ayetlerini okuyabilirsiniz. Özellikle Kur’an’da geçen peygamber duaları çok önemlidir. Mesela, başta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. Eyyûb, Hz. Yunus, Hz. İbrahim, Hz. Zekeriya, Hz. Yakub, Hz. Yusuf (aleyhimüsselâm) gibi peygamberlerin dualarını okurken, onların hallerini hatırlayarak, duaların manalarını düşünerek, Rabbimizin şefkat ve merhametine sığınırsak duamız kabul olabilir. Yine Kur’an’da “Âmenerresulü”de geçtiği gibi, “Rabbenâ” veya “Rabbî” ile başlayan ayetler dua ayetleri olduğu için bunların manasını düşünerek okuyabiliriz.
Çünkü, Rabbimiz, “De ki: Duanız olmazsa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?”(Furkan:77) buyuruyor. Yine “Dua edin, cevap vereyim” (Mümin:60) diyor. Ayrıca şu ayet duanın namazla desteklenmesini ve birlikte yapılmasını emrediyor:
“Ey iman edenler! Allah’tan sabırla ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara:153)
Demek ki, en başta beş vakit namaz kılarak dua etmek gerektiği gibi, özel durumlar ve olağanüstü sıkıntılarda da o duruma uygun namazlar kılmalıyız. Hacet, tesbih, yağmur, istihare namazları; dua ile namazı birleştiren muhteşem ibadetlerdir.
Biz müminlerin hacet namazı gibi benzersiz bir hazinesi olmasına rağmen hakkıyla değerlendirmiyoruz. Beş vakit namaz kılan birçok kimse hacet namazını ya hiç kılmamış ya da çok az kılıyor. Oysa hacet namazında çektiğimiz acıdan ve taşıdığımız arzudan kaynaklanan bir “acz, fakr ve yakîn” hâli vardır. İnsan bu durumlarda kendisini çok aciz, çok muhtaç, çok kimsesiz, çok çaresiz hisseder. Tam bir huşu, dikkat, iştiyakla Rabbine yönelir. Belki de musibet ve belâların, büyük hedef ve ideallerin mümine bakan en önemli kazancı, insanın bütün zerreleriyle ve duygularıyla Allah’a yalvarmasıdır.
Maalesef yaptığımız bir ankete katılan müminlerin yüzde 47’si “hacet namazını hiç kılmadığını” söylemiştir. (Kaynak: www.namazladirilis.com) Oysa bu insanlar, nice amansız derdi veya kavuşmak istediği bir hedefi için birçok kapıyı çalıyor, birçok sebebe başvuruyor, bir yığın masraf ediyor. Elbette kendine düşen vazifeyi yaparak Allah’a hacet namazıyla yönelmek, muhteşem bir hazineden istifade etmek demektir.

Başkası İçin Hacet Kılınabilir

Kişi kendi adına hacet namazı kılıp dua edebildiği gibi, bir mümin kardeşinin hacetinin gerçekleşmesi için de namaz kılıp dua edebilir. Bu bir dua olduğu için kişi mü'min kardeşinin derdini kendi derdi kabul edip onun için dua edebilir. Bunun dinen bir sakıncası olmadığı gibi, büyük sevap da kazandırır. Çünkü, hadislerde buyrulduğu gibi, “mümin kardeşine dua eden kişiye melekler dua eder”, “kim bir mümin kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir.”
Bilhassa eşiniz, kardeşiniz, anne babanız veya arkadaşınız için hacet namazı kılıp dua edebilirsiniz.
İnşallah kendiniz veya başkası için kıldığınız hacet namazı ve yaptığınız duadan sonra harika sonuçlar göreceksiniz.
Cemil TOKPINAR

10.4.13

Gafil olan insan, kendi vazifesini terk eder,


Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Gafil olan insan, kendi vazifesini terk eder, Allah’ın vazifesiyle meşgul olur. Evet, insan, gafletten dolayı, iktidarı dahilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zayıf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatini kaybetmekle âsi, şakî, hâin adamların partisine dahil olur.

Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi tâlim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silâhını vermektir. Binaenaleyh, erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle-meselâ-iştigal eden bir asker, şakî ve hâin olur. Bu itibarla, insanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebâir, takvâsıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.

Amma gerek nefsine, gerek evlât ve taallûkatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah’ın vazifesidir. Evet, madem hayatı veren Odur. O hayatı koruyacak levazımatı da O verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cem ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttiği gibi, Cenâb-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atâlet, betâlet azabından kurtulsun.

Ey insan! Rahm-ı mâderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana: Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına getirip sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!

Hülâsa: Allah’ı itham etmekle işini terk edip Allah’ın işine karışma ki, nankör âsiler defterine kaydolmayasın. (Mesnevi-i Nuriye-Onuncu Risale)

Bediüzzaman Said Nursi

8.4.13

Ey üzüntüleri gideren, kederlere son veren;


