19.8.08

Bediüzzaman Said Nursi'nin Kronolojik Hayatı


bediüzzaman said nursi nin ile ilgili görsel sonucuBediüzzaman Said Nursi

1877 Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin, Sofi Mirza Efendi ve Nuriye Hanım’ın 4. çocukları olarak Bitlis’in Hizan kazasına bağlı Nurs Köyü’nde tevellüd edişi.
1897 Said Nurs’nin, Vali Hasan Paşa'nın daveti üzerine Van'a gidişi.
Müsbet ilimleri tetkik edip kısa zamanda her birisine vâkıf olması.
"Bediüzzaman" lâkabının verilmesi. 80 – 90 cilt kitabı, üç ayda bir defa ezberden tekrarlaması.
1900 İngiliz Müstemlekât Nazırı Gladiston'un gazetelerde çıkan konuşması ve Bediüzzaman'ın ruhunda meydana getirdiği feveran ve gayret.
1907 Bediüzzaman’ın İstanbul'a, Şark'ta üniversite açtırmak niyetiyle gelmesi.
Kaldığı yerin kapısına "Her suale cevap verilir" levhasını asıp, âlimleri sual sormaya dâvet etmesi.
Sultan II. Abdülhamid'e Şark'ta üniversite açtırmak için müracaatı.
Yıldız Divan-ı Harbi'ne verilmesi.
1909 31 Mart Hadisesi’nde Bediüzzaman'ın yatıştırıcılığı.
İsyan etmiş olan sekiz tabur askeri itaate getirmesi.
Bediüzzaman'ın Divan-i Harb'e verilmesi.
Divan-i Harb'te beraat edişi ve serbest bırakılması.
1910Divan-i Harb'ten beraat eden Bediüzzaman'ın, Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılması.

1911Şam'a gelişi ve Câmi-i Emeviye'de muhteşem bir hutbe irad etmesi.
Sultan Reşad'la beraber Rumeli seyahatine çıkması.
1913Bediüzzaman’ın Van'a gitmesi ve Şark üniversitesinin temelini attırması.
1915 Milis Kumandanı Bediüzzaman, Pasinler Cephesi’nde Ruslarla çarpışması.
1916 Bediüzzaman'ın Ruslara esir düşmesi.
1918 Bediüzzaman'ın Kosturma'dan firar edişi.
17 Haziran 1918 Bediüzzaman'ın Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul'a avdeti.
Enver Paşa'nın vazife teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman'a, Harbiye Nezareti’nin ikramiye ve harp madalyası vermesi.

13 Ağustos 1918 Ordu-yu Humayun'un tavsiyesiyle Dâr-ül Hikmet'e âzâ oluşu.
1919/ 19 Nisan 1919: Bediüzzaman'ın Dâr-ül Hikmet'ten altı ay izne ayrılması.
Sultan Vahdeddin’in, Bediüzzaman'a "Mahreç" payesi vermesi.
1920İngiliz işgaline karşı Hutuvat-i Sitte’yi neşrederek mücadele etmesi.
Bediüzzaman'ın Anglikan Kilisesi'ne cevabı.
Bediüzzaman’ın, Kuvâ-yı Milliye’yi desteklemesi.
1922 Bediüzzaman’ın İstanbul'dan Ankara'ya gitmesi.
9 Kasım 1922 Bediüzzaman'a Meclis'te hoşâmedî yapılması.
1923/ 19 Ocak 1923  Bediüzzaman’ın Meclis'te mebuslara hitaben 10 maddelik bir beyanname neşretmesi.
17 Nisan 1923  Ankara'da umduğunu bulamayan Bediüzzaman'ın Van'a gitmek üzere yola çıkması.
1925 – 1927 Bediüzzaman'ın Van'dan nefyi.
Aynı sene içinde Bediüzzaman Van'dan İstanbul'a, oradan da Burdur'a getiriliyor.
Isparta'da bir müddet kalan Bediüzzaman’ın, önce Eğridir, oradan da Barla'ya getirilmesi.
Risale-i Nur'lar telif edilmeye başlanıyor.
1934 Barla'dan alınan Bediüzzaman'ın Isparta'ya getirilişi.
1935/ 27 Nisan 1935 Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya ve Jandarma Umum Kumandanı’nın askerî bir kıt'a ile Isparta'ya gitmesi ve Bediüzzaman’ın tevkif edilmesi.
Tevkif edilen Bediüzzaman ve talebeleri’nin, muhakeme edilmek üzere Eskişehir'e götürülmesi.
1936 /27 Mart 1936 Tahliye edilen Bediüzzaman’ın, Kastamonu'da ikamete mecbur edilimesi.
Üç ay karakolda kalan Bediüzzaman’ın, karakol karşısında bir eve yerleştirilmesi.
1943/27 Eylül 1943: Bediüzzaman'ın tevkif edilerek Çankırı yoluyla Ankara'ya getirilmesi.
1944 Denizli Mahkemesi’nin başlaması.

