“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
22 - DELLÂL-I VAHDANİYET VE SAADET (A.S.M)
Anlamı: Allah’ın birliğine ve
mutluluğa çağırıp ilan eden Hz. Muhammed A.S.M
............İşte, o zât, bir saadet-i
ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı….
………Hem maden-i kemâlât ve
muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdâniyet ve saadet, kendi kendine
söylemiyor, belki söylettiriliyor. Evet, Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettiriliyor….Mektubat
………..Hem öyle acaip bir âlemden
hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâptan haber veriyor ki, binler küre-i
arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz.
……….Hem öyle bir saadetten pek ciddî
olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i
zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir......Reşhalar
BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;
…Din-i İslâm ve kemâl-i iman için
Allah’a hamd olsun. Daire-i İslâmın merkezi ve envâr-ı imanın menbaı olan
Muhammed ile onun bütün âl ve ashabına, gece gündüz, ay ve güneş devam ettikçe
salât ve selâm olsun…Bediüzzaman Said Nursî R.A
İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu gördüğün
büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (a.s.m.) o
kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.
Eğer o âlem-i kebir bir şecere
tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur.
Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz
edilirse, o nur onun ruhu olur.
Eğer büyük bir insan tasavvur
edilirse, o nur onun aklı olur.
Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet
bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur.
Eğer pek büyük bir saray farz
edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve
tecelliyat-ı cemâliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve
münâdi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan
bütün antika san’atları, harikaları ve mu’cizeleri târif ediyor. Halkı o saray
Sâhibine, Sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayretefzâ dâvet ediyor…............Mesnevi-i
Nuriye / Habbe
….Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.)’dır
ki, âlem-i şehadette iken gaybiyattan haber verir bir beşîr ve nezîr olup bütün
kuvvetiyle, kemâl-i ciddiyetle ve vüsuk ile ve itminân ile, yüksek bir iman ile
nev-i beşere karşı tevhid dinini “Lâ
İlâhe İllallah” ile ilân ve ilâm ediyor…. Katre / Mesnevi-i Nuriye
….Gel, ey arkadaş! ....................................... Gel, bir
gemiye bineceğiz; şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünkü bu
tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak. Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan
birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar.
İşte, bak, gidiyoruz. Şimdi şu
cezireye çıktık. Bak, pek büyük bir içtima var. Şu memleketin bütün büyükleri
buraya toplanmış gibi, mühim ihtifal görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i
azîmenin bir reisi var. Gel, daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız.
İşte, bak, ne kadar parlak ve binden
ziyade nişanları var. Ne kadar kuvvetli söylüyor, ne kadar tatlı bir sohbet
ediyor! Şu on beş gün zarfında bunların dediklerini ben bir parça öğrendim; sen
de benden öğren. Bak, o zat, şu memleketin mu’ciznümâ sultanından bahsediyor.
“O sultan-ı zîşan beni sizlere gönderdiğini” söylüyor. Bak, öyle hârikalar
gösteriyor; şüphe bırakmıyor ki, bu zat o padişahın bir memur-u mahsusudur…..Sözler
…………..
……….Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.)
nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o
nur, o ziya ile inkişaf etti. Ve göründü ki, şu kâinatın mevcudatı, esmâ-i
İlâhiyeyi okutan birer mektubât-ı Samedâniye, birer muvazzaf memur ve bekàya
mazhar kıymettar ve mânidar birer mevcutturlar.
Eğer o nur olmasaydı, mevcudat
fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, mânâsız, faydasız, abes, karma karışık,
tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı. İşte, şu sırdandır ki,
insanlar zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) duasına âmin dedikleri gibi, Arş ve ferş ve
serâdan Süreyyaya kadar bütün mevcudat, onun nuruyla iftihar edip alâkadarlık
gösteriyorlar…..Sözler
SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN HİSSEMİZ;
Arkadaş! O zât-ı mürşid, nev-i
beşeri korkutmak için pek müthiş hakikatlerden bahsediyor. Ve insanları tebşir
için, kalbleri cezb ve akılları celb eden meselelerden haber veriyor.
