21.4.11

Kâinat kitabının kaderin varlığına olan şehadeti


Allah’ın iki farklı kitabı vardır. Birincisi, kelam sıfatından gelen Kur’an-ı Kerim’dir. İkincisi ise kudret sıfatından gelen kâinat kitabıdır.

Evet, kâinat bir kitaptır. Dünya, bu kitabın sadece küçük bir bölümüdür. Bahar mevsimi, bu kitabın sadece bir sayfasıdır. Her bir nev, mesela bir ağaç cinsi bu kitabın bir satırıdır. O cinsin tek bir ferdi, mesela bir incir ağacı bu kitabın bir kelimesidir. O ağacın meyvesi ise, bu kitabın bir harfidir. Meyvenin çekirdeği ise kâinat kitabının bir noktasıdır ki, bu noktada bütün kâinat yazılmıştır. Başka bir ifade ile okumasını bilenler için koca kâinat, bir noktada özetlenmiştir.

Her iki kitap da, kendilerine mahsus lisanlarla Hakk’ı ve hakikati anlatır. Hatta kâinat kitabı, Kur’an’ın güzel bir tefsiri ve izahıdır. Kur’an’da anlatılan bütün hakikatler, kâinat kitabında göze gösterilmiştir. Âdeta hakikatler tecessüm etmiş, yani vücut bulmuştur. Bizler bu makamda sadece kâinat kitabının, Kur’anî bir hakikat olan kaderin varlığına yaptığı şehadetten bahsedeceğiz.

Şöyle ki: Bu kâinat, kudret kalemiyle yazılmış ilahî bir kitaptır. Atomlar, bu kitabın mürekkebi hükmündedir. Bir binanın inşasında kullanılan maddi kalıplar, içlerine dökülen harcın taşmasına mâni olduğu gibi, kaderin manevi kalıpları da bu âlemde maddeyi ve eşyayı aynı şekilde sınırlandırmış, en faydalı bir şekle sokmuştur. Bu hakikati şu şekilde izaha çalışalım: Elimize aldığımız kalem ve onun içindeki mürekkep emre hazır bir vaziyette beklemekte, ne yazmak istersek kalemin ucundan o dökülmektedir.

Mesela “meyve” kelimesini yazmak istediğimizde, harflerin şekli, sıraları ve büyüklükleri hep takdir ettiğimiz tarzda teşekkül etmektedir. Bu şuursuz mürekkep maddesi ve iradeden mahrum olan kalem, o yazının kâtibi olamayacağı gibi, mürekkebin bir kâtibin zihninde tesbit edilen programa göre döküldüğünü her akıl sahibi rahatlıkla anlayabilir. İşte “meyve” kelimesinin yazılmasında zihnî bir plan ve program esas olduğu gibi, hakiki meyvenin yaratılmasında da Cenab-ı Hakk’ın ilminde takdir edilen şekil ve özellikler esas olmaktadır. Bu misal ile mukayese edersek her bir insan, hayvan, ağaç, yıldız, dağ bir kudret kelimesidir. Kaderin programına göre yazılmış ve yaratılmıştır.

Ya da bahar mevsiminin temsil edildiği bir yağlı boya resmi düşünelim. Bu resimdeki güzellik, ressamın takdirinden, tanziminden gelmektedir. Ressam; o resme koyacağı her şeyi şekli, büyüklüğü, rengi ve resimdeki alacağı yer ile önce zihninde planlamış, daha sonra o programa göre fırçasını çalıştırmış ve resmi yapmıştır.

Aynen bunun gibi, şu kâinat da kudret kalemiyle çizilmiş, rengârenk muhteşem bir tablodur. Fakat bu tablo canlıdır. Güneş’i ışık vermektedir, ağaçlarından gıdalı meyveler dökülmekte, insanları düşünmekte, konuşmakta, yürümektedir. Koyunları ise süt vermekte, toprağından da hayat fışkırmaktadır.

Her şeyi ile cansız olan bir tabloya baktığında, ressamın ilmini ve takdirini aklıyla görebilen ve bu ilmin ve takdirin resimden önce var olduğunu idrak eden bir insan; elbette ki bu hayat dolu kâinat tablosunu seyrettiğinde, her şeyin Allah’ın takdir ettiği bir plan ve programa yani kadere göre yaratıldığını anlayabilir.

