24.1.18

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( DELLÂL-I VAHDANİYET VE SAADET A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

22 - DELLÂL-I VAHDANİYET VE SAADET (A.S.M)

Anlamı: Allah’ın birliğine ve mutluluğa çağırıp ilan eden Hz. Muhammed A.S.M

............İşte, o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı….

………Hem maden-i kemâlât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdâniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Evet, Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettiriliyor….Mektubat

………..Hem öyle acaip bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâptan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz.

……….Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir......Reşhalar

BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;

…Din-i İslâm ve kemâl-i iman için Allah’a hamd olsun. Daire-i İslâmın merkezi ve envâr-ı imanın menbaı olan Muhammed ile onun bütün âl ve ashabına, gece gündüz, ay ve güneş devam ettikçe salât ve selâm olsun…Bediüzzaman Said Nursî R.A

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.

Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur.

Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur.

Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.

Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur.

Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemâliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münâdi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, harikaları ve mu’cizeleri târif ediyor. Halkı o saray Sâhibine, Sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayretefzâ dâvet ediyor…............Mesnevi-i Nuriye / Habbe

….Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.)’dır ki, âlem-i şehadette iken gaybiyattan haber verir bir beşîr ve nezîr olup bütün kuvvetiyle, kemâl-i ciddiyetle ve vüsuk ile ve itminân ile, yüksek bir iman ile nev-i beşere karşı tevhid dinini  “Lâ İlâhe İllallah” ile ilân ve ilâm ediyor…. Katre / Mesnevi-i Nuriye

….Gel, ey arkadaş! ....................................... Gel, bir gemiye bineceğiz; şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak. Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar.

İşte, bak, gidiyoruz. Şimdi şu cezireye çıktık. Bak, pek büyük bir içtima var. Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi, mühim ihtifal görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i azîmenin bir reisi var. Gel, daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız.

İşte, bak, ne kadar parlak ve binden ziyade nişanları var. Ne kadar kuvvetli söylüyor, ne kadar tatlı bir sohbet ediyor! Şu on beş gün zarfında bunların dediklerini ben bir parça öğrendim; sen de benden öğren. Bak, o zat, şu memleketin mu’ciznümâ sultanından bahsediyor. “O sultan-ı zîşan beni sizlere gönderdiğini” söylüyor. Bak, öyle hârikalar gösteriyor; şüphe bırakmıyor ki, bu zat o padişahın bir memur-u mahsusudur…..Sözler

…………..

……….Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti. Ve göründü ki, şu kâinatın mevcudatı, esmâ-i İlâhiyeyi okutan birer mektubât-ı Samedâniye, birer muvazzaf memur ve bekàya mazhar kıymettar ve mânidar birer mevcutturlar. 

Eğer o nur olmasaydı, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, mânâsız, faydasız, abes, karma karışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı. İşte, şu sırdandır ki, insanlar zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) duasına âmin dedikleri gibi, Arş ve ferş ve serâdan Süreyyaya kadar bütün mevcudat, onun nuruyla iftihar edip alâkadarlık gösteriyorlar…..Sözler

SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN HİSSEMİZ;

Arkadaş! O zât-ı mürşid, nev-i beşeri korkutmak için pek müthiş hakikatlerden bahsediyor. Ve insanları tebşir için, kalbleri cezb ve akılları celb eden meselelerden haber veriyor.

Yahu! Hakaik ve garaibi keşif için insanlarda öyle bir şevk, öyle bir merak vardır ki, garip bir hakikati keşif yolunda canlarını, mallarını feda ediyorlar. Bu zâtın (a.s.m.) keşf ve ihbar ettiği hakaike ne için ehemmiyet vermiyorlar? Halbuki, bütün enbiyâ ve evliyâ ve sıddıkîn gibi ehl-i şuhud ve ashab-ı ihtisas, bilittifak o zâtı tasdik etmiş ve ediyorlar. Bu zât (a.s.m.), öyle bir Sultanın şuûnundan bahsediyor ki, kamer Onun mülkünde bir sinek gibidir. Acip harikalardan bahsettiği gibi, pek müthiş infilâk ve inkılâplardan da haber veriyor………….

Ve beşer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki, dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre hükmündedir. Ve öyle bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona nazaran rüyalar gibi olur. Evet, bu kâinatın perdesi altında çok acaip şeyler vardır, bizleri bekliyorlar. Biz de onları intizar ediyoruz. Binaenaleyh, o acaibi görüp bize keyfiyetlerini hikâye etmek için hârikulâde bir insan lâzımdır ki, o harika garaibi görsün ve gördüğü gibi bize de söylesin.

Ve keza, o zât, Hâlıkımızın bizden talep ettiği şeylerden bahsediyor ve çok hakikatlerden, meselelerden haber veriyor ki, onlardan kurtuluş yoktur. Feyâ acaba! Ekser-i nâs neden böyle hak şeylerden göz yumuyorlar, hakikatlerden kulak tıkıyorlar? Mesnevi-i Nuriye / Reşhalar

………..

