“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
174 - *MEB'US-U ÂLEM* *(A.S.M)*
Anlamı: Bu âleme gönderilen,
âlemin vekili olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
*Bismillâhirrahmânirrahîm*
Her türlü noksan sıfatlardan yüce
olan Allah’ın adıyla.
Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd
ile tesbih etmesin. İsrâ Sûresi, 17:44.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi
ebediyen, dâima üzerinize olsun.
Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim;
Evvelâ: Medresetü’z-Zehra erkânlarının arzularıyla verilen bir dersin bir
hülâsasını sizlere de söylemeyi münasip gördük. O dersin mevzuu da, umum kâinat
mevcudatı hesabına Mirac gecesinde, Fahr-i Kâinat ve Netice-i Hilkat-i Âlem
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, huzur-u İlâhîde nev-i beşerin, belki umum
zîhayat, belki umum mahlûkat namına, selâm yerinde, “Bütün tahiyyeler, bütün mübarek şeyler, bütün salâvat
ve duâlar ve bütün kelimat-ı tayyibe Allah’a mahsustur.” demesi; ve içinde bir
küllî mânâ bulunduğundan bütün ümmet hergün çok defa namazlarında zikretmesi
ile; ve ehl-i iman içinde, herbir mertebe sahibinin bir hissesi içinde
bulunduğu; ve bundan evvel Hüve Nüktesinin haşiyesinde, radyo vasıtasıyla hava
unsurunun harika mu’cizât-ı kudreti göstermesi cihetinde kalbe ihtar edildi ki:
“Bir ehl-i iman, ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi netice
verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdetâ
kendi hususî dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi, kendi hususî dünyası kadar
bir mükâfat alacağı işârât-ı Kur’âniyeden anlaşılır” diye, Hüccetü’z-Zehra’nın
ikinci makamında, ilm-i İlâhî mebhasinde “Tesbihler, hayat hediyeleri, fıtrî
ibadetler; mübarek şeyler, tebrik ve berekete sebep olan yaratıklar” ilâ
âhire’nin küllî mânâları ruhuma gelip, öylece teşehhüdde; “Tesbihler, hayat
hediyeleri, fıtrî ibadetler.” derken, birden
hayalime hususî dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört
küllî dil oldular. Herbir dil, milyarlar, hattâ trilyonlar, katrilyonlar
adedince “Bütün tahiyyeler, bütün mübarek
şeyler, bütün salâvat ve duâlar ve bütün kelimat-ı tayyibe Allah’a mahsustur.”
kelimelerini lisan-ı hal ile
söylüyorlar; hayalen gördüm.
Bu unsurlardan “toprak” unsuru bir
dil olarak, bütün zîhayatların herbiri bir kelime-i zîhayat olup “Tesbihler,
hayat hediyeleri, fıtrî ibadetler.” derler. Çünkü herbir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe
olabilir bir vaziyettedir. O halde, herbir avuç toprakta, ya bütün beşerin
meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince mânevî küçücük mikyasta
fabrikalar herbir avuç toprakta bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız...
Veyahut bir Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle
olacak. Demek toprak unsuru, bütün eczasıyla ve zerratıyla bu mazhariyet için
hadsiz “ettayyibatilillah” der.Yani, ezelden ebede kadar bütün
zîhayatların hayat hediyeleri Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda hastır.
Sonra herkesin hususî dünyasındaki
gibi, benim de hususî dünyamın ikinci unsuru olan “su” unsuru dahi, küllî bir
lisan olarak bütün zerratıyla, hususan zîhayatların menşelerine ve yaşamalarına
hizmetleri noktalarında, trilyonlar, katrilyonlar adedince “ el mübarekatü ” kelime-i
mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor. Çünkü, suyun katrelerinin
gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların
intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acip ve
güzel ve harika o küçücük mahlûkların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve
mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile “Bârekâllah”
dediren ve hadsiz “Bârekâllah, mâşaallah” dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o
mübareklerin o vaziyetleri, o su unsurunun herbir zerresinin binler Eflâtun
kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır.
Bu ise, suyun zerratı adedince muhaldir. Öyleyse, bir Kadîr-i Zülcelâlin ve bir
Rahmân-ı Rahîmin hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o
mübareklerin, o hadsiz mu’cizâta mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince
“el mübarekatü “kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlûkat
namına, Miraç gecesinde, Netice-i Hilkat-i Âlem olan Peygamberimiz
Aleyhissalâtü Vesselâm, “el mübarekatü lillah “ demiş. Yani, bütün bu medar-ı tebrik ve mâşaallah ve
barekâllah dediren bütün hâletler ve san’atlar Zat-ı Zülcelâlin kudretine
mahsus olduğundan, bütün o hadsiz “el mübarekatü lillah “ları Cenâb-ı Hakka
huzuru ile hediye ediyor.