O hâlde, bu kâinatta tecelli eden sanat, ilim, hikmet ve rahmet gibi hakikatleri aklıyla seyreden her insan, bu hakikatlerin Cenab-ı Hakk’ın ilahî kaderine, Rabbani plan ve programına dayandığına iman etmek zorundadır.

Kadere iman ve tevekkül

Bazı kimseler tevekkülü tembellik zannederler. Bilhassa batılı kaynaklar, İslam’da tevekkülü kasten böyle göstermekte ısrar etmektedirler. Bu sebepten, kadere iman ve tevekkülü ayrı bir başlık olarak ele almak ve açıklamak faydalı olacaktır.

Tevekkülün manası, Cenab-ı Hakk’ı vekil edinmektir. Kişinin sebeplere yapıştıktan sonra, neticenin yaratılmasını Allah’tan beklemesi ve hakiki tesiri Allah’tan bilmesi tevekkülün esasıdır.

Mesela bir çiftçinin tevekkülü, tarlayı kazdıktan, ekinleri suladıktan ve yapılması gereken diğer işleri yaptıktan sonra meyveyi ve ekini Allah’tan istemesi ve çıkan meyveyi Cenab-ı Hakk’ın malı ve kendisine bir ihsanı olduğunu bilmesidir.

Ya da bir savaşta tevekkül, düşmana karşı en tesirli silahlarla donandıktan ve harp kaidelerine harfiyen uyduktan sonra, zaferi Allah’tan beklemek ve O’na güvenmektir.

Ya da bir öğrencinin tevekkülü, derslerine iyice çalıştıktan sonra, imtihanda kendisini başarılı kılması için Allah’a dayanmasıdır.

Yoksa tarlayı ekmeden, savaşa hazırlanmadan ve derse çalışmadan yapılan tevekkül, İslam’ın emrettiği ve güzel bulduğu tevekkül olmamakla birlikte bu tembellik ve atalettir.

Demek tevekkül, dünyaya ve ahirete ait işlerde, sünnet-i ilahiye denilen kanunlara hakkıyla uymak ve neticeyi Allah’tan beklemektir.

Bediüzzaman Hazretleri de tevekkülü şöyle ifade etmektedir: “Tevekkül, sebepleri bütün bütün reddetmek değildir. Belki sebepleri, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek, sebeplere teşebbüs ise bir nevi fiilî dua kabul ederek, neticeyi yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.”

Biz de tevekkülle ilgili açıklamaları bu tarifin ışığı altında yapacağız. İlk önce “sebep” ve “netice” tabirleri üzerinde kısaca duralım.

Sebep, vasıta ve şart manasına gelmektedir. Cenab-ı Hak, dünyaya ve ahirete ait her neticeyi bir takım şartlara ve sebeplere bağlamıştır. Bu şartların her birine “sebep” denilir. Sebeplere takılan eşyaya ise “netice” denmektedir.

Mesela ibadetler sebeptir; cennet ise neticedir. Koyun sebeptir; süt neticedir. Arı sebeptir; bal neticedir. Veya Güneş, toprak, su birer sebeptir; ağaç ise neticedir. Ya da başka bir açıdan bakıldığında ağaç sebep; meyve ise neticedir.

Sebepleri de, neticeleri de yaratan Allah’tır.

Sebeplerin neticenin yaratılmasında tesirleri olmamakla birlikte, sebepler, Allah’ın kanunları olup bunlara riayet etmeyenler neticelerden mahrum kalırlar.

İşte tevekkül: “Sebeplere riayet ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek, O’na itimat etmek ve O’ndan gelecek her şeyi, arzusuna uysun ve uymasın, rıza ve memnuniyetle karşılamak” demektir.

Nitekim Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde:

“Azmettiğin zaman Allah’a tevekkül et, muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever.”(Al-i İmran:159) buyurmaktadır.

