“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
104 - *SALTANAT-I RUBUBİYETİN
DELLÂLI* *(A.S.M)*
Anlamı: Cenab-ı Hakk’ın Kudret, kuvvet ve Hâkimiyeti ile her zaman her yerde
her mahlûka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve malikiyeti
ve besleyiciliğine ait keyfiyetinin ilancısı olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm.
…İşte, o zât, bir saadet-i
ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve
Saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin Dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i
İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan —yani ubûdiyeti
cihetiyle— onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i
insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan
—yani risaleti cihetiyle— bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i
hidayet, bir vesile-i saadet görürsün…Mektubat
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
İsm-i Hakem ve Hakîm, bedâhet
derecesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine delâlet ve
istilzam ediyor denilebilir.
Evet, madem gayet mânidar bir kitap,
onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek
ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir
dellâl ister.
Elbette, herbir harfinde yüzer
mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın muhatabı olan nev-i
insan içinde, elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak.
Tâ ki, o kitapta bulunan kudsî ve
hakikî hikmetleri ders verecek; belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu
bildirecek; belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbâniyenin zuhuruna, belki
husulüne vesile olacak; ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle
izharını irade ettiği kemâl-i san’atını, cemâl-i esmâsını bildirecek,
âyinedarlık edecek.
Ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini
sevdirmek ve zîşuur mahlûklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına
birisi o geniş tezahürât-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyetle mukabele edip,
ber ve bahri cezbeye getirecek, semâvat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir
ve takdisle o zîşuurların nazarını o san’atların Sâniine çevirecek; ve kudsî
dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir
Kur’ân-ı Azîmüşşanla, o Sâni-i Hakem-i Hakîmin makasıd-ı İlâhiyesini en güzel
bir surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürât-ı
cemâliye ve celâliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zat, güneşin
vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir.
Ve öyle eden ve en ekmel bir surette
o vazifeleri yapan, bilmüşahede, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
Öyleyse, güneş ziyayı, ziya gündüzü
istilzam ettiği derecede, kâinattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.)
istilzam eder.
Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve
Hakîmin cilve-i âzamı ile, âzamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor;
öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, Mün’im, Kerîm, Cemîl, Rab
gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla, âzamî derecede
ve mertebe-i kat’iyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler.
Meselâ, ism-i Rahmân’ın cilvesi olan
rahmet-i vâsia, o Rahmeten li’l-Âlemîn ile tezahür eder. Ve ism-i Vedûdun
cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî, o Habib-i Rabbü’l-Âlemîn
ile netice verir, mukabele görür.
Ve ism-i Cemîlin bir cilvesi olan
bütün cemaller, yani, cemâl-i Zat, cemâl-i esmâ, cemâl-i san’at, cemâl-i
masnuat o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir.
Ve haşmet-i rububiyetin ve
saltanat-ı ulûhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan
zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir.
Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser
Esmâ-i Hüsnânın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak burhandır.
Elhasıl, madem kâinat mevcuttur ve
inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları,
san’atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal,
nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez.
Madem bu sıfatların, fiillerin
inkârı mümkün değildir. Elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o
ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Hakem,
Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz.
Ve elbette o sıfatların ve o
fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı
tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı âzam ve tılsım-ı
kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedânî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez.
Âlem-i hakikatin ve hakikat-i
kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır.
Günlerin âşireleri ve mahlûkatın
zerreleri sayısınca ona ve âl ve ashabına salât ve selâm olsun.
“Seni her türlü noksandan tenzih
ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi
ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32………………Lem’alar
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
Ey Kadîr-i Hakîm, ey Rahmân-ı Rahîm,
ey Sâdıku’l-Va’di’l-Kerîm, ey izzet ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı
Zülcelâl,
Bu kadar sadık dostlarını ve bu
kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuûnatını tekzip edip, Saltanat-ı
Rububiyetinin kat’î mukteziyatını ve sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve
itaatle kendilerini Sana sevdiren hadsiz makbul ibâdının hadsiz dualarını ve
dâvâlarını reddederek, küfür ve isyan ile ve Seni vaadinde tekzip etmekle Senin
azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celâline dokunduran ve ulûhiyetinin
haysiyetine ilişen ve şefkat-i Rububiyetini müteessir eden ehl-i dalâlet ve
ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüz bin derece mukaddessin ve
hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir
çirkinlikten, Senin nihayetsiz adaletini ve cemâlini ve rahmetini takdis
ediyorum.
“*Allah, onların söyledikleri
şeylerden pek münezzehtir ve pek büyük bir yücelikle yücedir*” âyetini,
vücudumun bütün zerrâtı adedince söylemek istiyorum. Belki, Senin o sadık
elçilerin ve doğru dellâl-ı saltanatının hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn
suretinde Senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekàda ihsanatının
definelerine ve dâr-ı saadette tamamiyle zuhur eden güzel isimlerinin harika
güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret ederler. Ve bütün hakikatlerin
mercii ve güneşi ve hâmîsi olan Hak isminin en büyük bir şuâı, bu hakikat-ı
ekber-i haşriye olduğunu, iman ederek Senin ibâdına ders veriyorlar.
Ey Rabbu’l-Enbiyâ ve’s-Sıddıkîn,
Bütün onlar Senin mülkünde, Senin
emrin ve kudretinle, Senin irade ve tedbirinle, Senin ilmin ve hikmetinle
musahhar ve muvazzaftırlar. Takdis, tekbir, tahmid, tehlil ile küre-i arzı bir
zikirhâne-i âzam, bu kâinatı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler.
Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-Semâvâti
ve’l-Aradîn, yâ Halıkî ve yâ Halık-ı Küll-i Şey,
Gökleri yıldızlarıyla, zemini
müştemilâtıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve
iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi
bana musahhar eyle ve matlubumu bana musahhar kıl. Kur’ân’a ve imana hizmet
için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a musahhar yap. Ve bana ve ihvanıma
iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Mûsa Aleyhisselâma denizi ve
Hazret-i İbrahim Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı,
demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a
kalbleri ve akılları musahhar kıl. Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis
ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve
Cennetü’l-Firdevste mes’ut kıl. Âmin, âmin, âmin…. Münâcât