15 Haziran 1944: Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Bediüzzaman'ın beraatını ilan etmesi.
Ağustos 1944 sonlarında Ankara'dan gelen emirle Bediüzzaman’ın Emirdağ'da ikamete mecbur edilmesi.
1948/23 Ocak 1948: Emirdağ'da kış ortasında Bediüzzaman ve talebelerinin tevkif edilişi ve Afyon mahkemesine sevki.
6 Aralık 1948: Afyon Mahkemesinin mevhum ve mesnetsiz iddialarla Bediüzzaman ve talebelerine mahkûmiyet kararı verişi ve temyiz.
1949/ 20 Eylül 1949: Halkın tezahüratına mâni olmak için Bediüzzaman’ın Afyon hapishanesinden gece yarısı tahliye edilmesi.

20 Kasım 1949: Bediüzzaman'ın tekrar Emirdağ'a getirilişi.
1952/Ocak 1952'de Gençlik Rehberi mahkemesi için Bediüzzaman’ın İstanbul'a gitmesi.
22 Ocak 1952: Gençlik Rehberi mahkemesinin ilk duruşması.
5 Mart 1952: Bediüzzaman'ın Gençlik Rehberi davasından beraatı.
Nisan1953 : Bediüzzaman’ın tekrar Emirdağ'a gidişi.
Mayıs 1953: Tekrar İstanbul'a giden Bediüzzaman'ın üç ay kadar İstanbul’da kalması.
Bediüzzaman'ın Patrik Athenagoras'la görüşmesi.
Onsekiz yıllık ayrılıktan sonra Barla'ya tekrar gidişi.
1956/23 Mayıs 1956: Sekiz senedir devam eden Afyon Mahkemesinde Risale-i Nurların beraatı ve iade edilmesi.

1957 – 1958 Nur Risaleleri’nin ve bu arada Tarihçe-i Hayat'ın matbaalarda neşredilmesi.
1960/ 23 Mart 1960 Çarşamba: Bediüzzaman’ın, Ramazan'ın 25. günü, gece saat 03.00 civarında bu fani âleme veda edişi.
12 Temmuz 1960 Salı: Mezarı açılan Bediüzzaman'ın naaşı, Şanlıurfa’daki mezarından çıkarılarak askerî bir uçakla Isparta’ya götürülmesi.

Bediüzzaman Said Nursi’nin Hayatı Boyunca Ayak Bastığı Yerler

1877: Türkiye – Bitlis’in Hazan kazasının Nurs Köyü’nde Doğdu.
1897: Türkiye – Van.
1900: Türkiye – İstanbul.
1910: Türkiye – İstanbul’dan Van’a geri dönüş.
1911: Suriye – Şam’a gidiş, Hutbe-i Şamiye’nin iradı.
1911: Rumeli Seyahati.
1913: Türkiye – Van’a tekrar gidiş, üniversite temeli atış.
1915: Türkiye – Erzurum – Pasinler Cephesinde I. Dünya Savaşı’na katılış.
1916: Türkiye – Erzurum – Pasinler’de (???) esir düşer, Rusya – Kosturma’ya götürülür.
1918: Rusya – Kosturma’dan firar eder.
1918: Rusya – Varşova, Almanya – Viyana, Bulgaristan – Sofya ve Türkiye – İstanbul’a ulaşır.
1922: Türkiye – Ankara’ya gizli şifre ile çağrı üzerine gider.
1923: Türkiye – Van’a geri döner.
1925: Türkiye – Van’dan nefyedilir.
1925 – 1927: Türkiye – İstanbul ve oradan da Burdur’a götürülür.
1925 – 1927: Türkiye – Burdur’dan Isparta, Eğirdir ve Barla’ya götürülür.
1934: Türkiye – Isparta’ya sürgün edilir.
1935: Türkiye – Isparta’dan Eskişehir’e götürülür.
1936: Türkiye – Eskişehir’den Kastamonu’ya gönderilir.
1943: Türkiye – Çankırı yoluyla Ankara’ya götürülür.
1944: Türkiye – Denizli Mahkemesi.
1944: Türkiye – Tekrar Emirdağ’a gider.
1948: Türkiye – Emirdağ’dan kışın ortasında Afyon’a götürülür.
1949: Türkiye – Afyon’dan gece tekrar Emirdağ’a gönderilir.
1952: Türkiye – İstanbul’a Gençlik Rehberi Mahkemesi için gelir.
1953: Türkiye – İstanbul’dan Emirdağ’a gider. (Nisan 1953).
1953: Türkiye – Emirdağ’dan 3 aylığına İstanbul’a tekrar gider. (Mayıs 1953).
1953: Türkiye – Isparta – Barla’ya 18 yıllık ayrılıktan sonra tekrar geri döner.
1956: Türkiye – Afyon Mahkemesi’nden Beraat eder.
1960: Türkiye – Şanlıurfa’da vefat eder.