Ey üzüntüleri gideren, kederlere son veren; ey dünyada da, ahirette de Rahman ve Rahîm olan; Muhammed ve âl-i Muhammed’e salat eyle ve benim üzüntümü gider, kederime son ver.
Ey bir; ey tek; ey samed (ihtiyaçlar için başvurulan mutlak gani); ey doğurmamış, doğmamış ve dengi olmayan (yüce Allah)! Beni koru, temizle ve üzüntümü gider.
(Bu arada Ayete’l-Kürsi ile Nâs, Felak ve İhlas surelerini okuyup sonra şöyle de:)
Allah’ım, ben; oldukça muhtaç, gücü az, günahları çok ve senden başka ihtiyacını giderecek, güçsüzlüğünü güçlendirecek ve günahlarını bağışlayacak birini tanımayan biri olarak senden rahmetini dileniyorum.
Ey celal ve ikram sahibi, senden; yapanını sevdiğin bir amel ve emrinin geçerliliği hususunda gerçek yakine sebep olacak bir yakin istiyorum.
Allah’ım, Muhammed ve âl-i Muhammed’e salat eyle ve canımı doğruluk üzere al; dünyadan ihtiyacımı kes (dünyaya ihtiyacım kalmasın); katındakini arzu etmeye ve sana kavuşmaya müştak kıl beni ve gerçek anlamda sana güvenmeyi nasip et bana.
(Allah’ım,) Bu güne kadar yazılmış (mukadder edilmiş) olan en iyi şeyi senden istiyorum ve bu güne kadar yazılmış olan en kötü şeyden sana sığınıyorum. Senden; sana kulluk sunanların korkusunu, yüceliğinin önünde alçalanların ibadetini, sana güvenenlerin (tevekkül edenlerin) yakinini ve sana inananların güvenini (tevekkülünü) istiyorum.
Allah’ım, dileklerime olan rağbetimi, dostlarının dileklerine olan rağbeti gibi; korkumu da dostlarının korkusu gibi kıl. Hoşnutluğun doğrultusunda beni öyle bir amele muvaffak et ki, artık yaratıklarından herhangi birisinin korkusuyla dininden hiçbir şeyi terketmeyeyim.
Allah’ım, işte benim isteklerim! Onlara karşı içimde büyük bir rağbet oluştur; onlardan dolayı beni mazur gör; onları istemek için ileri süreceğim delilleri bana ilham et ve o isteklerde bedenime bağışıklık ver (onlara layık olduğumu sınamak için bedenimi musibetlere duçar etme).
Allah’ım, kim senden başkasına güveni veya ümidi olarak sabahlarsa sabahlasın, ben, tüm işlerde sana güvenerek ve sana ümidim olarak sabahlamışımdır. Şu halde, işlerin sonuç bakımından en iyi olanını benim hakkımda mukadder eyle ve rahmetinle beni saptırıcı fitnelerden kurtar; ey rahmedenlerin en merhametlisi!
Allah, efendimiz olan elçisi Muhammed Mustafa’ya ve onun tertemiz âline salat etsin.
Amin..Amin..Amin...

Zeynelabidin RA

Allah’ım, Muhammed ve âline salat eyle ve kazâna gönül hoşluğuyla razı olmamı sağla;


Allah’ın hükmüne hoşnutluğumun ifadesi olarak, Allah’a hamd olsun. Şehadet ederim ki Allah, kullarının geçimliklerini aralarında adaletle paylaştırmış ve tüm yaratıklarına lütfuyla davranmıştır.
Allah’ım, Muhammed ve âline salat eyle ve beni insanlara verdiklerinle, onları da benden esirgediklerinle sınama; sonra insanları kıskanır, hükmünü yadırgarım.
Allah’ım, Muhammed ve âline salat eyle ve kazâna gönül hoşluğuyla razı olmamı sağla; hükmünün gerçekleştiği hususlarda göğsümü aç; bana, kazân sadece hayır üzere cari olur, dedirtebilecek bir güven ver; benden esirgediklerin için sana şükrümü, bana verdiklerin için olan şükrümden bol eyle. Yoksul biri için aşağılık, servet sahibi biri için de üstünlük düşünmekten beni koru. Çünkü gerçek şeref sahibi, sana itaat edişi sebebiyle şereflenen; gerçek izzet sahibi ise sana ibadet edişi sebebiyle izzet bulan kimsedir. Şu halde, Muhammed ve âline salat eyle ve bizi tükenmeyen bir servetle faydalandır; yitirilmeyen bir izzetle destekle; ebediyet yurduna salıver. Hiç kuşkusuz, sen; birsin, teksin, samedsin (herkes sana muhtaçtır, senin kimseye ihtiyacın yoktur), doğurmamışsın, doğmamışsın ve kimse senin dengin olmamıştır.

Amin..Amin..Amin...

Zeynelabidin RA

Senden Hayrı İstiyorum...


Allah'ım, bildiğin için, senden hayrı istiyorum. O halde, Muhammed ve âline salat eyle ve benim için hayrı mukadder et; iyiyi seçebilme bilgisini bana ver; bunu, bizim için mukadder ettiğin şeye hoşnutluk ve hakkımızda hükmettiğin şeye teslimiyet vesilesi kıl. Kuşkulanma kaygısını bizden uzaklaştır; ihlaslı kullarının yakiniyle bizi destekle. Senin seçtiğini anlayamama aczine düşürme bizi. Yoksa, takdirini küçümser; hoşnutluğunun bulunduğu şeylerden hoşlanmaz; güzel sonucu olmayanı, selamete aykırı olanı seçeriz. Hoşlanmadığımız yargını sevdir bize; güç bulduğumuz hükmünü kolaylaştır bize. Hakkımızda geçerli olan iradene teslimiyeti bize ilham et; böylece öne aldığının gecikmesini, geciktirdiğinin öne alınmasını istemeyelim; sevdiğinden hoşlanalım, sevmediğini seçmeyelim. İşimizi sonuç olarak en övgün, dönüş olarak en saygın olan ile bitir. Hiç kuşku yok, sen, büyük ve değerli nimetler verir, dilediğini yaparsın. Çünkü sen, her şeye kadirsin.