Bu ayetin işaretiyle, ilk önce azmetmemiz ve daha sonra tevekkül etmemiz emredilmektedir. Yoksa çalışmayıp oturarak tevekkül etmemiz emredilmemektedir.

İnsanların bir işi azmetmeleri, itimadı gerektirir. Allah’a güvenmeyen kimse ise ya kendisine ya da sebeplere itimat edecektir. Oysa hem kendisi hem de sebepler son derece âcizdir. Kendisinin ve sebeplerin gayet âciz olması cihetiyle, insan ancak ve ancak, bütün sebepleri yaratan ve o sebeplerin eliyle kendine lütuf ve ihsanda bulunan Allah’a dayanmakla kalben huzur bulabilmektedir.

Cenab-ı Hak, insanı maddesi ve manasıyla bu âlemden süzmüş ve onu kâinat ağacına bir meyve hükmünde yaratmıştır. Bu yaratılış sebebiyle, insanın kâinatla her bakımdan alakası vardır. Hangi işi yapmak istese, önce nefsiyle o işe teşebbüs edecek, daha sonra da bu âlemde kendisine yardımcı olacak sebeplere riayet edecektir. Nefsî teşebbüsle harici sebeplerin bir araya gelmesi, neticeyi Allah’tan istemek için fiilî bir duadır. Neticeyi yaratacak olan ancak O’dur. İşte tevekkül bu noktada başlar.

Buğday elde etmek isteyen çiftçi, tarla ile el ele verir; onu sürer, eker ve sular. Böylece nefsî teşebbüsle birlikte sebeplere de riayet ettikten sonra Allah’a tevekkül eder ve kalp rahatlığıyla buğdayı Allah’tan bekler. Bu misalden anlaşıldığı üzere sadece, insanın teşebbüsü neticenin yaratılmasına kâfi gelmediği gibi, insan teşebbüs etmeksizin tarla, su, tohum gibi sebepler de neticeyi meydana getirememektedirler. Bu, Cenab-ı Hakk’ın bir kanunudur. Ondan buğday isteminin yolu, ferdin o işe teşebbüsü ve sebeplere uymasıdır.

Şimdi İslam’ın tevekkül esasına karşı gelenlere şunu soralım:

Misaldeki adamın, elinden gelen her şeyi yaptıktan ve her şartı yerine getirdikten sonra tevekkül etmeyip evinde bir kış süresince merak ve endişe ile rahatsız olması mı daha iyidir?

Yoksa “Beni benden daha iyi bilen, bana benden daha şefkatli olan Rabb-i Rahim’imden ne gelirse hoştur. Ana rahminde, o karanlık menzilde, beni şefkatle besleyen, dünyaya geldiğimde ise baba ocağını ve anne kucağını benim imdadıma gönderen, dağları madenleriyle, bağları meyveleriyle, denizleri balıklarıyla bana hizmetkâr eden, O Halik-i Rahim, benim için ne takdir ederse onda hayır vardır. Benim kuvvetim ve kudretim gibi, fikrimde kısadır. Hangi azaları almamın hakkımda hayırlı olacağını ana rahminde bilemediğim gibi, hangi neticenin öteki âlemde lehimde olacağını da bu âlemde bilemiyorum. O hâlde O’na tevekkül ve itimat ediyorum^.” deyip neticeyi sabır ve rıza ile beklemesi mi daha hayırlıdır?

Veya bir hastanın, doktorun verdiği ilaçları kullandıktan sonra Allah’a tevekkül ederek, sabır içinde şifa talep etmesi mi, yoksa tevekkül etmeyerek neticeyi aşırı bir merakla beklemesi ve manen perişan bir vaziyete düşmesi mi daha iyidir?

Kur’an-ı Kerim’in her emri ve nehyi gibi, tevekküle teşviki de insanlara dünya ve ahiret saadeti bahşetmektedir.

Bir mümin kendi iktidarı dâhilinde olan bütün imkânları kullandıktan ve bütün şartları yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’tan bekler. Eğer netice kendi arzusu istikametinde olursa Cenab-ı Hakk’a şükreder. Aksi istikamette tecelli ederse “Rabbim bana, benden daha şefkatlidir, benim iradem gibi şefkatim de cüz’idir. O hâlde O nihayetsiz rahmet sahibine tevekkül ediyorum. O’ndan gelen her şey güzeldir. O’nun verdiği dert de derman olur.” diyerek hem huzurunu muhafaza eder, hem de ahireti için mühim bir hayır kazanmış olur.

