“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
29- HAKİKATIN EN PARLAK SİRACI (A.S.M)
Anlamı: Gerçeğin göstericisi
en parlak ışığı olan Hz. Muhammed
A.S.M
….İşte, o zât, bir saadet-i
ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve
saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i
İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan —yani ubûdiyeti
cihetiyle— onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i
insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan
—yani risaleti cihetiyle— bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i
hidayet, bir vesile-i saadet görürsün…Mektubat
BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;
………..Ezelden ebede her türlü hamd,
Allah’a mahsustur. Onun varlığının vâcib olduğuna öyle bir zat delâlet eder, insanlara
Onun celâl ve cemal ve kemalinin sıfatlarını öyle bir zat ilân eder ve Onun
birliği bütün kâinatı kaplamış Vâhid ve kâinatı bir şehir gibi bir birlik
içinde yaratan Ferd ve Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde herşeyin
Kendisine ihtiyacını arzettiği Samed olduğuna öyle bir zat şahitlik eder ki, o
• bütün
kâinatın ve bütün peygamber ve evliyanın tasdikiyle doğrulanmış en doğru şâhit
ve bütün tahkik ehlinin tahkikleriyle teyit edilmiş konuşan delil,
• bütün
peygamber ve resullerin icmâ ve tasdik ve mucizelerinin sırrına mazhar olan
efendisi,
• bütün
evliya ve sıddıkların ittifak ve tahkik ve kerametlerini ihtiva eden imamı,
• daha
peygamber olmadan peygamber olacağını gösteren harika irhasat ve bâhir
mucizeler ve kesin ve açık deliller sahibi,
• zâtında
güzel hasletlerin en son mertebelerini, vazifesinde yüksek ahlâkı, şeriatında
en yüksek seciyeleri câmi,
• Kur’ân’ı
indiren celâl sahibi Zâtın başarılı kılması ve Kur’ân’ın i’câzı ve kendisine
Kur’ân inen zâtın ona kuvvetli imanı ve Kur’ân’ın muhatabı olan ümmetinin keşif
ve tahkiklerinin icmâıyla, Rabbânî vahyin mazharı,
• gayb
âlemini ve melekût âlemini seyir ve temâşâ eden,
• ruhları
müşahede ve meleklere refakat eden ve cin ve insanların mürşidi olan,
• yaratılış
ağacının en münevver meyvesi...
Hakkın siracı, hakikatin burhanı,
muhabbetin lisanı, rahmetin timsali, kâinat tılsımının keşfedicisi, yaratılış
muammasının halledicisi, Rububiyet saltanatının dellâlı,
• Kâinatın
Yaratıcısının, bu varlıkları yaratmasındaki gayesinin meydana çıkış sebebi,
• kâinatın
kemâlâtının meydana çıkış vasıtası,
• mânevî
şahsiyetinin yüksek işaretiyle, Kâinat Yaratıcısının bu kâinatı onu nazara
alarak yarattığı anlaşılan (öyle ki, Âlemin San’atkârı ona bakmış, onun ve emsâlinin
hürmetine bu âlemi yaratmış),
• düsturlarıyla,
iki dünya saadetinin düsturlarına bir fihriste olan din ve şeriat ve
İslâmiyetin sahibidir. Öyle ki, o din, âdetâ kâinat kitabından süzülmüş bir
fihriste, Kur’ân ise bu kâinat âyetlerini okumak için ona inmiş gibidir. Onun
getirdiği hak din şu vaziyetiyle, Kâinat Nâzımının nizamı olduğuna işaret eder.
Çünkü şu noksansız tam düzen içindeki kâinatın düzenleyicisi kim ise, bu en iyi
ve en güzel düzen olan dinin nâzımı da Odur.
Yer ve gökler var oldukça salâvâtın
en üstünü ve selâmetin en mükemmeli, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve
biz mü’minler topluluğunun imana yönlendiricisi olan Abdulmuttalib’in torunu ve
Abdullah’ın oğlu Muhammed’in (asm) üzerine olsun.