……Beş altı tarikle, mânevî bir tevatür hükmünü almış kurt hâdisesidir ki, bu kıssa-i acibe çok tariklerle meşhur Sahabelerden nakledilmiş. Ezcümle, Ebu Saidi’l-Hudrî ve Selemeti’bnü’l-Ekvâ ve İbni Ebî Veheb ve Ebu Hüreyre ve bir vak’a sahibi çoban (Uhban) gibi müteaddit tariklerle haber veriyorlar ki:

Bir kurt, keçilerden birisini tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış. Zi’b demiş: “Allah’tan korkmadın, benim rızkımı elimden aldın.” Çoban demiş: “Acaip, zi’b konuşur mu?” Zi’b ona demiş: 

“*Acip senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zât var ki sizi Cennete davet ediyor, peygamberdir, onu tanımıyorsunuz.*”.................. Mu’cizat-ı Ahmediye A.S.M

….*İşte, bu zâtın her söylediği sözü, etrafındaki bütün aklı başında olanlar, “Evet, evet, doğrudur” derler, tasdik ederler*…………………Sözler

.... “*Bunu tanımazsak, lâkayt kalsak, menfaati hiç yok. Zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir; menfaati olursa pek azîmdir. Onun için, ona karşı lâkayt kalmak hiç kâr-ı akıl değildir.*”..( Yirmi İkinci Söz Vahdaniyet Delillerinden Birinci Bürhandan mana muvafakatı ile Efendimiz A.S.M atfen buraya alınmıştır…Çünkü:

…..On Dokuzuncu Sözde tarif edilen ve kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı ve o Kur’ân-ı Kebirdeki ism-i âzamı ve o şecere-i kâinatın çekirdeği ve en münevver meyvesi ve o saray-ı âlemin güneşi ve âlem-i İslâmiyetin bedr-i münevveri ve rububiyet-i İlâhiyenin dellâl-ı saltanatı ve tılsım-ı kâinatın keşşâf-ı zîhikmeti olan Seyyidimiz Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün enbiyayı sâyesi altına alan risalet cenâhı ve bütün âlem-i İslâmı himayesine alan İslâmiyet cenahlarıyla, hakikatin tabakatında uçan ve bütün enbiya ve mürselîni, bütün evliya ve sıddıkîni ve bütün asfiya ve muhakkıkîni arkasına alıp, bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip, arş-ı ehadiyete yol açıp gösterdiği iman-ı billâh ve ispat ettiği vahdâniyet-i İlâhiyeye, hiç vehim ve şüphenin haddi var mı ki kapatabilsin ve perde olabilsin?

Madem On Dokuzuncu Sözde ve On Dokuzuncu Mektupta o burhan-ı kàtıın âbülhayat-ı marifetinden On Dört Reşha ve On Dokuz İşârât ile o zât-ı mu’ciznümânın envâ-ı mu’cizâtıyla beraber icmâlen bir derece tarif ve beyan etmişiz. Şurada, şu işaretle iktifa edip, o vahdâniyetin burhan-ı kàtıını tezkiye eden ve sıdkına şehadet eden esâsâta işaret suretinde bir salâvat-ı şerife ile hatmederiz:..

Allahım! Vücub-u vücuduna ve vahdâniyetine delâlet ve celâline ve cemâline ve kemâline şehadet eden o zâta rahmet et ki, o, bütün kâinatın ve bütün enbiya ve evliyanın tasdikiyle musaddak şahid-i sadık ve bütün ehl-i tahkikin tahkikatıyla müeyyed burhan-ı nâtık, bütün enbiya ve mürselînin icmâ ve tasdik ve mu’cizelerinin sırrına mazhar olan efendisi, bütün evliya ve sıddıkînin ittifak ve tahkikat ve kerametlerini hâvi olan imamı, hakkaniyeti hadsiz tahkikatla teyid ve tasdik edilen mu’cizât-ı bâhire ve havârık-ı zâhire ve delâil-i kàtıa sahibi, zâtında güzel hasletlerin en nihayet merâtibini, vazifesinde ahlâk-ı ulviyeyi, hilâftan münezzeh olan şeriat-i mükemmelesinde en yüksek seciyeleri câmi’, Kur’ân’ı indirenin, indirilen Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân indirilen zâtın ittifakıyla vahy-i Rabbânînin mazharı, âlem-i gayb ve âlem-i melekûtu seyr ü seyahat ve temâşâ eden, ervâhı müşahede ve melâikeye refakat eden, şahsen ve nev’en ve cinsen kâinatın bütün kemâlâtının fihristesi, şecere-i hilkatin en münevver meyvesi, hakkın sirâcı, hakikatin burhanı, rahmetin timsali, muhabbetin misali, kâinat tılsımının keşşâfı, saltanat-ı Rububiyetin dellâlı, şahsiyet-i mâneviyesinin remz-i ulviyetiyle, Fâtır-ı Âlemin bu kâinatı onu nazara alarak halk ettiği anlaşılan, düsturlarının vüs’ati ve kuvvetinin işaretiyle Kâinat Nâzımının nizâmı olduğu ve Hâlık-ı Kâinat tarafından vaz edildiği zahir olan şeriatin sahibidir.