Bu hakikate arif olan mümin şöyle der: “Ya rabbi, benim irade ve arzu ettiğimi bana ihsan buyurursan sana hamd ve şükrederim. Eğer arzu ettiğimin aksini tecelli ettirirsen, senin irade buyurduğunu memnuniyetle kabul eder ve onu benim arzumdan bin kat daha fazla rızayla ve neşeyle karşılarım.”

Musibetlerin kader açısından bazı hikmetleri

Hayatın çeşitli safhalarında insanların maruz kaldığı bela ve musibetlerin altında, insan idrakinin kavramaktan âciz kaldığı birçok hikmetler gizlidir.

Nitekim Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’in’de şöyle buyurmaktadır:

“Sizin için hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)

Bela ve musibetlerin takdirinde kader hakiki sebeplere bakar ki, bu meseleyi daha önce izah etmiştik. Hakiki sebeplerin arkasında da rahmet, adalet ve inayet gizlidir. Bu makamda söz konusu hakiki sebeplerden beş tanesine kısaca işaret edeceğiz:

1- Bazı musibetler, kulların geçmişteki hatalarının neticesidir. Bu musibetler tamamen insanların ihmallerinden, hata ve kusurlarından doğmaktadır. Gerekli tedbirleri almayan insanın hastalanması, tartıda hile yapan bir toplumun kuraklık ile cezalandırılması gibi… Musibetlerin bu sebebi Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:

“İnsanların bizzat kendi işledikleri günahlar yüzünden karada ve denizde fesat meydana geldi. Allah işledikleri günahların bir kısmının cezasını dünyada onlara tattırır ki, belki tuttukları kötü yoldan dönerler.” (Rum :41)

“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzündendir. Bununla beraber Allah çoğunu da affeder.” (Şura :30)

2- Bir kısım musibetler, gelecek belaları def eder veya onların şiddetlerini kırar. Büyük musibetlerin önüne set olan bu gibi musibetler, gerçekte Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır.

Musibetlerin bu sebebi de Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın azaptan tattıracağız; olur ki imana dönerler.” (Secde: 21)

3- Musibetler, hayatı yeknesaklıktan kurtarmakla nimetlerin takdirine vesile olurlar.

Zira “Her şey zıddıyla bilinir.” kaidesiyle; sıcak olmasa soğuk, gece olmasa gündüz, açlık olmasa tokluk bilinemezdi. Aynen bunlar gibi, hayat devamlı rahat ve sefa ile geçseydi, o zaman, bu rahat ve sefa nimeti de bilinemezdi. Hasta olmayan, sağlık nimetini, fakir olmayan, zenginlik devletini, depremde evi yıkılarak evsiz kalmayan, evinin kıymetini hakkıyla takdir edemez. İşte musibetler bu açıdan da kişiye, elindeki nimetlerin kıymetini bildiren bir mihenk taşıdır. Yani musibetler; sıhhatin ve diğer nimetlerin önemini ve kıymetini insana fiilen ders veren mürşitlerdir.

Aynı zamanda musibetler insanı manen ve madden kemale ulaştırır. Hayat şartlarına karşı mukavemetini ve sabır kuvvetini geliştirir. Musibetlerin bu ciheti de Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır.

4- Bu dünya bir imtihan yeridir. İmtihanın bir ciheti de, insanların ilahî takdire rıza ve teslimiyet derecelerinin ölçülmesidir. Bu ise ancak bela ve musibetlerle olabilir.

Peygamber Efendimiz’in şu hadisi bu manayı şöyle ifade etmektedir: “Allah-u Teala şöyle buyurmuştur:

“Ben, bir Allah’ım ki, benden başka ibadete müstahak kimse yoktur. Muhammed (s.a.v.) benim Resul’ümdür. Bir kimse benim verdiğim hükümlere razı olur, belalarıma sabreder ve nimetlerime şükrederse onu sıdıklar defterine yazarım. Kıyamet günü sıddıklarla haşrederim. Ve bir kimse, benim verdiğim hükümleri beğenmez, belalarıma sabretmez ve nimetlerime de şükretmezse benim kapımdan başka kapı arasın!”

