“ESMA VE SIFAT-I NEBİ ( A.S.M )
HAKKINDA NOTLAR”
“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
34 - MEHÂSİN-İ SAN’AT-I RABBÂNİYENİN
VASSÂFI (A.S.M)
Anlamı: Rabbimize ait sanat
güzelliklerinin vasıflarını (niteliklerini) sayarak medheden..vasıflandıran..vasıf
ve beyanda ârif ve âlim olan Hz. Muhammed
A.S.M
……………Nasıl ki bir sarayın ustası, o
saraya münasip bir tarife yapar, kendini vasıflarıyla göstermek için bir tarife
kaleme alır……………
….Bülbül bahsine bir tetimme: Sakın
zannetme ki, bu ilân ve dellâllık ve tesbihatın nağamâtıyla tegannî bülbüle
mahsustur. Belki ekser envâın herbir nev’inin bülbül misali bir sınıfı var ki,
o nev’in en lâtif hissiyatını, en lâtif bir tesbih ile, en lâtif sec’alarla
temsil edecek birer lâtif ferdi veya efradı bulunur. Hususan sinek ve
böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit çeşittirler ki, onlar, bütün kulağı
bulunanların, en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında,
tesbihatlarını güzel sec’alarla onlara işittirip onları mütelezziz ediyorlar.
Onlardan bir kısmı leylîdir. Gecede
sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kaside-hân enisleri,
gecenin sükûnetinde ve mevcudatın sükûtunda, onların tatlı sözlü
nutuk-hanlarıdır. Ve o meclis-i halvette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutuptur
ki, herbirisi onu dinler, kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelâllerine bir nevi
zikir ve tesbih ederler.
Diğer bir kısmı neharîdir. Gündüzde,
ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar
mevsimlerinde, yüksek âvazlarıyla, lâtif nağamatla, sec’alı tesbihatla
Rahmânü’r-Rahîmin rahmetini ilân ediyorlar. Güya bir zikr-i cehrî halkasının
bir reisi gibi, işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit
işitenlerin herbirisi lisan-ı mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususî ile Fâtır-ı Zülcelâlinin
zikrine başlar.
Demek, herbir nevi mevcudatın, hattâ
yıldızların da bir serzâkiri ve nurefşan bir bülbülü var. Fakat bütün
bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve
en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve
şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında,
arz ve semâvâtın bütün mevcudatını lâtif seceâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî
tesbihatiyle vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşânı ve benî
Âdemin bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı, Muhammed-i Arabîdir.
Salâvâtın en üstünü ve selâmetin en
güzeli onun, âlinin ve ona benzeyenlerin üzerine olsun….Sözler
BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;
….Sâni-i Zülcelâl, ne kadar evsaf-ı
kemâliye varsa, onlarla muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: Masnûda olan feyz-i
kemâl, Sâniin kemâlinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalîlidir. Demek, kâinatta
ne kadar hüsün ve cemâl ve kemâl varsa, umumundan lâyuhadd derecede yüksek
tabakada evsaf-ı cemâliye ve kemâliyeyle Sâni muttasıftır. Evet, ihsan
servetin, icad vücudun, îcâb vücubun, tahsin hüsnün fer’idir ve delilidir. Hem
de Sâni-i Zülcelâl, cemi’ nekaisten münezzehtir. Maddiyatın mahiyatının
istidatsızlığından neş’et eden nekaisten müberradır. Kâinatın mahiyat-ı
mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından mukaddestir.
Onun benzeri hiçbir şey yoktur,
celle celâluhu.…………..Muhakemat
….. İsm-i Hakem ve Hakîm, bedâhet derecesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâmın risaletine delâlet ve istilzam ediyor denilebilir.
Evet, madem gayet mânidar bir kitap,
onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek
ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir
dellâl ister.
Elbette, herbir harfinde yüzer
mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın muhatabı olan nev-i
insan içinde, elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak.
Tâ ki, o kitapta bulunan kudsî ve
hakikî hikmetleri ders verecek; belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu
bildirecek; belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbâniyenin zuhuruna, belki
husulüne vesile olacak; ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle
izharını irade ettiği kemâl-i san’atını, cemâl-i esmâsını bildirecek,
âyinedarlık edecek.
Ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini
sevdirmek ve zîşuur mahlûklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına
birisi o geniş tezahürât-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyetle mukabele edip,
ber ve bahri cezbeye getirecek, semâvat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir
ve takdisle o zîşuurların nazarını o san’atların Sâniine çevirecek; ve kudsî
dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir
Kur’ân-ı Azîmüşşanla, o Sâni-i Hakem-i Hakîmin makasıd-ı İlâhiyesini en güzel
bir surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürât-ı
cemâliye ve celâliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zat, güneşin
vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir.
Ve öyle eden ve en ekmel bir surette
o vazifeleri yapan, bilmüşahede, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
Öyleyse, güneş ziyayı, ziya gündüzü
istilzam ettiği derecede, kâinattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.)
istilzam eder.
Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve
Hakîmin cilve-i âzamı ile, âzamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor;
öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, Mün’im, Kerîm, Cemîl, Rab
gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla, âzamî derecede
ve mertebe-i kat’iyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler.
Meselâ, ism-i Rahmân’ın cilvesi olan
rahmet-i vâsia, o Rahmeten li’l-Âlemîn ile tezahür eder. Ve ism-i Vedûdun
cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî, o Habib-i Rabbü’l-Âlemîn
ile netice verir, mukabele görür.
Ve ism-i Cemîlin bir cilvesi olan
bütün cemaller, yani, cemâl-i Zat, cemâl-i esmâ, cemâl-i san’at, cemâl-i
masnuat o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir.
Ve haşmet-i rububiyetin ve
saltanat-ı ulûhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan
zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir.
Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser
Esmâ-i Hüsnânın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak burhandır.
Elhasıl, madem kâinat mevcuttur ve
inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları,
san’atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal,
nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez.
Madem bu sıfatların, fiillerin
inkârı mümkün değildir. Elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o
ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Hakem,
Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz.
Ve elbette o sıfatların ve o
fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı
tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı âzam ve tılsım-ı
kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedânî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâmın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez.
Âlem-i hakikatin ve hakikat-i
kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır.
Günlerin âşireleri ve mahlûkatın
zerreleri sayısınca ona ve âl ve ashabına salât ve selâm olsun……Lem’alar
….. O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua
ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur.
Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zâtta
(a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne ve
hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul
etmez.
Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl
ve akvâl ve ahvâlinden çıkan İslâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi
ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve
musaffîsi ve nefislerinin mürebbîsi ve müzekkîsi ve ruhlarının medâr-ı inkişafı
ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış………….Şualar
….. Ve keza, şu mu’cizeli ve hikmetli ef’âl-i kerîmânenin tezahüratından
anlaşılıyor ki, Sâni-i Fâilin pek gizli kemâlâtı vardır. Ve daima o kemâlâtı,
enzar-ı âleme arz ve teşhir etmek ister. Çünkü, daimî bir kemâl, daimî bir
tezahürle takdir edicilerin devam-ı vücutlarını iktiza eder. Çünkü, adem-i
mutlaka namzet olan insan, kemâlâta kıymet vermez ve istihsan ve takdire bedel
istiskal ve tahkir eder.
Ve keza, bu güzel, müzeyyen,
münevver masnûatın Sânii için mücerred mânevî bir cemâl vardır. Ve Onun, o
mahfî hüsün ve cemâl için pek çok mehâsin ve letâifi vardır ki, kısa
akıllarımızla idrak edemeyiz. Ezcümle, o cemâlin kesif ayinelerinden biri
sath-ı arzdır. Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima
tecellî etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân ve izhar
eder.
Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki,
yüksek bir cemâl sahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle,
cemâlini ve cemâlinin inceliklerini görmek istiyor. Binaenaleyh, cemâl sermedî
ve dâim olursa, behemehal onun inceliklerini gösteren ayinelerinin de ebedî ve
dâimî olması zarurîdir…
Çünkü, bâki bir hüsn fâni bir
müştaka razı olamaz. Ve zâil ve fâni bir âşıkın, ebedî ve bâki olan mahbubuna
muhabbeti adavete kalb olur. Evet insan, eli veya fehmi yetişmediği güzel
birşeyi, kendisini tesellî için takbih eder. Bu itibarla, bu âlem Sâni’i
istilzam ettiği gibi, Sâni’ de âlem-i âhireti istilzam eder.