Yahu! Hakaik ve garaibi keşif için
insanlarda öyle bir şevk, öyle bir merak vardır ki, garip bir hakikati keşif
yolunda canlarını, mallarını feda ediyorlar. Bu zâtın (a.s.m.) keşf ve ihbar
ettiği hakaike ne için ehemmiyet vermiyorlar? Halbuki, bütün enbiyâ ve evliyâ
ve sıddıkîn gibi ehl-i şuhud ve ashab-ı ihtisas, bilittifak o zâtı tasdik etmiş
ve ediyorlar. Bu zât (a.s.m.), öyle bir Sultanın şuûnundan bahsediyor ki, kamer
Onun mülkünde bir sinek gibidir. Acip harikalardan bahsettiği gibi, pek müthiş
infilâk ve inkılâplardan da haber veriyor………….
Ve beşer için öyle bir istikbalden
haber veriyor ki, dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre hükmündedir. Ve öyle
bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona nazaran rüyalar gibi olur.
Evet, bu kâinatın perdesi altında çok acaip şeyler vardır, bizleri bekliyorlar.
Biz de onları intizar ediyoruz. Binaenaleyh, o acaibi görüp bize keyfiyetlerini
hikâye etmek için hârikulâde bir insan lâzımdır ki, o harika garaibi görsün ve
gördüğü gibi bize de söylesin.
Ve keza, o zât, Hâlıkımızın bizden
talep ettiği şeylerden bahsediyor ve çok hakikatlerden, meselelerden haber
veriyor ki, onlardan kurtuluş yoktur. Feyâ acaba! Ekser-i nâs neden böyle hak
şeylerden göz yumuyorlar, hakikatlerden kulak tıkıyorlar? Mesnevi-i Nuriye / Reşhalar
………..
……Beş altı tarikle, mânevî bir
tevatür hükmünü almış kurt hâdisesidir ki, bu kıssa-i acibe çok tariklerle
meşhur Sahabelerden nakledilmiş. Ezcümle, Ebu Saidi’l-Hudrî ve
Selemeti’bnü’l-Ekvâ ve İbni Ebî Veheb ve Ebu Hüreyre ve bir vak’a sahibi çoban
(Uhban) gibi müteaddit tariklerle haber veriyorlar ki:
Bir kurt, keçilerden birisini
tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış. Zi’b demiş: “Allah’tan korkmadın,
benim rızkımı elimden aldın.” Çoban demiş: “Acaip, zi’b konuşur mu?” Zi’b ona
demiş:
“*Acip senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zât var ki sizi
Cennete davet ediyor, peygamberdir, onu tanımıyorsunuz.*”.................. Mu’cizat-ı Ahmediye
A.S.M
….*İşte, bu zâtın her söylediği sözü,
etrafındaki bütün aklı başında olanlar, “Evet, evet, doğrudur” derler, tasdik
ederler*…………………Sözler
.... “*Bunu tanımazsak, lâkayt
kalsak, menfaati hiç yok. Zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak,
meşakkati pek hafiftir; menfaati olursa pek azîmdir. Onun için, ona karşı
lâkayt kalmak hiç kâr-ı akıl değildir.*”..( Yirmi İkinci Söz Vahdaniyet
Delillerinden Birinci Bürhandan mana muvafakatı ile Efendimiz A.S.M atfen buraya alınmıştır…Çünkü:
…..On Dokuzuncu Sözde tarif edilen
ve kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı ve o Kur’ân-ı Kebirdeki ism-i âzamı ve o
şecere-i kâinatın çekirdeği ve en münevver meyvesi ve o saray-ı âlemin güneşi
ve âlem-i İslâmiyetin bedr-i münevveri ve rububiyet-i İlâhiyenin dellâl-ı
saltanatı ve tılsım-ı kâinatın keşşâf-ı zîhikmeti olan Seyyidimiz
Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün enbiyayı sâyesi altına alan
risalet cenâhı ve bütün âlem-i İslâmı himayesine alan İslâmiyet cenahlarıyla,
hakikatin tabakatında uçan ve bütün enbiya ve mürselîni, bütün evliya ve
sıddıkîni ve bütün asfiya ve muhakkıkîni arkasına alıp, bütün kuvvetiyle
vahdâniyeti gösterip, arş-ı ehadiyete yol açıp gösterdiği iman-ı billâh ve
ispat ettiği vahdâniyet-i İlâhiyeye, hiç vehim ve şüphenin haddi var mı ki
kapatabilsin ve perde olabilsin?