5- Musibetler, günahkâr bir müminin günahlarına kefaret olur. Halis kullarının da makamlarını yükseltir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu manaya şöyle işaret etmiştir:

“Mümine gelen her musibetle, hatta ayağına bir dikenin batmasıyla da, Allah onun hatalarını döker.”

Bir diken batmasının dahi, müminlerin günahlarından bir kısmını döktüğü dikkate alındığında, diğer hastalık ve musibetlerin ne kadar azim, rahmet ve inayetlere vesile olacağı elbette daha iyi anlaşılır.

Bizler bu makamda “musibetlerin ve hastalıkların insanlara niçin musallat oldukları” meselesinde bu kadar izah ile yetineceğiz. Eğer musibet ve hastalıklara, Allah’ın rahmetinin ve şefkatinin niçin ve nasıl müsaade ettiğini ve bu konunun bütün detaylarını öğrenmek isterseniz Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri’nin Mektubat isimli eserinden, 24. mektuba müracaat edebilirsiniz.

Son olarak şunu da ifade edelim ki: Her musibetin altında Erhamürrahimin olan Allah’ın inayetinin çok tatlı meyveleri bulunmaktadır. Bu sebeple bizler musibetlere karşı sabır ve şükürle mukabele etmek, âcizliğimizi ve zayıflığımızı düşünerek dergah-ı İlahiyyeye iltica etmek ile mükellefiz. Musibetleri rıza ile karşılamak, Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmanın en önemli bir vesilesidir. Bir kul o rızaya nail olma şerefine ererse, çektiği bütün meşakkatler ve uğradığı bütün musibetler hiç hükmünde kalır.

Kalplerin mühürlenmesi açısından kader

Allah-u Teâlâ, Bakara suresinin altı ve yedinci ayetinde, Efendimiz’e hitaben şöyle buyurmaktadır:

“Sen inkâr edenleri korkutsan da korkutmasan da birdir. Onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Ve gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”

Bu ayet-i kerimeyi, sathi bir anlayışla ele alan bazı kimseler: “Allah bu kişilerin kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Bunlar nasıl iman ve ibadet etsinler, hakikatleri nasıl görsünler ve nasıl işitsinler?” demektedirler.

Hâlbuki meseleyi, Allah’ın ezeliyeti ve “İlmin maluma tabi olması kaidesi” çerçevesinde ele alan bir insan için, böyle bir iddia çok yersizdir.

Evvela, ayet-i kerimenin ifadesinde “inkâr etme” fiili insanlara, mühürleme ve perde çekme fiilleri ise Allah’a hamledilmiştir. Demek insan inkârı kendi tercih etmekte ve bunda ısrar etmekte, bunun neticesi olarak da Allah kalbini mühürlemektedir.

İman etmezler manasını ifade eden ??? ??????????? dan sonra, mühürlendi manasını ifade eden ?????? tabirinin gelmesi, mühürlenmenin sebebini açıkça göstermektedir. Yani onlar iman etmediler ve kalplerinin mühürlenmesi ile cezalandırıldılar.

Bilindiği gibi ihtiyari fiillerde, Cenab-ı Hakk’ın külli iradesi, kulun cüz-i iradesine tabidir. Yani kul, neyin yaratılmasını isterse Allah onu yaratır. Burada da inkâra insanlar sapmakta, inkârlarının bir neticesi olarak da kalplerini ve kulaklarını Allah mühürlemektedir.

Bu hakikati, şu misal ile anlayabiliriz:

Belediye zabıtalarının, fırınları teftiş ettiğini ve fırınların sağlıklı üretim yapıp yapmadıklarını kontrol ettiklerini farz ediyoruz. Zabıtalar, birçok temiz ve kanunlara uygun üretim yapan fırını gezdikten sonra, son derece pis içinde böceklerin yuva yaptığı ve son derece sağlıksız koşullarda üretim yapan bir fırına girmiş olsunlar.