Evet, bu nizâm-ı ahsen ve ecmeli câmi’ olan bu dinin nâzımı, ancak bu nizâm-ı etem ve ekmel olan bu kâinatın Nâzımı olabilir. Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun.


Bu doğru söyleyen ve doğrulanan vahdâniyet şahidi, bütün şahitlerin başları üzerinde bir nidâ edici ve beşer taifelerine bir muallim olarak, bütün kuvvetiyle ve gayet-i ciddiyetiyle ve nihayet-i vusukuyla ve kuvvet-i itmi’nânı ve kemâl-i imânıyla, asırların ve kıt’aların gerisinden ulvî bir nidâ ile seslenip, “Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığına şehadet ederim. O birdir ve Onun hiçbir şeriki yoktur” diye ilân ediyor….Bediüzzaman Said Nursî R.A

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( MUALLİM-İ AHLÂK-I ÂLİYE A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

21 - MUALLİM-İ AHLÂK-I ÂLİYE (A.S.M)

Anlamı: Yüksek ahlâk, doğru, güzel ve makbul davranış esaslarını öğreten, ders veren Hz. Muhammed A.S.M

….İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu…Sözler

BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;

Arkadaş! O zât (a.s.m.), delâil-i âfâkiye denilen haricî delillerle musaddak olduğu gibi, delâil-i enfüsiye denilen zâtında ve nefsinde sabit delil ve işaretlerle dahi musaddaktır. Çünkü o zât şems gibidir; zâtını, zâtıyla ziyalandırarak gösterir. Meselâ, bütün ahlâk-ı hamîdenin en yüksekleri o zâtta içtimâ etmiş olduğuna bütün âlem şehadet ediyor. Ve keza, en nezih hasletleri ve huyları ve en yüksek seciyeleri câmi bir şahsiyet-i mâneviye sahibi olduğuna icmâ vardır….Mesnevi-i Nuriye

………………

O zâtın (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sahife vardır. Şimdi o sahifeleri okuyacağız.

Birinci sahife: O Hazretin zâtıdır. Fakat bu sahifeyi mütalâadan evvel, dört nükteye dikkat lâzımdır.

Birinci nükte: ………….. Yani, fıtrî karagözlülük, sun’î (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani, yapma ve sun’î olan birşey ne kadar güzel ve ne kadar kâmil olursa olsun, fıtrî ve tabiî olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kaim olamaz. Herhalde sun’îliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden, etvârından belli olacaktır.

İkinci nükte: Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.

Üçüncü nükte: Mütenâsip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.

Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Meselâ, çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.

Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazretin sahifesi okunmalıdır. Evet, o Zâtın bütün âsârı, sîretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvâli, onun pek büyük, azîm ve ahlâk sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini “Muhammedü’l-Emîn” ile lâkaplandırmışlardır.

Malûmdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melâike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.

Kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zât, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem eden bir zât, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?

Hülâsa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir burhandır.

Ve keza, o Zâtın (a.s.m.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zâtın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.

Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılâb-ı azîmi âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celp ve cezb ettiren, o Zâtın (a.s.m.) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zâtın (a.s.m.) sıdk ve emaneti, dâvâ-yı nübüvvetine en büyük bir burhan olmuştur…..İşaratü'l-İ'caz

SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN HİSSEMİZ;

“Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir. (Ahzâb,21)

" Andolsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir. (Tevbe, 128)

“Ey İnsanlar! Selam'ı aranızda yaygınlaştınız, yemek yediriniz. İnsanlar uykuda iken namaz kılınız ki, selametle Cennete giresiniz.” Hz. Muhammed A.S.M

“Hiçbiriniz kendisi için istediğini diğer kardeşi için istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olamaz” Hz. Muhammed A.S.M

“Merhamet edenlere Allah’da merhamet eder. Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekilerde size merhamet etsin.” Hz. Muhammed A.S.M

“Allah cömerttir ve cömertleri sever” Hz. Muhammed A.S.M

“Cimrilikten de sakının…………..Hz.Muhammed A.S.M

"Birbirinize haset etmeyin, kin tutmayın. Başkalarının ayıplarını araştırmayın, konuştuklarını dinlemeyin, müşteri kızıştırmayın. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun." Hz.Muhammed A.S.M

"Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse cennete gire­mez.” Hz.Muhammed A.S.M

“Allah’ım! Yaradılışımı güzel yaptığın gibi, ahlakımı da güzelleştir.” Hz.Muhammed A.S.M

……………

["Risale-i Nur nedir ve hakikatler muvacehesinde Risale-i Nur ve tercümanı ne mahiyettedirler?" diye bir takriznamedir.]

Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hadimleri, emr-i dinde müptedi değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden birşey ihdas etmezler, yeni ahkam getirmezler. Esasat ve ahkam-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittiba yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkam-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilan ederler. Ancak tavr-ı esasiyi bozmadan ve ruh-u asliyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilat ile ifa-i vazife ederler.

Bu memurin-i Rabbaniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salabet-i imaniyelerinin ve ihlaslarının ayinedarlığını bizzat ifa ederler. Mertebe-i imanlarını fiilen izhar ederler. Ve ahlak-ı Muhammediyenin (a.s.m.) tam amili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin (a.s.m.) hakiki labisi olduklarını gösterirler. Hulasa, amel ve ahlak bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye (a.s.m.) ittiba ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammed’ed’e (a.s.m.) tam bir hüsn-ü misal olurlar ve numune-i iktida teşkil ederler. Bunların, Kitabullahın tefsiri ve ahkam-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka-i nefislerinin ve kariha-i ulviyelerinin mahsülü değildir, kendi zeka ve irfanlarının neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya memba-ı vahy olan Zat-ı Pak-i Risaletin (a.s.m.) manevi ilham ve telkinatıdır. Celcelutiye ve Mesnevi-i Şerif ve Fütuhul-Gayb ve emsali asar hep bu nevidendir. Bu asar-ı kudsiyeye o zevat-ı alişan ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı mukaddesenin, o asar-ı bergüzidenin tanziminde ve tarz-ı beyanında, bir hisseleri vardır; yani bu zevat-ı kudsiye, o mananın mazharı, miratı ve makesi hükmündedirler.

Risale-i Nur ve tercümanına gelince: Bu eser-i alişanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvi ve bir kemal-i namütenahi mevcut olduğundan ve biçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meşale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’anın füyuzatına varis olduğu meşhud olduğundan, onun esası nur-u mahz-ı Kur’an olduğu ve evliyaullahın asarından ziyade feyz-i envar-ı Muhammediyi (a.s.m.) hamil bulunduğu ve Zat-ı Pak-i Risaletin ondaki hisse ve alakası ve tasarruf-u kudsisi evliyaullahın asarından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevi zatın mazhariyeti ve kemalatı ise o nisbette ali ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikar bir hakikattir.

Evet, o zat daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan, zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulum-u evvelin ve ahirine ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kainata ve hikmet-i İlahiyeye varis kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyaya kimse nail olmamıştır. Bu harika-i ilmiyenin eşi asla mesbuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-i harika ve istiğna-i mutlak teşkil eden harikulade metanet-i ahlakiyesi ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır ve tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır. 
O zat-ı zihavarık, daha hadd-i büluğa ermeden bir allame-i biadil halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulumu ilzam ve iskat etmiş, her nerede olursa olsun vaki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık payesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve teveccühlerindeki derin feraset ve basiret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyla "Bediüzzaman" ünvan-ı celilini bahşettirmiştir. Mezaya-i aliye ve fezail-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedinin (a.s.m.) neşrinde ve ispatında bir kemal-i tam halinde runüma olmuş olan böyle bir zat, elbette Seyyidü’l-Enbiya Hazretlerinin (a.s.m.) en yüksek iltifatına mazhar ve en ali himaye ve himmetine naildir. Ve şüphesiz o Nebi-i Akdesin (a.s.m.) emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar ve hakaikına varis ve makes bir zat-ı kerimü’s-sıfattır.

Envar-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyüzat-ı şem-i İlahiyi en müşaşaa bir şekilde parlatması ve Kur’ani ve hadisi olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehi olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden ayat-ı celilenin riyazi beyanlarının kendi üzerinde toplanması delaletleriyle o zat hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mirat-ı mücellası ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında en son dehân-ı hakikati ve şem-i İlahinin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hamil-i zisaadeti olduğuna şüphe yoktur.

Üçüncü medrese-i Yusufiyenin Elhüccetüz-Zehra
ve Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen
Nur Şakirtleri namına.
Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salahaddin, Zübeyir,
Ceylan, Sungur, Tabancalı

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmayı cesaret edemedim. Sükut ederek o medhi Risale-i Nur şakirtlerinin şahs-ı manevisi namına kabul ettim.

Said Nursi

.

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( MADEN-İ KEMALÂT A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

20 - MADEN-İ KEMALÂT (A.S.M)

Anlamı: Kusursuz mükemmelliğin kaynağı olan Hz. Muhammed A.S.M

….O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur……Yedinci Şua

BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;

…. Hem maden-i kemâlât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdâniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Evet, Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettiriliyor…Mektubat

…. On Birinci Sözün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi, nasıl ki bir sultan-ı zîşânın pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin envâı bulunsa, hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa ve hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı olsa; her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca, elbette o sultan-ı zîfünun dahi bir meşher açmak ister ki, içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzârına saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin tâ, CEMÂL VE KEMÂL-İ MÂNEVÎSİNİ iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.