Sonra, herkesin hususî dünyasındaki
“hava” unsuru dahi bir hüve kadar, herbir avuç havadaki herbir zerre, mazhar
oldukları santrallık, âhize ve nâkılelik vazifeleri içinde bütün duaları ve
salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden “esselavatülillah” cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için, hava
unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar, belki
kentrilyonlar adedince söyleyerek Sânilerine, Hâlıklarına takdim ettiklerinden,
onların namlarına o küllî mânâ ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenâb-ı
Hakka “esselavatülillah” diye takdim etmiştir. Yani, “Bütün dualar ve
ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar,
Hâlık-ı Külli Şeye mahsustur.”
Çünkü Hüve Nüktesinin haşiyesinde
denildiği gibi, ya, hüve kadar bir avuç havanın herbir zerresi, umum dilleri
bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın uzak herşeyi işitecek ve
her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan
görecek bir kudret-i mutlaka ve irade-i tâmmeye mâlik olacak. Bu ise hava
zerreleri adedince muhal olmasından, elbette ve elbette şüphesiz ve kat’î bir
zaruretle, o zerrelerin herbiri, Sâni-i Hakîmi bütün sıfâtıyla gösterip şehadet
eder. Âdeta küçük bir mikyasta, âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.
Demek zerrat-ı havaiye adedince
salâvatları ifade eden, Mirac-ı Ahmedîde Aleyhissalâtü Vesselâm“esselavatülillah”
denilmiştir.
Sonra “ettayyibat “kelime-i tayyibe
söylendiği vakit, birden “nar” ile “nur” unsuru, yani hararetli ve hararetsiz
maddî ve mânevî nur unsuru bir küllî dil olarak, hadsiz ve nihayetsiz bir
surette lisan-ı hal ile, hadsiz dillerle “ettayyibatülillah”diyor.
Yani, bütün güzel sözler, güzel
mânâlar, harika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen
ezelî Esma-i Hüsnânın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak
bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlûkatın görünen güzellikleri ve
ehl-i imanın imanlarından neş’et eden güzel sözler, hamdler, şükürler,
tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler “Güzel sözler Ona yükselir.” Fâtır
Sûresi, 35:10. sırrı ile Arş-ı Âzam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve
dünyanın üç adet yüzünden gayet güzel olan esmâ-i İlâhiyeye âyinelik eden birinci
yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler; ve dünyanın âhiret tarlası olan
ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve mânevî meyveler ve güzellikler,
tamamıyla, Ezel-Ebed Sultanı Kadîr-i Zülcelâle mahsustur diye, nar ve nur
unsurunun bu küllî diliyle bu küllî ubudiyeti, Mâbud-u Zülcelâle takdim etmek
mânâsında olarak, Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm, umum mahlûkat hesabına “ettayyibatülillah”
demiş.
Çünkü maddî ve mânevî nur unsuru,
mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber, hem ayrı ayrı Zât-ı
Vâcibü’l-Vücuda işaret ve şehadet ettikleri milyarlar nümuneleri var.
Evet, nur ve nar unsuru toprak, hava
ve mâ unsurları gibi gayet kat’î ve bedihî ve zarurî bir surette o nümunelerle
gösteriyor ki, bütün esbap yalnız bir perdedir. Bütün icatlar ve tesirler Zât-ı
Kadîr-i Zülcelâlindir. Çünkü, nur, aynen vücut ve hayat gibi, kudret-i
İlâhiyenin perdesiz, bizzat mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zahirî
hiçbir cihette perde olmadığından, vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gayet
cüz’î ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder
ki, Hüve Nüktesi haşiyeleriyle bunu gayet kısaca ispat ediyor. İşte milyarlar
nümunelerinden iki küçük nümunesinden:
Birisi: Mânevî nurun, ilim sûretinde
beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’îsi, tırnak kadar kuvve-i hafızaya malik
bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde
üç saat meşgul olarak, hafızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam
edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını
tahrik eden ve ona hoş gelen mânâları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları, o
tırnak kadar kuvve-i hafızanın sahifesinde, istediği vakitte müracaat edip bir
büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün
istediklerini mevcut ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.
İşte bu tırnak kadar kuvve-i
hafızanın, bahr-i umman gibi bir vüs’ati ve güneş gibi bir ihatalı nuru ve bir
ziya-yı mânevîsi ve zemin yüzü kadar geniş sahifeleri olmazsa bu hal olamaz. Bu
ise yüz binler derece muhal muhal içinde ve imkânsız olduğundan, elbette ve
elbette bu küçücük tırnak kadar hafıza, Levh-i Mahfuz bir sahife-i kader ve
kudreti olan Alîm-i Mutlakın, ilim ve hikmet ve kudretiyle, o Levh-i Mahfuzun
bir nümunesini beşerin kafasında halk eylemesine kudsî bir şehadet eder.
İkinci cüz’î ve küçücük bir
nümunesi: Elektriktir. Bir adam, elektrik lâmbasının acip vaziyetini tetkik
etmiş. Bakıyor ki, yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki ve demir ve ip
tellerdeki zerreler ve maddeler camid, şuursuz, hareketsiz oldukları halde,
yalnız gayet cüz’î bir temas neticesinde, on kilometre yeri dolduran karanlık
derhal gider ve yerini, yarım saniyede dolduran bir nur vücuda gelir. Bu gözle
görünen karanlığın birden kaybolması ve yine gözle görünen o zulmet kadar nurun
vücuda gelmesi elbette bir hayal değil.
