Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Sayın hâkimler,
Bir din âlimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait kitaplarını okumak ve yazmak ve din arkadaşlarının imdadına koşmak üzere dinine ve Kur’ân’ına ve Peygamberine (a.s.m.) hizmet etmek bir mü’minin vazifesi ve hakkı değil midir?
Bizi bu hizmet-i
diniyeden men eden bir kanun maddesi var mıdır?
Bazı cihetlerin zamanımızdaki küfrî ve gayr-i ahlâkî
cereyanları tenkit etmesi bir suç mu teşkil ediyor?
Biz ne siyasetle, ne idare ile asla alâkası olmayan, yalnız
dindar, saf halk kitlesiyiz. Bir insana hüsn-ü zan etmek ve kıymet vermek
herkesin şahsî bir kanaatidir.
Biz Bediüzzaman’ı
zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz.
Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade
eden bir hakikat adamı biliyoruz.
Mücahid adını
vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve imansızlık
cereyanlarına karşı Kur’ân’ın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği
müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır.
Din ve vicdan
hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mes’ul
olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.
Âhirzamanda hadisin haber verdiği şahısların meselesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı hadislerle, ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ömrünün 1500 seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ve dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih hadiselerini, "kıyamet alâmetleri" diye haber veriyor.
Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dikkatini
celb ediyor.
Gaflet ve cehaletle bu şerlere dûçar olanların ebedî şekavet
ve helâketle karşılaşacaklarını söylüyorlar.
Bunlara dair sayısız dinî bürhanlar mevcuttur.
Bizler Allah’a ve Resulüne ve Kur’ân’a inanmışız.
Şimdi bu imanın ve
Peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helâk-ı ebedîden
kurtarmak için çalışmayalım mı?
Etrafımızda olup
bitenleri görmeyelim mi? "Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu
tehlikelere düşen nesil biz olmayalım?" diye bunları mevcut dinî
hakikatlere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi?
Biz de, önümüzdeki
müsbet delilleri ve vücud-u İlâhîye bizi sevk eden hakaik-i müberhene ve
ilmiyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâzime-i medeniyet ve
şiar-ı irfan add ile dinimizi terk etsek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim
kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi?
Bu zihniyette olan,
Kur’ân’dan ve onun hakaikinden üstün birşey tanımayan bir insan, sırf fâni
cezalar korkusuyla kendini ebedî helâke atar mı?
Yahut fâni bazı
kıymetlere değer verir mi?
Allah ve Resulüne ve
dinine hizmet vazifesinden vazgeçer mi?
İşte bizi
Bediüzzaman’a bağlayan hakiki âmiller bunlardır. Başka bir menba-i dinî var mı
ki, biz ruhumuzun bu ezelî ihtiyaçlarını onunla teskin edelim?
Sayın Savcı, bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arapça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitapları tavsiye ediyor.
Sayın Savcı ve onun
gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i
hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkit de edebilirler. Bu
kendilerinin bileceği bir iştir.
Bizim şu veya bu
esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar.
Biz Risale-i Nur’u
seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyâsız bir din kitabı ve Kur’ân tefsiri biliyoruz.
Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir
takdir meselesidir. Buna kimse müdahale edemez.
Evet, biz Risale-i
Nur Müellifinin daima ayn-ı hakikat dersi verdiğine kailiz. Kendisinin kabul
etmemesi bizim bu kanaatimizi sarsmıyor. Ancak bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil,
Nurların dersinde harikulâde ve ekmel tezahürlerine şahit olduğumuz ve bütün
cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır.
Tahsil hayatı üç
aydan başka mevcut olmadığı halde bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilmin
harikalarıyla en müntehâ mesâil-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri
dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından
sonra öğrendiği bir lisanla bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici
bir hareket izhar eden ve gayet feyyâz bir aşk ve heyecan terennüm eden bir
derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir
ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?