Madem On Dokuzuncu Sözde ve On
Dokuzuncu Mektupta o burhan-ı kàtıın âbülhayat-ı marifetinden On Dört Reşha ve
On Dokuz İşârât ile o zât-ı mu’ciznümânın envâ-ı mu’cizâtıyla beraber icmâlen
bir derece tarif ve beyan etmişiz. Şurada, şu işaretle iktifa edip, o
vahdâniyetin burhan-ı kàtıını tezkiye eden ve sıdkına şehadet eden esâsâta
işaret suretinde bir salâvat-ı şerife ile hatmederiz:..
Allahım! Vücub-u vücuduna ve
vahdâniyetine delâlet ve celâline ve cemâline ve kemâline şehadet eden o zâta
rahmet et ki, o, bütün kâinatın ve bütün enbiya ve evliyanın tasdikiyle
musaddak şahid-i sadık ve bütün ehl-i tahkikin tahkikatıyla müeyyed burhan-ı
nâtık, bütün enbiya ve mürselînin icmâ ve tasdik ve mu’cizelerinin sırrına
mazhar olan efendisi, bütün evliya ve sıddıkînin ittifak ve tahkikat ve
kerametlerini hâvi olan imamı, hakkaniyeti hadsiz tahkikatla teyid ve tasdik
edilen mu’cizât-ı bâhire ve havârık-ı zâhire ve delâil-i kàtıa sahibi, zâtında
güzel hasletlerin en nihayet merâtibini, vazifesinde ahlâk-ı ulviyeyi, hilâftan
münezzeh olan şeriat-i mükemmelesinde en yüksek seciyeleri câmi’, Kur’ân’ı
indirenin, indirilen Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân indirilen zâtın ittifakıyla
vahy-i Rabbânînin mazharı, âlem-i gayb ve âlem-i melekûtu seyr ü seyahat ve
temâşâ eden, ervâhı müşahede ve melâikeye refakat eden, şahsen ve nev’en ve
cinsen kâinatın bütün kemâlâtının fihristesi, şecere-i hilkatin en münevver
meyvesi, hakkın sirâcı, hakikatin burhanı, rahmetin timsali, muhabbetin misali,
kâinat tılsımının keşşâfı, saltanat-ı Rububiyetin dellâlı, şahsiyet-i
mâneviyesinin remz-i ulviyetiyle, Fâtır-ı Âlemin bu kâinatı onu nazara alarak
halk ettiği anlaşılan, düsturlarının vüs’ati ve kuvvetinin işaretiyle Kâinat
Nâzımının nizâmı olduğu ve Hâlık-ı Kâinat tarafından vaz edildiği zahir olan
şeriatin sahibidir.
Evet, bu nizâm-ı ahsen ve ecmeli
câmi’ olan bu dinin nâzımı, ancak bu nizâm-ı etem ve ekmel olan bu kâinatın
Nâzımı olabilir. Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en
etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun
imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine
olsun.
Bu doğru söyleyen ve doğrulanan
vahdâniyet şahidi, bütün şahitlerin başları üzerinde bir nidâ edici ve beşer
taifelerine bir muallim olarak, bütün kuvvetiyle ve gayet-i ciddiyetiyle ve
nihayet-i vusukuyla ve kuvvet-i itmi’nânı ve kemâl-i imânıyla, asırların ve
kıt’aların gerisinden ulvî bir nidâ ile seslenip, “Allah’tan başka ibâdete
lâyık hiçbir ilâh bulunmadığına şehadet ederim. O birdir ve Onun hiçbir şeriki
yoktur” diye ilân ediyor….Bediüzzaman Said Nursî R.A