Belediye memurlarının burada yapacağı iş, üretim yapmaya elverişli olmayan bu fırını kapatmak ve mühürlemektir. Acaba zabıtalar fırını mühürlediğinde, fırın sahibi diyebilir mi ki: “Fırınımı zabıtalar mühürledi, ekmek çıkaramama suçum onlara aittir.” Elbette diyemez. Evet, fırını zabıtalar mühürlemiştir. Bu doğrudur, ancak fırının mühürlenmesine sebep olacak işleri kendisi işlemiştir. Fırınını temizlememiş ve sağlık şartlarını yerine getirmemiştir. Yani zabıtaların mühürleme fiili, fırıncının kötü ahlakına bağlıdır. Eğer fırıncı dükkânını temiz tutsaydı bu mühürleme olmayacaktı. Zaten zabıtalarında fırıncılara bir garezi yok, zira birçok fırın mühürlenmemiş bir şekilde işlerini yapmaktadır.

Peki, bu mühür kalkar mı? Elbette kalkar. Eğer fırıncı hatasını anlayıp fırınının mühürlenmesine sebep olan şeyleri yok ederse, mühür kırılır ve fırın tekrar çalışmaya başlar. Sözün özü: Fırını her ne kadar zabıtalar mühürlemiş olsa da suçlu ve sorumlu fırıncıdır.

Aynen bunun gibi, fırıncı hükmünde olan insan da fırını olan kalbini; küfür, şirk, günah, isyan gibi kirlerden temizlemediği takdirde, Allah onun fırınını yani kalbini mühürleyecektir. Ve mühürlenmiş bir fırından ekmeklerin çıkamayacağı gibi, mühürlenmiş bir kalpten de iman, muhabbet, marifet gibi olgular çıkamaz. Eğer kul kendi hatasını anlayıp af ve nedamet dileyip kalp fırınını temizlemeğe çalışırsa, bu sefer mühürler kırılır ve artık o kalp imanın, muhabbetin ve marifetin menbaı olur.

Nitekim Allah-u Teâlâ, Kehf suresinin 55. ayetinde şöyle buyurmuştur:

“Kendilerine hidayet geldikten sonra, onları imandan ve Rablerine karşı af dilemekten hiçbir şey menetmedi.”

Cenab-ı Hakk’ın, insanın nefsinde ve kâinatta sergilediği nihayetsiz lütuf ve ihsanları imanın nuru ile görülür. Başta küfür olmak üzere günahlar ve isyanlar bu seyre perde olurlar. İnsan günah ve isyana devam ettikçe Rabbi ile arasındaki perdeler kalınlaşır. Bir insan işlediği günahlara tövbe ederek, mahcubiyetini huzura çevirmediği takdirde, nefsinin hükmetmesiyle kalbine iman nuru yerine; gurur, riya, şehvet ve en nihayette küfür yerleşir. Bu hâl ise onun kör olmasına ve netice olarak kalbinin mühürlenmesine yol açar.

Yoksa Allah-u Teâlâ, iman ve salih amel üzere bulunan bir insanın kalbini mühürlemez.

Demek küfür yolunda yürüyen kimseler, kâinatta Allah’ın varlığına, birliğine, rahmet ve keremine şehadet eden sayısız delilleri okumamakla ve nihayetsiz sedaları işitmemekle, kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesine ve gözlerine perde çekilmesine kendileri sebep olurlar.

www.ilmedavet.com

21.1.11

Güzel gören güzel düşünür.Güzel düşünen hayatından lezzet alır.