Ya o temas eden camid, şuursuz
zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber, birden
yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip nurları
dolduracak. Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyunlar toplansalar, bunu
bir sofestaîye de kabul ettiremezler. (HAŞİYE : Yalnız aldatmak için bazı derin
ve ehemmiyetli hakikatlere bir isim takip güya o hakikat anlaşılmış gibi
âdileştiriyorlar. Meselâ; “Bu elektrik kuvvetiymiş” deyip, o ince ve derin
hakikati ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Halbuki, kudretin o mu’cizesinin
hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde, birtek isim takmakla, o
hakikati ve o küllî hikmeti gizleyip, gayet küçük ve basit bir perdesini yerine
ikame ederek, o mu’cizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum
tabiata isnad edip, Ebu Cehil’den daha echel bir dereceye düşüyorlar. İşte,
İrade-i İlâhiyenin nâmuslarının ünvanları olan âdetullah kanunlarının birisine
beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine “elektrik” namını
verip, tenvirdeki harika mu’cize-i kudreti âdileştirmekle ve malûm birşeymiş
gibi “elektrik kuvveti” diye bir isim takmakla, bunun gibi çok harikulâde
mu’cizât-ı Kudret i İlâhiyeyi cahilâne âdileştiriyorlar.)
Veyahut bütün kâinata hükmü geçen ve
bütün nurlar, onun Nur isminden feyz alan ve Nure’n-Nur ve Hâlıka’n-Nur ve
Müdebbire’n-Nur olan Kadîr-i Zülcelâlin ve Allâmü’l-Guyûbun ve Alîm-i Mutlakın
kudretiyle ve hikmetiyle olacak. İşte bu iki nümuneye kıyasen hadsiz nümuneler
var.
İşte “ettayyibatülillah” bütün
kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve
hayırları ve kemâlâtları Zât-ı Zülcelâle nur unsuru diliyle kâinat takdim
ettiği gibi, netice-i hilkat-i kâinat ve sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm dahi, namlarına mebus olduğu kâinattaki bütün mevcudat
hesabına, Miraç gecesinde o küllî mânâ ile “ettayyibatülillah” demiş.
Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü
Vesselâm biadedi zerrâti’l-enâm) bu dört kelimât-ı cemileyi selâm yerinde
söyledikten sonra -Risâle-i Nur’da izah edildiği gibi- Cenâb-ı Hak “Ey
Peygamber, Allah’ın selâmı üzerine olsun.” demesiyle, bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve mânevî emir ve ferman
ve kabul hükmünde mukabele etmiş.
Birden Peygamber “Bize ve Allah’ın
salih kullarına selâm olsun.” demekle, o
kudsî selâmı hem kendine, hem ümmetine, hem bütün kendinden evvelki emsallerine
tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip, bütün mahlûkatın
meb’usu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş…………………….Emirdağ
Lahikası
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
… Ümmeti ise her namazda “Ey
Peygamber, Allah’ın selâmı üzerine olsun.” demeleri, o selâm-ı İlâhîdeki emir ve fermana bir imtisaldir. Hem ona karşı
biat etmektir. Ve hergün biatını, yani memuriyetini kabul ve getirdiği
fermanlara itaatlerini tecdit ve tazelemektir. Hem, risaletini bir tebriktir.
Hem, umum âlem-i İslâm hergün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye
müjdesine karşı bir teşekkürdür.
Evet, her insan, kendi vücudunun
mahvolmasıyla müteellim olduğu gibi, hanesinin harap olmasıyla da elem çekiyor.
Ve vatanının bozulmasıyla gayet müteessir oluyor. Ahbabının firak ve vefatıyla
derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususî dünyasının zeval
ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, mânevî bir cehennem gibi
ruhunu ve vicdanını yandırıyor.
İşte, aklı başında herbir adam
ruhsuz, kalbsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki, Muhammed-i Arabî
Aleyhissalâtü Vesselâmın Mirac gecesinde gözüyle gördüğü saadet-i ebediyenin
müjdesini ve ehl-i imanın Cennetteki hayat-ı bakiyesinin beşaretini ve insanın
alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden sonra
yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, mânevî hediyesine karşı
umum âlem-i İslâm hergün çok defa “Ey Peygamber, Allah’ın selâmı üzerine olsun.”
dediği gibi, onun da getirdiği
hediye-i mâneviyesiyle, hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı
Samedaniye olmasına, hem mahlûkatın hakikî kıymetleri ve kemalâtları onun
risaletiyle tezahür etmesine mukabil, bütün mahlûkat mânen Ey Peygamber,
Allah’ın selâmı üzerine olsun.” u mezkûr hakikatin lisanıyla derler.
Ve ümmet mabeyninde şeâir-i
İslâmiyeden olan birbirine Es-Selâmü Aleyküm demeleri sünnet olması, bu büyük
hakikatin şuaı olmasındandır.
Bâkî olan sadece Odur.
Emirdağ Lahikası / Said Nursî