Ve şu hikmete binaen, elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en güzel, en lâtif san’atlarıyla ziynetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder.

Ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekârâneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer, bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra, raiyetine KENDİ KEMÂLÂTINI göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. SONRA BİRİSİNİ YAVER-İ EKREM YAPAR, aşağıdaki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder, daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acip san’atının makinelerini ve destgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir.

BÜTÜN O KEMÂLÂTININ MADENİ OLAN MÜBAREK ZÂTINI ONA GÖSTERMEKLE VE HUZURUYLA ONU MÜŞERREF EDER. KASRIN HAKAİKİNİ VE KENDİ KEMÂLÂTINI ONA BİLDİRİR, SEYİRCİLERE REHBER TAYİN EDER, GÖNDERİR. Tâ o sarayın sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşuyla, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derunundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir ve saray sahibinin kemâlâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuûna karşı marziyâtı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

Aynen öyle de, “ve lillahil meselül a'la" (“En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.) Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, herbir mevcut pek çok dillerle Onun kemâlâtını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir.

Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünun, bütün desâtiriyle, şu kitab-ı kâinatı zaman-ı Âdem’den beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ ve kemâlât-ı İlâhiyeye dair ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-ü mişarını daha okuyamamış.

İŞTE ŞÖYLE BİR SARAY-I ÂLEMİ, KENDİ KEMÂLÂT VE CEMÂL-İ MÂNEVÎSİNİ GÖRMEK VE GÖSTERMEK İÇİN BİR MEŞHER HÜKMÜNDE AÇAN CELÎL-İ ZÜLCEMÂL, CEMÎL-İ ZÜLCELÂL, SÂNİ-İ ZÜLKEMÂLİN HİKMETİ İKTİZA EDİYOR Kİ, ŞU ÂLEM-İ ARZDAKİ ZÎŞUURLARA NİSBETEN ABES VE FAİDESİZ OLMAMAK İÇİN, O SARAYIN ÂYETLERİNİN MÂNÂSINI BİRİSİNE BİLDİRSİN.

O SARAYDAKİ ACAİBİN MENBALARINI VE NETÂİCİNİN MAHZENLERİ OLAN AVÂLİM-İ ULVİYEDE BİRİSİNİ GEZDİRSİN VE BÜTÜN ONLARIN FEVKİNE ÇIKARSIN VE KURB-U HUZURUNA MÜŞERREF ETSİN VE ÂHİRET ÂLEMLERİNDE GEZDİRSİN. UMUM İBÂDINA BİR MUALLİM VE SALTANAT-I RUBUBİYETİNE BİR DELLÂL VE MARZİYÂT-I İLÂHİYESİNE BİR MÜBELLİĞ VE SARAY-I ÂLEMİNDEKİ ÂYÂT-I TEKVÎNİYESİNE BİR MÜFESSİR GİBİ, ÇOK VAZİFELERLE TAVZİF ETSİN. MU’CİZAT NİŞANLARIYLA İMTİYAZINI GÖSTERSİN. KUR’ÂN GİBİ BİR FERMANLA O ŞAHSI, ZÂT-I ZÜLCELÂLİN HAS VE SADIK BİR TERCÜMANI OLDUĞUNU BİLDİRSİN…….Otuz Birinci Söz


SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN HİSSEMİZ;

…..İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni diyor ki:

Ben seyr-i sülûk-i ruhanîde görüyordum ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan mervî olan kelimat nurludur, Sünnet-i Seniyye şuâı ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki, Sünnet-i Seniyyenin şuâı bir iksirdir. Hem o Sünnet, nur isteyenlere kâfidir; hariçte nur aramaya ihtiyaç yoktur.

İşte, böyle hakikat ve şeriatın bir kahramanı olan bir zâtın bu hükmü gösteriyor ki, Sünnet-i Seniyye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemâlâtın madeni ve menbaıdır….

“Allahım bize Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmeyi nasip et.”…Bediüzzaman Said Nursî R.A …….Lem’alar

“ Peygamberimiz uyumak üzere yattıkları zaman sağ elinin ayasını sağ yanağının altına koyar, “Allaha şükür olsun ki bizi yedirdi, içirdi, barındırdı; zira geçinecek şeyi, barınacak yurdu bulunmayan niceleri vardır. Yarabbi Sen’in ismi şerefinle yatıp kalkıyorum.” diye dua buyururlardı………….


.