Amin..Amin..Amin...

Zeynelabidin R.A

6.4.13

Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.


hasbunallah ve nimel vekil
hasbunallah ve nimel vekil

Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.

HASBUNALLAHU VE Nİ'MEL VEKİL

"Onlar (o mü’minler) öyle kimselerdir ki, halk kendilerine; 'Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!' dediklerinde,
bu söz onların imanlarını arttırdı ve Allah bize yeter, O ne güzel vekildir! dediler."
(Âl-i İmrân: 3/173) 



"De ki: sizi bu zor durumdan ve bütün sıkıntılardan Allah kurtarır." (Enam Suresi 64 )



"...Her kim de Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu sağlar." (Talak Suresi 2 )



"...Her kim Allah'a tevekkül ederse O ona yeter..." (Talak Suresi 3 )



"...Her kim Allah'tan korkarsa, Allah onun işine bir kolaylık verir." (Talak 4 )


,"...Her kim Allah'tan korkarsa, Allah onun kabahatlerini örter ve mükafatını büyütür." (Talak 5)

"Ey Rabbim! Bana bahşedeceğin her hayıra öyle muhtacım ki." (Kasas 24)


ALLAH’ım, senden (bir şey) istememe üç haslet engel oluyor; bir haslet de senden (bir şey) istemeye itiyor beni.

(Rabbim,) Yerine getirmediğim, getirmekte ağır davrandığım emirlerine, tereddüt etmeden işlediğim yasaklarına ve şükrünü eda etmekte kusur ettiğim nimetlerine bakınca, senden (bir şey) istemeye utanıyorum. 


Sana yönelenlere, hüsnü zanla dergâhına gelenlere olan lütuf ve fazlını görünce de, senden istekte bulunmaya cüret ediyorum. Çünkü, senin bütün ihsanların bir lütuf, bütün nimetlerin karşılıksız bir bağıştır.

Ey mâbudum, şimdi ben, zilletle boyun eğmiş bir halde izzet kapının önünde durmuş, çoluk çocuğu çok, fakr-u zaruret içindeki biri gibi utanarak senden (lütuf ve merhametini) dileniyorum ve itiraf ediyorum ki, bana ihsanda bulunduğun zaman sana karşı gelmemeye gayret etmekten başka bir şey yapmış değilim ve hiçbir zaman da senin lütuf ve fazlından mahrum kalmamışım.



Şimdi ey Rabbim, katında kötü şeyler kazandığımı ikrar etmek, bana bir yarar sağlar mı? 


Çirkin işler yaptığımı itiraf etmek, beni senden (senin azabından) kurtarır mı? 


Yoksa, bulunduğum durum itibariyle gazabını mı hakkettim?! Yoksa seni çağırırken gazabınla mı cevap vereceksin?!


Seni tenzih ediyorum! 


Tövbe kapısını yüzüme açık bıraktıktan sonra senden ümit kesmem. Aksine, günahları büyük, bahtı dönmüş, amel zamanının bittiğini, ömrünün sona erdiğini görüp senden kurtulamayacağını, senden kaçamayacağını anlayınca, tertemiz bir kalple sana dönüp ihlasla tövbe eden, sonra da karşında eğilip bükülerek, başını aşağı salarak, korkudan dizleri titreyerek gözyaşları suratını ıslatmış bir halde kısık bir sesle seni çağıran, sana yalvaran, kendine zulmetmiş, Rabbinin saygınlığını küçümsemiş hakir bir kul gibi; 


“ey merhametlilerin en merhametlisi; ey merhamet arayanların yöneldiği en merhametli zat; ey mağfiret dileyenlerin etrafında dolaştığı en şefkatli Zât-ı Kibriya; 

ey affı cezalandırmasından çok olan; ey rızası gazabından bol olan; 

ey güzel affıyla yaratıklarına minnet koyan; ey kullarını tövbelerinin kabul olacağına alıştıran; 

ey kötülerin tövbeyle ıslah olmalarını sağlayan; ey kullarının az amellerine razı olan; 

ey onların az amellerine çok mükâfat veren; 

ey dualarına icabet etmeyi onlar için tazmin eden ve ey lütfuyla onlara en iyi ödülü vereceğini vaad eden (yüce ALLAH)!” diyerek seni çağırırım, sana yalvarırım. 

Çünkü ben, sana isyan edip de bağışladığın en isyankâr, mazeret gösterip de mazur gördüğün en kötü ve tövbe edip de tövbesini kabul ettiğin en zalim kişi değilim.


Buradan sana yönelerek, kaçırdığı fırsatlara pişman olan; 

devşirdiği günahlardan korkan; 

yaptıklarından utanç duyan; 

senin indinde büyük günahı affetmenin büyük bir şey olmadığını, bunun sana göre kolay bir iş olduğunu, hadsiz hesapsız suçlara göz yumabileceğini bilen ve sana en sevimli kulun; 

sana karşı büyüklük taslamayı terkeden, günahlardan sakınan ve sürekli bağışlanma talebinde bulunan kul olduğunun bilincinde olan biri olarak tövbe ediyorum.

(Ey Rabbim,) Büyüklük taslamaktan, günahlara devam etmekten sana sığınırım. Kusur ettiğim hususlarda senden bağışlanmamı dilerim. Âciz olduğum, güç yetiremediğim konularda senden yardım isterim.