Ve keza, bu âlemin Sâni’inde pek
rahîmâne bir şefkat vardır. Zîra görüyoruz ki, bu âlemde yardım isteyen bir
musibetzedeye kemâl-i sür’atle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden
kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatın sesi
işitiliyor ve hâceti kabul ediliyor. İşte böyle bir şefkat sahibi, nev-i
beşerin en büyük, en lâzım, en zarurî, şedit bir hâceti hakkında, bütün
insanlar namına yaptığı duada istediği Cenneti ve saadet-i ebediyeyi ve ba’sü
ba’del mevti yapacaktır. Bilhassa, o reis-i muhteremin şu umumî duasına, bütün
zevilhayat, bütün mahlûkat “Âmin! Âmin!” diyorlar.
Bak, o zât öyle bir maksat, öyle bir
gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı, esfel-i
sâfilîn olan fenâ-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten,
abesiyetten, âlâ-yı illiyîn olan kıymete, bekàya, ulvî vazifeye, mektubat-ı
Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı
istimdatkârâneyle istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâneyle
yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semâvâta, arşa işittirip, vecde getirip,
duasına “Âmin, Allahümme, âmin!” dedirtiyor…
Allahım, her iki dünyanın efendisi,
iki âlemin medar-ı fahri, dünya ve âhiretin hayatı, iki cihan saadetinin
vesilesi, zülcenâheyn ve cin ve insin resulü olan şu Habîbine, onun bütün âl ve
ashabına ve onun enbiyâ ve mürselîn kardeşlerine salât ve selâm et. Âmin….Mesnevi-i
Nuriye
SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN HİSSEMİZ;
……….Terbiye Allah’a şahit, tedbir
Allah’a delildir.
Tasvir Allah’a şahit, tanzim Allah’a
delildir.
Tezyin Allah’a şahit, tevzin Allah’a
delildir.
İtkan Allah’a şahit, vücut Allah’a
delildir.
Halk Allah’a şahit, daimî icad
Allah’a delildir.
Hüküm Allah’a şahit, emir Allah’a
delildir.
mehasin Allah’a şahit, letâif Allah’a
delildir.
Mehâmid Allah’a şahit, medâih
Allah’a delildir.
İbâdât Allah’a şahit, kemâlât Allah’a
delildir.
Tahiyyat Allah’a şahit, berekât
Allah’a delildir.
Salâvat Allah’a şahit, tayyibat
Allah’a delildir.
Mahlûklar Allah’a şahit, geçmişteki
harika şeyler Allah’a delildir.
Varlıklar Allah’a şahit, gelecekteki
mucizeler Allah’a delildir.
Semâvât Allah’a şahit, Arş Allah’a
delildir.
Güneşler Allah’a şahit, aylar
Allah’a delildir.
Yıldızlar Allah’a şahit, seyyareler
Allah’a delildir.
Ondaki tasarruflar ve ondan inen
yağmurla atmosfer Allah’a şahit, yer Allah’a delildir.
(Yani, yerde açığa çıkan kudret,
ondaki engin hikmet, ondaki mükemmel san’at, ondaki süslü renkler, ondaki
çeşitli nimetler, ondaki geniş rahmet Allah’a delildir.)
Binler âyetleriyle Kur’ân Allah’a
şahit, binler mucizeleriyle Muhammed Allah’a delildir.
Yirmi Dokuzuncu Lem'a /Dördüncü Bab
Tercümesinden
“AHLÂK-I İLÂHİYE İLE MUTTASIF OLUP
CENÂB-I HAKKA MÜTEZELLİLÂNE TEVECCÜH EDİP, ACZ, FAKR, KUSURUNUZU BİLİP
DERGÂHINA ABD OLUNUZ”..Sözler
.
.