13.1.18

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( SAADET-İ EBEDİYE MÜJDECİSİ A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

19 - SAADET-İ EBEDİYE MÜJDECİSİ (A.S.M)

Anlamı: Sonsuz mutluluğun sevinçli haberini veren Hz. Muhammed A.S.M

“ İman eden ve iyi işler işleyen mü’minleri müjdele! ” Bakara Sûresi, 2:25.

Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Allah Teâla Hazretleri ferman etti ki: 'Ben Azimu'ş-Şân, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım.”

….İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan yani risaleti cihetiyle bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün…Onuncu Söz

BU İSMİN HAKİKATİNE DAİR;

" And olsun ki, onu bir kere daha hakikî suretinde, Sidre-i Müntehâda gördü ki, onun yanında Me’vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre’yi Allah’ın nuru kaplamıştı. Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü." Necm Sûresi, 53:13-18.

…..Hem yüzer mu’cizât-ı bâhiresine ve âyât-ı kàtıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’ân-ı Hakîmin olarak, bütün ervâh-ı neyyire ashâbı olan enbiyalar ve kulûb-u nuraniye aktâbı olan evliyalar ve ukul-ü münevvere erbabı olan asfiyalar, bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, Senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve Senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve izzet-i celâline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakîn itikadlarıyla saadet-i ebediyeyi cin ve inse müjdeliyorlar ve ehl-i dalâlet için Cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar….Münacat

…………Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mirac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcemâlin rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki:

Biçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrât ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşânede oldukları hengâmda, şöyle bir müjde ne kadar kıymettar olduğu; ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde ne kadar saadet-âver olduğu tarif edilmez.

Bir adama, idam edileceği anda, onun affıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver….Sözler

….. Ve bu kâinatın Sahibi (celle celâluhu) o şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) saltanat-ı rububiyetine bir yüksek dellâl ve kâinat tılsımının ve hilkat muammasının bir doğru keşşafı ve lütuf ve rahmetinin bir parlak misali ve şefkat ve muhabbetinin bir beliğ lisanı ve âlem-i bâkideki hayat-ı daime ve saadet-i ebediyenin en kuvvetli müjdecisi ve elçilerinin en son ve en büyük bir resul eylemiş. Acaba bu mahiyetteki bir hakikate kanaat etmeyen veya ehemmiyet vermeyen, ne derece hasâret ve hata ve belâhet ve cinayet ettiğini kıyas edilsin!...Şualar

………..Öyle de, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, değil yalnız kalbi ve ruhuyla, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letâifiyle, kırk seneye mukàbil kırk dakikada, velâyetinin keramet-i kübrâsı olan Miracı ile bir cadde-i kübrâ açarak hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mirac merdiveniyle Arşa çıkmış, Kàb-ı Kavseyn makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billâh ve iman-ı bil’âhireti aynelyakîn, gözüyle müşahede etmiş, Cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Miracın kapısıyla açtığı cadde-i kübrâyı açık bırakmış…..Mektubat

SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİM/SIFATTAN HİSSEMİZ;

………..Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?

Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukàbil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukàbil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.

Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.

Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:

Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz.

Siz fenâya değil, bekàya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.......Yirminci Mektup /Birinci Makam

…………….Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var.

Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalâletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleketi, ahbapların mecmaıdır. Başta şefîimiz olan Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.

Evet, bin üç yüz elli senede, her sene üç yüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbîsi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde, es-sebebü ke’l-fâil sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenâtın bir misli, sahife-i hasenâtına ilâve edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlâhiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin teâlîsinin sebebi olan o zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada “Ümmetî, ümmetî” rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes “Nefsî, nefsî” dediği zaman, yine “Ümmetî, ümmetî” diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.

İşte o zâtın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi, sünnet-i seniyyeye ittibâdır….Lem’alar



.

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( MU'CİZAT-I BAHİRE SAHİBİ A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

18- MU'CİZAT-I BAHİRE SAHİBİ (A.S.M)

Anlamı: Ap açık mu’cizeler sahibi olan Hz. Muhammed A.S.M

Evet, ehl-i tahkikatın ittifakıyla, şakk-ı kamer ve parmaklarından su akması gibi bine bâliğ mu’cizatından hadd ü hesaba gelmez delail-i nübüvvetinden başka, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-i hakaik ve kırk vecihle mu’cize olan mu’cize-i kübra, güneş gibi risaletini göstermeye kâfidir…Sözler

BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;

………. "Bu kadar ahlak-ı hasene ve kemalatla beraber, bu kadar mu’cizât-ı bahiresi bulunan bir Zat (a.s.m.), elbette en doğru sözlüdür. Ahlaksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil."..Mektubat