ALLAH’ım, MUHAMMED ve âline salat eyle ve üzerime farz ettiklerini bana bağışla; hakkettiğim cezalandırmalarından beni kurtar; günah ehlinin korktuğu (cehennem azabı)ndan bana güvence ver. Çünkü sen, af ile dolusun; mağfiret için umulansın; bağışlama ile tanınmışsın; hacetimi senden başka kimseden dilemem; günahımı senden başka bağışlayacak olan yoktur. Her türlü eksiklik sıfatından münezzehsin sen. Senden başka kimse bana zarar veremez, senden başka kimseden korkmam. Hiç şüphesiz, sen takva ehlisin; mağfiret ehlisin. 


MUHAMMED ve âline salat eyle ve hacetimi gider, dileğimi kabul et; günahımı bağışla, korkumu güvene çevir. Hiç kuşku yok, sen her şeye kadirsin ve bunlar sana pek kolaydır.


Âmin, ya Rabbe’l-âlemin.



Zeynelabidin (ra)

Amin..Amin..Amin...Ya Müsteân...




5.4.13

Erdem Duası..

Allah’ım! Muhammed ve âline salat eyle ve benim imanımı en kâmil iman, yakinimi en üstün yakin kıl; niyetimi niyetlerin, amelimi amellerin en güzeline ulaştır. Allah’ım! lütfunla niyetimi halis kıl; katındakine (rahmetine) yakinimi doğrult; kudretinle bozulan durumumu düzelt. 

Allah’ım! Muhammed ve âline salat eyle ve beni meşgul edecek sorunların çözümünde bana yet; yarın hesabını soracağın şeylerle uğraştır beni; günlerimi yaratılışımın amacı olan ibadetle geçirmemi sağla; beni zenginleştir; rızkımı bol eyle; rızkı beklemekle beni imtihan etme; beni aziz kıl; kibre duçar eyleme; Sana kul olmaya muvaffak eyle; kulluğumu, ibadetimi ucb (kendinden ve yaptığından hoşlanmak) ile fasit etme; benim elimle insanlara hayır ulaştır; minnet edip de onu batıl etmeme engel ol; yüce huyları bana ihsan et ve övünmekten beni koru.

Allah’ım! Ayıplandığım kötü hasletimi ıslah et; kınandığım çirkin huyumu güzelleştir ve eksik olan güzel sıfatımı tamamla. Allah’ım! Muhammed ve âl-i Muhammed’e salat eyle ve düşmanların bana olan buğzunu muhabbete, zulüm ehlinin hasedini sevgiye, iyilerin kötü zanlarını güvene, yakınlarımın düşmanlığını dostluğa, akrabalarımın kötü davranışlarını iyiliğe, dostların ilgisizliğini yardıma, müdara edenlerin zahirî dostluklarını gerçek dostluğa, muaşeret edenlerin yüz ekşitmelerini güler yüzlülüğe ve zalimlerden korkmanın acılığını emniyet tatlılığına dönüştür.

Allah’ım! Muhammed ve âline salat eyle ve beni; beni aldatana karşı dürüst ve samimi davranmaya; beni terkedene iyilikle karşılık vermeye; benden esirgeyeni bağışla ödüllendirmeye; benimle ilişkisini keseni, ilişkide bulunmakla mükâfatlandırmaya; gıybetimi edene, güzellikle anmakla muhalefet etmeye ve iyiliğe teşekkür edip kötülüğe göz yummaya muvaffak eyle.

Allah’ım! Muhammed ve âline salat eyle ve adaleti yaymada, öfkeyi yutmada, kin ve adaveti söndürmede, ayrılıkçıları birleştirmede, kırgınların arasını bulmada, iyilikleri ortaya çıkarmada, kötülükleri gizlemede, yumuşak huylulukta, alçakgönüllülükte, güzel muaşerette, ağırbaşlılıkta, insanlarla iyi geçinmede, erdemlere doğru koşmada, (her halükârda) iyilik etmeyi yeğlemede, insanların kabahatini yüzlerine vurmamakta, müstahak olmayana bağışta bulunmamakta, güç de olsa hakkı söylemede, çok da olsa iyi söz ve fiillerimi az bulmada, az da olsa kötü söz ve işlerimi çok bulmada salihler gibi olmaya, onların süsüyle süslenmeye, muttakilerin ziynetini kuşanmaya muvaffak eyle beni. İtaatimin devamlılığı, cemaatten ayrılmayışım ve kendi uydurdukları görüşlerle amel eden bidat ehlinden uzak duruşumla da bu sıfatları bende kâmil eyle.

Allah’ım! Muhammed ve âline salat eyle ve bana en bol rızkı yaşlandığım zaman ve en kuvvetli gücü bitkin düştüğüm zaman ver. Beni, Sana kullukta tembelliğe, yolunu bulmakta körlüğe, sevginden başka bir şeyi talep etmeye, Senden uzaklaşanla bir arada olmaya ve Seninle birlikte olandan ayrılmaya müptela etme.

Allah’ım! Beni zor durumda kaldığımda Senin (gücün)le hamle eder, ihtiyacım olduğunda Senden ister ve düşkünlüğümde Sana yalvarır kıl. Beni, zor durumda kaldığım zaman Senden başkasından yardım dilemekle, ihtiyacım olduğu zaman Senden başkasından istemeye tenezzül etmekle ve korktuğum zaman Senden başkasına yalvarmakla sınama. Yoksa, beni yardımsız bırakmanla, ihsanını benden esirgemenle ve benden yüz çevirmenle karşı karşıya kalırım; ey merhametlilerin en merhametlisi.