-Güzel gören güzel düşünür.Güzel düşünen hayatından lezzet
alır.(Mektubat)


-Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz
değil.(Mektubat)


-Kâinatta en yüksek hakikat imandır,imandan sonra namazdır.
(Sözler)


-Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde,
fani dünyada bıraktığın eserlere kıymet verme.
(Mesnevi-i nuriye)


-Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona
sarfediyorsun.(Sözler)


-Evet ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde(gelecekte ola-
cak değişimler içerisinde) en gür sada İslamın sadası olacaktır.
(Sünuhat)


-Zaman ihtiyarladıkça, Kur'an gençleşiyor; rumuzu(sırlı hakikat
leri) tavazzuh ediyor (ortaya çıkıyor).
(Mektubat)


-İbadetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yanlız emre-
dildiği için yapılmasıdır.(İşaret'ül i'caz)


-Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.Öyle ise,nefsim-
den başlarım.(Sözler)


-Evet her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek
doğru değil.(Hutbe-i Şamiye)


-Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekatda İslamın
kantarası yani köprüsüdür.Demek birisi dini, diğeri asayişi
muhafaza eden ilahi iki esastır. (İşaret'ül i'caz)


-Zekat vermeyenin herhalde elinden zekat kadar bir mal çıkacak;
ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet
gelip alacaktır.(Mektubat)



-En bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini
dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye
için bozmasın, mâlâya'ni(faydasız) şeylerle ömrünü telef etmesin;
kendini misafir telakki edip misafir hane sahibinin
emirlerine göre hareket etsin. (Mektubat)


-Dünya bütün gösterişiyle ahirete nisbeten bir zindan hükmündedir.( Sözler)



-Her şey kader ile takdir edilmiştir.Kısmetine razı ol ki, rahat
edesin.(Mesnevi-i Nuriye)


-İnsanda büyüklüğün ölçüsü küçüklüktür, yani tevazudur.
Küçüklüğün tartısı büyüklüktür, yani tekebbürdür.
(Mektubat)


-Evet Allah'ı (c.c) tanımayanın dünya dolusu bela başında vardır
Allah'ı (c.c) tanıyanın dünyası nurla ve manevi sürurla doludur.
(Lem'alar)



-İnsan acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve kul olur.
(Sözler)


"Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan; hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz olabilirsin."


"Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz"


"İmana gel ki, elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selamette kalasın"


"İnsan ebed için yaratılmıştır. Onun hakiki lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u edebiyedir."


"Ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor."



"Dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi: dar-ı saadette edebi bir gençliktir."


"Allah'a hakiki abd olan, başkalarına abd olamaz."


"Görünmemek olmamaya hüccet olmaz "


"Küçük şeyler büyük şeylere merbuttur"


"Beğendiğin şeyde ifrat etme"


" İnadın gözü meleği şeytan görür "
Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalble sanem-misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler bahsimizden hariçtir.)
Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına mufarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun..


.....................

Ey nefsim!

Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gâye-i maksad yapsan ve ona dâim çalışsan, en ednâ bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun.

Eğer hayat-ı uhreviyeyi gâye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesîle ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan, o vakit hayvanâtın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakkın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.
İşte sana iki yol. İstediğini intihab edebilirsin. Hidâyet ve tevfîkı Erhamü'r-Râhimînden iste. ..
.....

Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.

Mektubat


Aklı başında olan insan ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.Zira dünya durmuyor gidiyor,insan da beraber gidiyor...(Mesnevi-i Nuriye)


DÜNYA FANİDİR BİNLER SENE YAÞAMAK OLSA BAKİ OLAN HAYAT-I UHREVİYENİN YANINDA HİÇ ENDER HİÇ MESABESİNDEDİR. FAKAT FANİ OLMAKLA BERABER BAKİ HAYATIN BAKİ MEYVELERİNİ VERECEK BİR MEZRASIDIR.


"Şu âlem, çendan, fânîdir; fakat ebedî bir âlemin levâzımâtını yetiştiriyor.

Çendan, zâildir, geçicidir; fakat bâkî meyveler veriyor, bâkî bir Zâtın bâkî esmâsının cilvelerini gösteriyor.

Ve çendan, lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahmân-ı Rahîmin iltifatâtı, zevâlsiz, hakiki lezzetlerdir.

Elemler ise, sevap cihetiyle mânevî lezzet yetiştiriyor. Mâdem meşrû daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safâlarına, keyiflerine kâfidir; gayr-i meşrû daireye girme.

Çünkü, o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakiki ve dâimî lezzet olan iltifatât-ı Rahmâniyeyi kaybetmeye sebeptir."

İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi İmân ve duâdır.