……..Hem o mu’cizât-ı bâhire sahibi olan vahdâniyet dellâlı ve saadet-i ebediye müjdecisi, kendi zât-ı mübarekinde öyle ahlâk-ı âliye ve vazife-i risaletinde öyle secâyâ-yı sâmiye ve tebliğ ettiği şeriat ve dininde öyle hasâil-i gàliye vardır ki, en şedit düşman dahi onu tasdik ediyor, inkâra mecal bulamıyor. Madem zâtında ve vazifesinde ve dininde en yüksek ve güzel ahlâkları ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kıymettar ve makbul hasletleri bulunuyor. Elbette o zât, mevcudattaki kemâlâtın ve ahlâk-ı âliyenin misali ve mümessili ve timsali ve üstadıdır. Öyle ise, zâtında ve vazifesinde ve dininde şu kemâlât ise, hakkaniyetine ve sıdkına o kadar kuvvetli bir nokta-i istinaddır ki, hiçbir cihette sarsılmaz…..Mektubat

……Sabık beyanatta kat’î ispat edildiği üzere, nihayetsiz bir ilm-i muhît ve hadsiz bir irade-i külliye ve nihayetsiz bir kudret-i mutlaka sahibi olan şu kâinatın Sâni-i Hakîmi ve şu insanların Hâlık-ı Rahîmi, bütün semâvî kitapları ve fermanlarıyla Cenneti ve saadet-i ebediyeyi nev-i beşerin ehl-i imanına vaad etmiştir.

Madem vaad etmiştir, elbette yapacaktır. Çünkü vaadinde hulf etmek Ona muhaldir. Çünkü vaadini ifa etmemek, gayet çirkin bir noksandır.

Kâmil-i Mutlak, noksandan münezzeh ve mukaddestir. Vaad ettiğini yapmamak, ya cehlinden veya aczinden yapamaz.

Halbuki, o Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Külli Şey hakkında cehil ve acz muhal olduğundan, hulf-ü vaad dahi muhaldir.

Hem başta Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve ehl-i iman, mütemâdiyen o Rahîm-i Kerîmden, vaad ettiği saadet-i ebediyeyi rica edip yalvarıyorlar ve niyaz edip istiyorlar.

Hem bütün Esmâ-i Hüsnâ ile beraber istiyorlar. Çünkü, başta şefkati ve rahmeti, adaleti ve hikmeti ve Rahmân ve Rahîm, Âdil ve Hakîm isimleri ve rububiyeti ve saltanatı ve Rab ve Allah isimleri gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsı, daire-i âhireti ve saadet-i ebediyeyi iktiza ve istilzam ederler ve tahakkukuna şehadet ve delâlet ediyorlar.

Belki, Onuncu Sözde ispat edildiği gibi, bütün mevcudat bütün hakaikiyle dâr-ı âhirete işaret ediyorlar.

Hem, fermân-ı âzam olan Kur’ân-ı Hakîm, binler âyât ve beyyinâtıyla ve berâhin-i sadıka-i kat’iyesiyle o hakikati gösteriyor ve talim ediyor. VE NEV-İ BEŞERİN MÂBİHİ’L-İFTİHARI OLAN HABİB-İ EKREM, BİNLER MU’CİZÂT-I BÂHİREYE İSTİNAD EDEREK, BÜTÜN HAYATINDA, BÜTÜN KUVVETİYLE O HAKİKATİ DERS VERMİŞ, İSPAT ETMİŞ, İLÂN ETMİŞ, GÖRMÜŞ VE GÖSTERMİŞ.

Allahım! Ona, âline ve ashabına, Cennetteki ehl-i Cennetin nefesleri sayısınca salât ve selâm et ve bereket ihsan et. Bizi, bu kitabın naşirini, arkadaşlarını, sahibi olan Said’i, anne ve babalarımızı, erkek ve kız kardeşlerimizi, onun sancağı altında saidler olarak haşret; bizi onun şefaatiyle rızıklandır; bizi, onun âl ve ashabıyla beraber, rahmetinle Cennete koy, ey Erhamürrâhimîn. Âmin, âmin…Yirminci Mektup | İkinci Makam

SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİM/SIFATTAN HİSSEMİZ;

Ey Rabb-i Rahîmim!

Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ki: Başta Kur’ân ve Resûl-i Ekremin olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celâllî ve cemâllî isimlerinin tecellileri daha parlak bir sûrette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde rahîmâne cilveleri, nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şa’şaalı bir tarzda dar-ı saadette istimrarına ve bekàsına ve bu kısa hayat-ı dünyeviyede onları zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müştakların, ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına icma’ ve ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem, yüzer mu’cizat-ı bâhirelerine ve âyât-ı kàtıalarına istinaden, başta Resûl-i Ekrem ve Kur’ân-ı Hakîmin olarak bütün nuranî ruhların sahipleri olan peygamberler ve bütün münevver kalblerin kutupları olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akılların mâdenleri olan sıddıkînler, bütün suhuf-u Semâviyede ve kütüb ü mukaddesede senin çok tekrar ile ettiğin binler vaadlerine ve tehditlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza eden kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve senin izzet-i celâline ve saltanat-ı rubûbiyetine itimaden, hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını bildiren hadsiz keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bulunan itikadlarına ve imanlarına binaen saadet-i ebediyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet için cehennem ve ehl-i hidâyet için cennet bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar, kuvvetli iman edip şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahmân-ı Rahîm! Ey Sâdıku’l-Vâ’dil Kerîm! Ey izzet ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl!