Allah’ım! Şeytanın kalbime attığı arzu, zan ve hasedi; büyüklüğünü anmaya, kudretin hakkında düşünmeye, düşmanlarına karşı tedbir almaya dönüştür. Onun (şeytanın) dilime akıttığı çirkin ve saçma lafları, ırz sövüşünü, haksız tanıklığı, bir müminin arkasında ettiğim gıybeti, birinin yüzüne karşı ettiğim küfrü ve bunlara benzer şeyleri Senin hamdini dile getirmeye, Seni çokça övmeye, Seni yüceltme çabasına, nimetlerine şükretme gayretine, ihsanını itiraf etmeye, nimetlerini saymaya çevir.

Allah’ım! Dilime, kullarının hidayetine vesile olacak sözleri cari kıl; bana takvayı ilham et; beni en temiz şeye muvaffak et ve en beğenilen işe ata. Allah’ım! beni örnek yola sevket; dinin üzere ölüp, dinin üzere dirilmeyi hakkımda kararlaştır. Allah’ım! Muhammed ve âline salat eyle ve beni ifrat ve tefrite düşmekten koru, itidalli olmaya muvaffak et. Beni dürüstlük ehlinden, doğruluk kılavuzlarından ve salih kullarından kıl. Kıyamette felahı ve cehennemden kurtuluşu bana nasip et. Allah’ım, kurtuluşuma sebep olacak şeyi Kendin için benden al; ıslah olmama vesile olacak şeyi de bırak bana kalsın. Senin koruman olmazsa, hiç şüphesiz ben helak olurum.

Allah’ım! Üzüldüğüm zaman hazırlığım Sensin; mahrum edildiğim zaman ihsanını umacağım Sensin; gamlanıp kederlendiğim zaman imdada çağıracağım Sensin! Kaybedilenin yerini dolduracak; bozulanı düzeltecek ve hoşlanmadığını değiştirecek olan, Senin yanındadır. O halde, beladan önce afiyet, istemeden önce zenginlik, sapıklıktan önce hidayet nimetiyle minnet et bana. Kulların eziyetlerine karşı bana yet; dönüş (kıyamet) gününün emniyetini bana ihsan et ve irşad (doğruya ve kemale iletme) görevini iyice yerine getirmeye muvaffak et beni.

Allah’ım! Muhammed ve âline salat eyle ve lütfunla tüm kötülükleri benden uzaklaştır; nimetinle beni besle; kereminle beni ıslah et; ihsanınla beni tedavi et; rahmetinin gölgesine al beni; rızanla kuşat beni; işler karıştığı zaman en doğrusunu, ameller benzeştiği zaman en temizini yapmaya, yollar çeliştiği zaman en beğenilmişini seçmeye muvaffak et beni.

Allah’ım! Muhammed ve âline salat eyle ve bana ihtiyaçsızlık tacını giydir; beni üstlendiğim görevleri layıkıyla yerine getirmeye muvaffak et; bana gerçek hidayeti merhamet et; zenginlikle azdırma beni; güzel bir yaşantı nasip et bana; yaşantımı zorluklarla dolu bir yaşantı kılma ve duamı geri çevirme. Çünkü ben Senin karşında birini tanımıyor, Seninle birlikte birini çağırmıyorum.

Allah’ım! Muhammed ve âline salat eyle ve Sana ibadette yararlanacağım sıhhat, dünyaya meyilsizlikte faydalanacağım boş vakit, amele dönüştüreceğim ilim ve itidalli olmamı sağlayacak takva ver bana. Allah’ım! Ömrümü affınla sona erdir; emelimi rahmetini ummaya yönelik kıl; rızana ulaşma yollarını benim için kolaylaştır ve bütün hallerimde amelimi güzelleştir.

Allah’ım! Muhammed ve âline salat eyle ve gaflet ettiğim zamanlarda Seni anmak için beni uyar; mühlet verdiğin günlerde (dünya hayatında) beni, Sana itaatte kullan; sevgine doğru düz bir yol göster bana; o yolda yürümekle dünya ve ahiret hayrını tastamam ver bana. Allah’ım! Muhammed ve âline, ondan önce yaratıklarından herhangi birine ettiğin ve ondan sonra herhangi birine edeceğin en üstün salat ile salat eyle. Dünyada bize güzellik ver, ahirette de güzellik ver ve rahmetinle beni cehennem azabından koru.

Amin..Amin..Amin...

Zeynelabidin R.A

22.3.13

"Lâ-uhibbü’l-âfilîn"


Bismillahirrahmanirrahim

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
فَلَمَّاۤ اَفَلَ قاَلَ لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ
لَقَدْ اَبْكاَنِى نَعْىُ (لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِنْ خَلِيلِ اللهِ 

([Yıldız] batıp gidince, [İbrahim] ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ dedi.” En’âm Sûresi, 6:76.)

İbrahim Aleyhisselâmdan sudur ile kâinatın zevâl ve ölümünü ilân eden nây-ı لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ beni ağlattırdı.

فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُؤُنِ اللهِ

Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da o kadar hazindir; ağlattırıyor, güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisî fıkralardır.

لِتَفْسِيرِ كَلاَمٍ مِنْ حَكِيمٍ اَىْ نَبِىٍّ فِى كَلاَمِ اللهِ

İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir hakîm-i İlâhînin Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.

نَمِى زِ يبَاسْت “اُفُولْدَه” گُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ

Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. Çünkü zevâle mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.