·
Fâni
zevâhirin âlâyişine ednâ bir meyil ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir
menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen;
·
Levs-i
fâninin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla kıymet vermeyen;
·
Kimseden
birşey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri kabul etmeyen;
·
İffet ve
ismetin en âlî örneklerini yaşatarak sabûrâne, mütehammilâne, her nevi mahrumiyetlere
göğüs germek sûretiyle kendini hakikate ve envâr-ı Kur’âniyeye ve maarif-i
Muhammediyenin (a.s.m.) izharına vakfeden;
·
Ve
memleket ve milletin ıztırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan; kendine
yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden
asla vazgeçmeyen;
·
ihtiyarlığına
ve bîkesliğine bakmayarak insanları gayyâ-yı cehil ve girdâb-ı inkârdan
kurtarmaya, hasbî ve İlâhî bir cehd ile çalışan ve savaşan fazilet ve nur
âbidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz?
Kendisinin bu arz
edilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle
bir devirde gösterdiği bu misilsiz feragat ve istiğna ve şaheser-i ismet ve
istikamet dolayısıyla yine bir enmûzec-i kemâl ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmaya
ve iktida edilmeye şâyândır.
İşte biz Bediüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz. Acaba mumaileyhe sırf imanımızdan neş’et eden bu bağlılığımız ve Kur’ân’ın ve beyanat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) küfür ve ahlâk hakkındaki şiddetli tevbih ve tezyiflerine bu imanımız dolayısıyla iştirakimiz, bizi levs-i fâni addedilen siyasetçi mi yaptı?
Yoksa yirmi beş
seneden beri din hakikatlerini öğrenemeyen ve helâk-i mutlaka giden soyumuzun
bir kısım evlâtlarına, onları helâk-ı ebedîden kurtarmak için, Allah ve
Resulünden, hakikat ve Kur’ân’dan haber vermek, onların temiz ruhlarını mâsum
vicdanlarını ıslah etmeye hiç ifsad denilir mi?
Sayın hâkimler,
Biz asla siyasetçi değiliz. Biz siyaseti, bizim gibi siyaset ehli olmayana binbir çeşit veballer, tehlikeler ve mes’uliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fâni zevâhire de zaten kıymet vermeyiz. Dünyaya ancak rıza-yı İlâhîye bizi götüren hayırlı vechesiyle bakıyoruz. Bu itibarla siyaset peşinde koşmayı ve devlet mefhumuyla mübareze ithamını şiddetle reddediyoruz. Eğer böyle bir kasıt olsaydı, yirmi beş seneden beri ednâ bir tezahür olurdu.
Evet, bizim menfî bir cephemiz, ahlâksızlığa ve imansızlığa müteveccih bir takbih tarafımız var. Bu sırf imandan ve Kur’ân’ın bu mevzular üzerindeki şiddet-i beyan ve azamet-i tevbihine bizzarure iştirakimizden ileri geliyor. Eğer bu esbab-ı mucibe, samimiyetin ve ihlâsın, hakikat ve safvetin bu tarz-ı beyanı size kanaat vermediyse, bize ne şekil isterseniz ceza veriniz. Lâkin unutmayınız ki, bugün altı yüz milyon insanın mensubiyetini taşıdığı Hazret-i İsa (a.s.) zamanının idarecileri tarafından sırf insanlığın saadeti için kalbi çarptığı ve emanet-i tebliği hâmil bulunduğu sebeplerle âdi bir hırsız gibi idama mahkûm edilmişti.
Biz hür söylediğimizden dolayı mâruz kalacağımız bu mahkûmiyeti iftiharla karşılayacağız. Ve sadece “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” nidasıyla dergâh-ı Kàdiyü’l-Hâcâta el açacağız.
Afyon Cezaevinde mevkuf
Ortaklar Bucağından
Ahmet Feyzi Kul
Ortaklar Bucağından
Ahmet Feyzi Kul