30.3.08

Kastamonu Lahikasın'dan Önemli mektuplar

İkinci Mes'ele: Otuzbirinci âyetin işâretinin beyanında, يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yâni kırılacak bir cam parçasını, bâkî elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair âza vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.

Hem nasılki bir cazibedar, sefihâne ve sarhoşâne şa'şaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini ta'til ederek iştirâk ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî lâtifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.

Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terkeder.

Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyle ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyle o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hâcât-ı hayatiyeyi, büyük bir mes'ele-i diniyeye tercih ettiriyor. Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tiryak-misâl ilâçlarının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metîn, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sâdık, fedâkâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli.

Sadâkatla, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam îtimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve duâ ediyoruz.




Azîz, Sıddık, Sebatkâr, Metîn Kardeşlerim!

Sizin faaliyetiniz ve sebatkârane çalışmanız, Risale-i Nur dairesinin zenbereği hükmünde bizleri ve çok yerleri harekete getiriyorsunuz. Allah sizden ebeden razı olsun. Bin âmin âmin.

Size, Hizb-ül Kur'anî'den evvel gönderilen Risale-i Nur'un Vird-ül-Âzamına ilhak etmek için bir parçayı yazdık, bir parçayı da Yirmidokuzuncu Lem'ada yerini gösterdik. Benim hususî tefekküratım o neviden olduğu cihetle bana ihtar edildi, ben de yazdım.

Sâniyen: Birkaç gün evvel size gönderdiğim son mektubdaki, hayat-ı dünyeviyenin hayat-ı diniyeye galebe etmesine dair ikinci mes'elesi münâsebetiyle gâyet ince ve kaleme alınmaz bir mâna kalbe zâhir oldu. Yalnız gâyet kısa o mânaya bir işâret edeceğim. Şöyle ki:
Bu acib asrın hayatperest ehl-i dalâleti aldatan, sarhoş eden; fânilerden sûrî aldıkları zevki gayet acı ve elîm olduğunu ve ehl-i îmanın ve hidayetin aynı yerde ve o fânide bâkiyâne ve ulvî bir zevk bulunduğunu gördüm ve hissettim, fakat ifade edemiyorum.

Risale-i Nur'un müteaddid yerinde nasıl isbat etmiş ki, ehl-i dalâlet için, zaman-ı hazırdan mâadâ herşey madum ve firakların elemleriyle doludur. Ehl-i hidayet için mazi, müstakbel müştemilâtıyla mevcuddur, nurludur.

Aynen öyle de, fâniyatta, yani geçmiş muvakkat vaziyetler, ehl-i dünya için fena-yı mutlak karanlıklarında madumdur, ehl-i hidâyet için mevcuddur, diye gördüm. Çünki eski zamanda çok alâkadar olduğum zevkli veya kıymetli ve şerefli muvakkat vaziyetleri mütehassirane hatırladım, müştakane arzu ettim.

Neden bu mübarek vaziyetler mâzide kalıp fâni olsun, düşünürken, İman-ı Billâh nuru ihtar etti ki; o vaziyetler gerçi sureten fânidirler, birkaç cihette mevcuddurlar. Çünki Cenab-ı Hakk'ın bâki isimlerinin cilveleri olan o vaziyetler, dâire-i ilimde ve elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı misaliyede bâki oldukları gibi; nûr-u îmanın verdiği bâkiyane münasebet noktasında fevkazzaman bir vaziyette mevcuddurlar.

Sen, o vaziyetleri çok cihetle ve çok manevî sinemalarla görebilir ve girebilirsin diye anladım. Ve dedim: "Madem Allah var, her şey var" darb-ı mesel cümlesi, bu büyük hakikatı da ifade eder. Kimin için Allah varsa, yani Allah'ını bilse, herşey mevcuddur; kim Allah'ı bilmezse, ona herşey mâdumdur, diye delâlet eder. Demek «Elemli, karanlıklı, tahassürlü bir dirhem zevki, aynı yerde yüz derece ziyade dâimî, elemsiz bir zevke, sefahetle tercih edenler, aksi maksudlarıyla aynı zevkte elîm elemleri alır.»




"Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur"...