نَمِى اَرْزَدْ “غُرُوبْدَه” غَيْب شُدَنْ مَطْلُوبْ

Bir matlup ki gurupta gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın, kalsın!

نَمِى خَواهَمْ “فَنَادَه” مَحٍٍْو شُدَنْ مَقْصُودْ
نَمِى خَواهَمْ “فَنَادَه” مَحٍٍْو شُدَنْ مَقْصُودْ

Bir maksut ki fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü fâniyim. Fâni olanı istemem, neyleyeyim?

نَمِى خَوانَمْ “زَوَالْدَه” دَفْن شُدَنْ مَعْـبُودْ
Bir mâbud ki zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. 

Zevâlden kendini kurtaramayan nasıl mâbud olur?

عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، نِدَاءِ (لآَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِى زَنَدْ رُوحْ

Evet, zahire müptelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevâlini görmekle meyusâne feryad eder. Ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi, لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ  feryadını ilân ediyor.

نَمِى خٰواهَمْ نَمِى خٰوانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرٰاقِى

İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem mufarakati!

نَمِى اَرْزَدْ “مَرَاقَه” إِيْن زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلاٰقِى

Der-akap zevâlle acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez; iştiyaka hiç lâyık değildir. Çünkü zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevâlden gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar.

أَزْاۤنْ دَرْدِى كِرِينِ (لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِى زَنَدْ قَلْبَمْ

İşte, o zevâl-âlûd mülâkatlar, o elemli mecazî muhabbetler derdinden ve belâsındandır ki, kalbim İbrahimvâri لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

دَرْ اِيْن فَانِى بَقَاخَازِى بَقَاخِيزَدْ فَنَادَنْ

Eğer şu fâni dünyada bekà istiyorsan, bekà fenâdan çıkıyor. Nefs-i emmâre cihetiyle fenâ bul ki, bâki olasın.

فَنَا شُدْ، هَمْ فَدَا كُنْ، هَمْ عَدَمْ بِِينْ، كِه اَزْ دُنْيَا “بَقَايَه” رَاهْ “فَنَادَنْ”

Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakikî yolunda feda et. Mevcudatın ademnümâ akıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekàya giden yol, fenâdan gidiyor.

فِكْرِ فِيزَارْ مِى دَارَدْ، أَنِينِ (لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِى زَنَدْ وِجْدَانْ

Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zevâl-i dünyadan hayrette kalıp meyusâne fîzar ediyor. Vücud-u hakikî isteyen vicdan, İbrahimvâri لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ  enîniyle mahbubat-ı mecaziyeden ve mevcudat-ı zâileden kat’-ı alâka edip Mevcud-u Hakikîye ve Mahbub-u Sermedîye bağlanıyor.

بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ ! كِه: دَرْهَرْ فَرْد اَزْ فَانِى دُو رَاهْ هَسْت بَا بَاقِى، دُو سِرِّ جَانْ جَانَانِى

Ey nâdan nefsim! Bil ki, çendan dünya ve mevcudat fânidir; fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezâlin tecellî-i cemâlinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...

كِه دَرْ نَعْمَتْهَا إِنْعَامْ هَسْت وَپَسْ اٰثَارَهَا اَسْمَا بِكِيرْ مَغْزِى، وَمِيزَنْ دَرْ فَنَا اۤنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا

Evet, nimet içinde in’âm görünür, Rahmân’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’âma geçsen, Mün’imi bulursun. Hem, her eser-i Samedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla Müsemmâyı bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını acımadan fenâ seyline atabilirsin.

بَلِى آثَارَهَا گُويَنْد: زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا، وَمِيزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ بِى سَوْدَا

Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Madem şu masnuat elfazdır, kelimat-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy, mânâsız kalan elfâzı bilâpervâ zevâlin havasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.

عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، غِيَاثِ (لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ

İşte, zahirperest ve sermayesi âfâkî malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, böyle silsile-i efkârı hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve heybetinden meyusâne feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem uful edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazî mahbuplardan vaz geçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi.

Sen dahi, biçare nefsim, İbrahimvâri لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ gıyâsını çek, kurtul.

چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا “جَامِى” عَشْقِ خُوىْ:

Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlânâ Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak, ne güzel söylemiş:

يَكِى خَواهْ، يَكِى خَوانْ، يَكِى جُوىْ، يَكِى بِينْ، يَكِى دَانْ، يَكِى كُوىْ
demiştir.HAŞİYE (Yalnız bu satır Mevlânâ Câmî‘nin kelâmıdır.) Yani;

1. Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.
2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.
3. Biri talep et; başkaları lâyık değiller.
4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar.
5. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir.

نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى - هُوَ الْمَطْلُوبُ - هُوَ الْمَحْبُوب ُ- هُوَ الْمَقْصُودُ - هُوَ الْمَعْبوُدُ
Evet, Câmi’, pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksud, hakikî mâbud yalnız Odur.

كِه ”لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُو“ بَرَابَرْ مِيذَنَدْ عَالَمْ

Çünkü bu âlem, bütün mevcudatıyla, muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamâtıyla, zikr-i İlâhînin halka-i kübrâsında beraber لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُو der, vahdâniyete şehadet eder. لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ  ’in açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecazî mahbuplara bedel bir Mahbub-u Lâyezâlîyi gösteriyor. 

(Sözler, On Yedinci Söz)

Bediüzzaman Said Nursi

20.3.13

Baharda 300 bin nebatî ve hayvanî kitap yazılır..