Bu vahdaniyet şahidi, kendisi bu görünen
âlemde iken, gayb âlemine dair herkesin gözü önünde öyle haberler verir ki,
hali ve tavrı, gayb âlemini bizzat gören bir kimsenin tavrıdır.
Evet, görülüyor ki, kendisi görür,
sonra da, asırların ve kıt’aların arkasından, en yüksek bir sesle insan taifelerine
seslenerek şahitlik eder.
Evet, geçmişin derelerinden
geleceğin tepelerine kadar bütün kuvvetiyle işitilen ses, onun sesidir.
Evet, o ses yerin yarısını kapladı;
Âdemoğlunun beşte birini semâvî boyasıyla boyadı. Saltanatı bin üç yüz elli
senedir devam ediyor ve her zaman üç yüz elli milyon sadık ve itaatli raiyeti
üzerinde, seyyid ve sultanlarının emirlerine nefis ve kalb ve ruh ve
akıllarının tam bir boyun eğmesiyle hem dıştan, hem içten hükmediyor.
Asırların sarp kayalıklarına ve
kıt’aların geniş meydanlarına sapa sağlam bir şekilde nakşedilen düsturlarının
kuvveti şehadet eder ki, o sonsuz ciddiyetiyle sesleniyor.
Fevkalâde zühdü ve dünyadan
istiğnâsı şehadet eder ki, o dâvâsında nihayet derecede sağlam inanç sahibidir.
Onun bütün hayatı şehadet eder ki, o
nihayet derecede bir güven ve sağlam inançla dâvâ eder.
Herkesin ittifakıyla, herkesten
fazla ibadet ve takvâ sahibi oluşu şehadet eder ki, sonsuz derecede bir iman
kuvveti ile, kesin bir şekilde ve defalarca şahitlik eder ve der:
“Bilin ki, Allah’tan başka hiçbir
ilâh yoktur.” (Muhammed Sûresi, 47:19).………..Yirmi Dokuzuncu Lem'a /Arabi Dördüncü
Bab’dan Tercüme
SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN HİSSEMİZ;
Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet,
beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin
fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.
Madem şu âlemde parlak bir hüsün,
geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe,
hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve
hasâret, onun muhalifindedir.
Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden
yalnız buna bak ki, Nebî Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin
kalblerini iyd ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini
bir kelimede cem ediyor.
Öyle bir surette ki, şu insan,
Mâbûd-u Ezelînin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan
sesler, dualar, zikirlerle mukabele ediyor.
O sesler, dualar, zikirler birbirine
tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette
Mâbûd-u Ezelînin ulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki, güya küre-i arz
kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktârıyla namaz kılıyor ve
etrafıyla, semâvâtın fevkinde izzet ve azametle nâzil olan “Namazı dos doğru kılın.” emrini, küre-i arz imtisal
ediyor.
Bu sırr-ı ittihad ile, kâinat içinde
bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahlûk olan şu insan, ubudiyetin azameti
cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı
ve hayvânâtın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.
Evet, eğer namazların arkasında,
hususan bayram namazlarında, bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon
insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi
birbiriyle ittihad edip içtima etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup,
azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu ekber’e müsavi
geldiğinden, o muvahhidînin ittihadıyla bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i
arzın büyük bir Allahu ekber’i hükmüne geçiyor.
Adeta bayram namazlarında âlem-i
İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve
etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samimî kalbiyle
niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek
kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağaramisal ağızlarındaki havada
temessül ediyor.
Birtek Allahu ekber kelimesinin
aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir,
semâvâtı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüç ederek sadâ veriyor.
İşte, bu arzı böyle kendine sâcid ve
âbid ve ibâdına mescid ve mahlûklarına
beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zât-ı Zülcelâle, yerin
zerrâtı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd
ediyoruz ki, bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâmına ümmet eylemiş……Lem’alar
.
.