Bu kadar sâdık dostlarını, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuûnâtını yalancı çıkarmak, tekzib etmek ve saltanat-ı rubûbiyetinin kat’î muktaziyatını tekzib edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibâdının âhirete bakan hadsiz dualarını ve dâvâlarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve Seni vaadinde tekzib etmekle, Senin azamet-i kibriyâna dokunan ve izzet-i celâline dokunduran ve ulûhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rubûbiyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlisin.

Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten senin o nihayetsiz adâletini ve nihayetsiz cemâlini ve hadsiz rahmetini hadsiz derece takdis ediyoruz. Ve bütün kuvvetimizle iman ederiz ki; o yüzbinler sâdık elçilerin  ve o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın olan enbiya, asfiya evliyalar hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn sûretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekàdaki ihsanatının definelerine ve dar-ı saadette tamamiyle zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattır. Ve işaretleri doğru ve mutabıktır. Ve beşaretleri sâdık ve vâkidir. Ve onlar bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hâmîsi olan Hak isminin en büyük bir şuâı; bu hakikat-ı ekber-i haşriye olduğunu iman ederek senin emrin ile senin ibâdına hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-ı hakikat olarak tâlim ediyorlar.

Yâ Rab! Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle. Âmin….Bediüzzaman Said Nursî R.A

.

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( MAHBUB-U KULÛB A.S.M )

 “ Bismillâhirrahmânirrahim..”

17- MAHBUB-U KULÛB (A.S.M)

Anlamı: *Kalplerin ve gönüllerin sevgilisi olan Hz. Muhammed A.S.M*

“ De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:31…âyetinde i’câzlı bir îcâz vardır. Çünkü çok cümleler bu üç cümlenin içinde derc edilmiştir. Şöyle ki:

Şu âyet diyor ki: “Allah’a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”

İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir meâlidir. Demek oluyor ki, insan için en mühim, âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı âlânın yolu Habibullaha ittibâdır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidâdır….” On Birinci Lem'a

BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;

…..Muhammed-i Haşimî Aleyhissalâtü Vesselâma bak. O Zât, ümmîliğiyle beraber, bir kuvvete mâlik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hâkimiyetleri sebkat etmemişti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken, mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itmi’nan ile büyük bir işe teşebbüs etti, bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı, kalblerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak pek yüksek âdât ve güzel ahlâkı tesis etti, vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları, o zamana, o âleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sâhirlerin sihirlerini yutan asâ-yı Mûsâ gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev-i beşeri istilâ eden zulüm, fesat, ihtilâl, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi ettirdi. Acaba o zâtın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delâlet etmez mi?...İşaratü'l-İ'caz

………..İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. MAHBUB-U KULÛB, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu…. Yedinci Reşha

…………Rüyet-i cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin:

Yani, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecâtına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir; canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar.

Halbuki, bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemeâtın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rüyete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelâli ve’l-Kemâlin saadet-i ebediyede rüyetine muvaffak olması ne kadar saadet-âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu, insan isen anlarsın…..Mi’raç Risalesi

SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİM/SIFATTAN HİSSEMİZ;

Muhabbetullah, ittibâ-ı Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı istilzam eder. Çünkü Allah’ı sevmek, Onun marziyâtını yapmaktır. Marziyâtı ise, en mükemmel bir surette zât-ı Muhammediyede (a.s.m.) tezahür ediyor. Zât-ı Ahmediyeye (a.s.m.) harekât ve ef’alde benzemek iki cihetledir.

Birisi: Cenâb-ı Hakkı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyâtı dairesinde hareket etmek, o ittibâı iktiza ediyor. Çünkü bu işte en mükemmel imam, zât-ı Muhammediyedir (a.s.m.)

İkincisi: Madem zât-ı Ahmediye (a.s.m.) insanlara olan hadsiz ihsânât-ı İlâhiyenin en mühim bir vesilesidir; elbette Cenâb-ı Hak hesabına hadsiz bir muhabbete lâyıktır.

İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabilse, fıtraten benzemek ister. İşte, Habibullahı sevenlerin, Sünnet-i Seniyyesine ittibâ ile ona benzemeye çalışmaları kat’iyen iktiza eder. Lem'alar /On Birinci Lem'a

“Benim sünnetimi kim canlı tutarsa, beni seviyor demektir. Beni kim severse, cennette benimle beraber olur” Hz. Muhammed A.S.M

“Ey Resûlüm, de ki: Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” (Al-i İmran suresi, 3/31)

“Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzâp Suresi 33/71)


.