Bismillahirrahmanirrahim

Hem meselâ, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur’âniye yazılmış. Gayet mânidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acîp mecmua, şeksiz, gündüz gibi kâtip ve musannifini kemâlâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. Mâşâallah, bârekâllah cümleleriyle takdir ettirir.

Aynen öyle de, bu kâinat kitab-ı kebîri ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’ân-ı ekber-i âlem, mezkûr misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede—sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya ve mektepte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet geniş mikyaslarıyla ve dürbün gözleriyle—bu kitab-ı kâinatın Nakkâşını, Kâtibini hadsiz kemâlâtıyla tanıttırır, Allahu Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhânallah takdisiyle tarif eder, Elhamdülillâh senâlarıyla sevdirir. 


(Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam)



Bediüzzaman Said Nursi

18.3.13

On Dokuzuncu Pencere



Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp, Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.) sırrınca, Sâni-i Zülcelâl, semâvâtın ecrâmına o kadar hikmetler, mânâlar takmış ki, güyâ celâl ve cemâlini ifade etmek için semâvâtı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle süslendirdiği gibi, cevv-i semâda dahi olan mevcudâta öyle hikmetler ve mânâlar ve maksadlar takmış ki, güyâ o cevv-i semâyı berkler, şimşekler, ra'dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyorve kemâl-i hikmet ve cemâl-i rahmetini ders veriyor.
Ve nasıl zemin kafasını hayvanât ve nebâtât denilen mânidar kelimeleriyle söyleştirip kemâlât-ı san'atını kâinata gösteriyor. Öyle de, o kafanın birer kelimesi olan nebatları ve ağaçları dahi yapraklar, çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak edip, yine kemâl-i san'atını ve cemâl-i rahmetini ilân ediyor; ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi, tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup, dekâik-ı san'atını ve kemâl-i rubûbiyetini ehl-i şuura tâlim ediyor.
İşte, bu hadsiz kelimât-ı tesbihiye içinde, yalnız tek bir sümbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı ifadesine kulak verip dinleyeceğiz; nasıl şehâdet eder, bileceğiz.
Evet, herbir nebat, herbir ağaç pekçok lisân ile Sâni'lerini öyle gösteriyorlar ki, ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara "Sübhânallah! Ne kadar güzel şehâdet ediyor" dedirtirler.
Evet, herbir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi ânında tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir.
Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir.
Ve o mîzan ise, maharet-i san'atı gösteren bir nakş-ı san'at içindedir. Ve o nakş-ı san'at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir.
Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.
İşte, birtek çiçekten böyle bir şehâdet işitsen; acaba zemin yüzündeki Rabbânî bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sâni-i Zülcelâlin vücûb-u vücudunu ve vahdetini ilân ettiklerini işitsen, hiç şüphen ve vesvesen ve gafletin kalabilir mi? Eğer kalsa, sana insan ve zîşuur denilebilir mi?
Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak.
İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, mâsum çocuklar gibi, nesîmin esmesiyle oynaması içindeki latîf ağzını gör.
Nasıl bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neş'e-yi lûtufla tebessüm eden çiçeklerin lisâniyle ve bir cilve-i rahmetle gülen meyvelerin kelimâtı ile ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mîzan;
ve adli gösteren mîzan içinde bulunan dikkatli san'atlar, nakışlar;
ve maharetli nakışlar ve zînetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar;
ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu'cize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zâhir bir sûrette, bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsîn, Mün'im, Mücemmil, Mufaddıl'ın vücûb-u vücudunu ve vahdetini ve cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.

İşte, eğer bütün rûy-i zemindeki ağaçların lisân-ı hallerini birden dinleyebilsen, Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder. (Cumâ Sûresi: 1.) hazînesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın.
İşte ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gâfil!
Bu derece hadsiz lisânlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerîm-i Zülcemâl tanımak istenilmezse, bu lisânları susturmalı. Mâdem ki, susturulmaz; dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan, kurtulamazsın. Çünkü, sen kulağını kapamakla, kâinat sükût etmez, mevcudât susmaz, vahdâniyet şâhidleri seslerini kesmezler; elbette seni mahkûm ederler. (Sözler, 33. Söz, 19. Pencere)
Bediüzzaman Said Nursi

16.3.13

Medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmış


Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır.

Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.

(Mesnevi-i Nuriye, Habbe)

Bediüzzaman Said Nursi

12.3.13

Mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum


Bismillahirrahmanirrahim
Bizlerle pek çok alâkadar bir zât, çok defa dehşetli şekvâ ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum” diye medet istiyor.
Ona yazıyoruz ki: “Bu dünya darü’l-hizmettir; ücret almak yeri değildir. A’mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbi etmek demektir. O amel-i salihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.”
Evet, bu asırda, bir iki mektupta beyan edildiği gibi, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübarek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat olan bir zât dahi, dünyada bir nevi hayat-ı uhreviye ezvâkını istiyor; birinci derecede, dünyada zevk-i hayat onda hükmediyor. (Kastamonu Lâhikası-91)
Bediüzzaman Said Nursi

Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.


Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır.
Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır.
Risale-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtiamiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir. Malûmdur ki, bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu’cizevâri muvaffakiyet ve fütuhat görülecekti.
Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.
Cenâb-ı Hakka şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) olan sedd-i Kur’ânî’nin tezelzülüyle ve Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.
Risale-i Nur’un şakirtleri, böyle bir hâdisede mânevî mücahedeleri, inşaallah zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve a’mâl-i sâlihaya medar olur.
Aziz kardeşlerim, işte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisâta karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i a’mâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemlerle, herbirinin a’mâl-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve âciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyâm-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade “Risale-i Nur talebeleri” ünvanıyla hissedar ediyorum.
Said Nursi
SÖZLÜK:
a’mâl-i saliha : dince makbul olan iyi, güzel ve faydalı iş
amel : iş; dinin emirlerini yapma
amel-i sâlih : dince makbul olan iyi, güzel ve faydalı iş
aziz : çok değerli, izzetli, saygın
biçare : çaresiz
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
dehşetli : korkutucu, ürkütücü
düstur : kural, prensip
elîm : acı veren, üzücü
ezcümle : bu cümleden, meselâ
fesad : bozukluk, karışıklık
fütuhat : fetihler, zaferler
hâdisât : olaylar
hayat-ı içtimaiye : toplumsal hayat
hürmet : saygı
içtinab : kaçınma, sakınma
ifsad : bozma, fesada uğratma
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
inşaallah : Allah dilerse, izin verirse
iştirâk-i a’mâl-i uhrevî : âhirete âit işlerde mânen ortak olma
kast : amaç, hedef
malûm : bilinen
medar : dayanak, sebep, vesile
menfî : olumsuz
merhamet : acıma, şefkat etme
mu’cizevâri : mu’cize gibi
mukabil : karşılık
mukavemet : karşı gelme, direnç
muvaffakiyet : başarı
mücahede : cihad etme, mücadele
mütekabil : karşılıklı
nam : ad
niyet-i içtinab : kaçınma, sakınma niyeti
peder : baba
sedd-i Kur’ânî : Kur’ân seddi
şakirt : talebe, öğrenci
şeriat-ı Muhammediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği din; İlâhî kanun ve hükümler
şükür : nimetlere karşı memnunluk gösterme, Allah’a teşekkür etme
tahribat : tahripler, yıkıp bozmalar
takvâ : Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma
tarz-ı hayat-ı içtimaiye : sosyal hayat tarzı, biçimi
tehâcüm : hücum etme, saldırı
tesirat : tesirler, etkiler
tezelzül : sarsıntı
vâcip : dinî bakımdan yapılması şart ve kesin olan emir
valide : anne
zaman-ı Sahabe : Sahabelerin zamanı
zulmet : karanlık

7.3.13

Bismillahirrahmanirrahim



وَيُمِيتُ Yani, mevti veren Odur. 
Yani, hayat vazifesinden terhis eder, 
fâni dünyadan yerini tebdil eder,
külfet-i hizmetten âzâd eder.
Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:
Sizlere müjde!
Mevt idam değil,
hiçlik değil,
fenâ değil,
inkıraz değil,
sönmek değil,
firak-ı ebedî değil,
adem değil,
tesadüf değil,
fâilsiz bir in’idam değil.
Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından
bir terhistir,
bir tebdil-i mekândır.
Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine
bir sevkiyattır.
Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha
bir visal kapısıdır.
(Mektubat, Yirminci Mektup)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
âzâd : serbest bırakma
Fâil-i Hakîm-i Rahîm : herşeyi sonsuz hikmet ve rahmetle yapan Allah
fenâ : son bulma, yok oluş
firak-ı ebedî : sonsuz ayrılık
hayat-ı bâkiye : devamlı ve kalıcı hayat
hayat-ı fâniye : gelip geçici hayat
in’idam : yok oluş
inkıraz : son bulma
külfet-i hizmet : hizmet yükü
Mevt: Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek
tebdil : değiştirme
tebdil-i mekân : mekân değişikliği

6.3.13

İbadet Kimin İçindir..


Tabiat fikr-i küfrisini terk eden ve imana gelen zat diyor ki:

Elhamdü lillah, benim şüphelerim kalmadı. Yalnız merakımı mucip olan birkaç sualim var.

BİRİNCİ SUAL: Çok tembellerden ve tariküssalatlardan işitiyoruz. diyorlar ki: “Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’an’da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’aniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz’i hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?”

Elcevap: Evet, Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın. İbadet ise, manevi yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nafi ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?” Ne kadar manasız olduğunu anlarsın.

Amma Kur’an’ın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise: Nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için, adi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de, ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevi bir zulüm eder. Çünkü, mevcudatın kemalleri, Sanie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkar eder. O vakit, ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedani ve birer ayine-i esma-i Rabbaniye olan mevcudatı ali makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder, kemalatını inkar ve tecavüz eder.

Evet, herkes kainatı kendi ayinesiyle görür. Cenab-ı Hak, insanı kainat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu alemden hususi bir alem vermiş; o alemin rengini, o insanın itikad-ı kalbisine göre gösteriyor. Mesela, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemal-i neş’esinden gülen bir adam, kainatı neş’eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirane ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkarla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemalatına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.

Hem o tariküssalat, kendi kendine malik olmadığı için, kendi malikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun maliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmaresinden almak için, dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlahiye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.

Elhasıl, ibadeti terk eden hem kendi nefsine zulmeder—nefis ise Cenab-ı Hakkın abdi ve memluküdür—hem kainatın hukuk-u kemalatına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasıl ki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kainatın kemalatını bir inkardır. Hem hikmet-i İlahiyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstehak olur.

İşte bu istihkakı ve mezkur hakikati ifade etmek için, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, mucizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-i belagat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.


Said Nursi / Risale-i Nur Külliyatı / Lem'lalar, "Tabiat Risales