Ruhlarına Fatiha

...

BEDİÜZZAMAN HZ.LERİNDEN KISA VECİZELER






1-Batıl şeyleri iyice tasvir safi zihinleri idlaldir-Mektubat 455


2-Hakikatı tanımayan hayalata sapar- Muhakemat 43


3-Gözünü kapayan yalnız kendi görmez, başkasına gece yapamaz- 14.Şua 409


4-Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz- Emirdağ Lahikası42


5-İnsan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır- 10. söz 47


6-Hilkatte israf ve abes yoktur- Muhakemat 72

7-Kadere iman eden gamlardan kurtulur–11.Şua


8-Kadere iman olmazsa hayatı dünyeviye saadeti mahvolur- 11.Şua


9-Her insanın küçük bir dünyası belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir- 11. Şua 193


10-Hak aldatmaz hakikatbin aldanmaz- 19.Söz 232


11-Risale-i Nur’a çalıştıkça yaşamakta kolaylık ve kalpte ferahlık ve maişette suhulet görüyoruz- Kastamonu Lahikası 101


12-Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar- 7. Şua


13-Risale-i Nur kitapları birbirine tercih edilmez-Kastamonu Lahikası 9


14-Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için takva tahribata karşı en büyük esastır- Kastamonu Lahikası–113


15-Elem olmazsa lezzet anlaşılmaz- 11. Şua


16-Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez–21.Söz–262


17-Mesleğimizin esası uhuvvettir- 21.Lem’a 167


18-Rahmeti itham eden rahmetten mahrum kalır- 2.Lem’a 13


19-Bahtiyar odur ki ittiba-ı sünnette hissesi ziyade ola–11.Lem’a 61


20-Cehennem ceza-yı ameldir fakat Cennet fazl-ı ilahidir- 13.Lem’a 85


Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir–16.Lem’a-s:22

İnsan hatadan hâli olamaz, fakat tövbe kapısı açıktır-Kastamonu Lahikası-s:187


En ziyade yaralananlar siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar siperinde sebat edenlerdir Mektubat-s:403


Namazın manası Cenabı Hakk’ı tesbih ve tazim ve şükürdür- 9.Söz-s:37


Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’alimizle izhar etsek sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle islamiyete girecekler, belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de islamiyete dehalet edecekler. Emirdağ Lahikası-s:392


Hırs ihlâsı kırar, ameli uhreviyyeyi zedeler- 19.Lem’a-s:149


Hırs bir madeni hasaret ve sefalettir–19.Lem’a 149


İhsan-ı ilahiden fazla ihsan, ihsan değildir-Mektubat-s:457


Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür-Mektubat 457


İktisat etmeyen zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir–19.Lem’a –s:145


Enaniyeti terk etmeyen salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder-Mektubat 419


Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar- 2.Lem’a-s:13


Hayat olmazsa vücut vücut değildir Hayat ruhun ziyasıdır, şuur hayatın nurudur- 27.Söz-s:493


Kardeşlerim! Enaniyetin içimizdeki en tehlike ciheti kıskançlıktır-Mektubat s: 410


Muntazam bir fiil failsiz olmaz, manidar bir kitap kâtipsiz olmaz, sanatlı bir nakış nakkaşsız olmaz- 31.söz-s:551


Küfür ahmakhane, sarhoşhane, divanece bir hezeyandır–22.Lem’a-s:185


Mesleğimiz müsbet hareket etmektir-Kastamonu Lahikası-s:195


İsraf kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar hayatın şekva kapısını açar- 19.Lem’a –s:149


Her sözün doğru olmalı. Fakat her doğruyu söylemek doğru değildir-Mektubat-s:457


His ve heves kördür, akıbeti görmez- 14.Şua-s.420


Bir adamın imanını kurtarmak on mümini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaptır –Kastamonu Lahikası-s:55


Kitaplar ve içtihatlar Kurana dürbün olmalı ayine olmalı gölge ve vekil olmamalı-Mektubat-s:454


Sırat-ı müstakimi göremeyen ifrat ve tefrike düşer- Muhakemat-s:43






Maksadımız iman ve ahirettir -14.Şua–s:318

İman her şeyi güzel ünsiyetli gösteren şeffaf berrak nurani bir gözlüktür–8.Şua s:649

Risale-i Nur yirmi sene yüz binlerce adamı vatan ve millete zararsız hale getirmiştir–14.Şua s:307

•Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır–2.Lem’a

Düşmanın düşmanı düşman kaldıkça dosttur, düşmanın dostu dost kaldıkça düşmandır-Mektubat s:458

•Her şeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatı göremez-Muhakemat s:15

Fena şeyle zihnen meşgul olmak da fenadır-Kastamonu Lahikası s: 116

Gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler–14 şua-s:420

İfrat gibi tefrit de muzırdır.-Muhakemat-s:19

Zaman ihtiyarladıkça Kuran gençleşiyor-Mektubat-s:459

Nur mesleğinde müminlerin uhuvveti esastır.-Emirdağ Lahikası s:167

Rahmeti ilahiyyeden ileri şefkat olunmaz-Kastamonu Lahikası–s:174

Risale-i Nur’un bütün eczaları o Kur’an-ı Mu’ciz ül Beyan’ın Cadde-i nuranisinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar Mektubat-s:316

Her şakirdin vazifesi yalnız kendi imanını kurtarmak değil belki başkalarının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir oda hizmete ciddi devam ile olur-Kastamonu Lahikası-s:158

Fıtrat yalan söylemez-Mektubat s:454

Ehl-i takva, ehl-i ilme karşı dostane vaziyet alınız-Kastamonu lahikası 158

Ey insan! Düşün sen alaküllihal öleceksin- 13.Lem’a-s:87

İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir-Mektubat 457

Zarurete düşen bir şakird, zekâtı kabul edebilir-Kastamonu Lahikası 178

İnsan kusursuz olmaz ve rakipsiz de olmaz-Kastamonu Lahikası 190

Nurun mesleğinde hiç hiçbir cihetle benlik, şahsiyet, şahsi makamları arzu etmek, şan şeref kazanmak olmaz–14 şua-s:389

Sıkıntı sefaletin muhallimidir-Mektubat461

Sakın! Dikkat ediniz; ihtilaf-ı meşrebinizden, en zaif damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehli dalalet istifa edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz-Kastamonu Lahikası 189

Bir derdin dermanı başka bir derde zehir olabilir-Mektubat 459

Herkes bir meşrebde olmaz, müsamaha ile birbirinize bakmak elzemdir-Kastamonu Lahikası-s:188

Maddiyatta tegavvül eden maneviyatta gabileşir ve sathi olur-Muhakemat 15

Şükrün mikyası kanattır ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir-Mektubat 351

Kur’an-ı Kerim’in düsturları, kanunları ezelden geldiğinden ebede gidecektir, medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir, daima gençtir kuvvetlidir–25.söz 397

Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır-Mektubat-s:457

Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki; ihtiyat etsinler, naehillerin ellerine hakikatleri vermesinler- 14.şua-s:386

Sünnet-i Seniyye nur isteyenlere kafidir hariçte nur aramaya ihtiyaç yoktur–11.lema-s:57

Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır hürmetsizliktir haram helal demeyip rast geleni yemektir-Mektubat-s:351

Cehennem lüzumsuz değil, çok işler var ki bütün kuvvetiyle “yaşasın Cehennem” dedirtir.-Mektubat-s:381

Tesettür kadınlar için fıtridir. Ref-i tesettür fıtrata münafidir–25.söz 398

Kur’an bizi siyasetten men etmiş, ta ki elmas gibi hakikatleri ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin-Kastamonu Lahikası–193



Şenol Keskin

www.cevaplar.org

7.7.08

Beşinci Dal

Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın râbıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi' bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.

İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın, havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihâl, o muhabbet ve havf, ya halka veya Halıka müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belâlı bir musîbettir. Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhâmını kabul etmez. Şu halde, havf elîm bir belâdır.


Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allaha ısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu mâşukundan şikâyet eder.

Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile, sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskâl eder, reddeder. Zîrâ fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refâkat etmiyor, senin rağmına müfârakat ediyor. Mâdem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.


Evet, Halık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem'asıdır. Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır.

Mâdem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem, Allah'tan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesâbına olduğu için mahlûkata ettiği muhabbet dahi, firâklı, elemli olmuyor.


Evet, insan evvelâ nefsini sever, sonra akâribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever; bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deverânında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ıztırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur.

Mâdem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl Sahibine mahsustur; ne vakit Hakiki Sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı Onun nâmiyle ve Onun aynası olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa, muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur.

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun! Sen, kendi nefsini kendine ma'bud ve mahbub yapıyorsun. Her şeyi nefsine fedâ ediyorsun. Âdetâ bir nevi rubûbiyet veriyorsun. Halbuki, muhabbetin sebebi, ya kemâldir-zîrâ kemâl zâtında sevilir-yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir.

Şimdi, ey nefis! Birkaç sözde katî ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet karanlığın derecesi nispetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adâvet etmelisin; veyahut acımalısın; veyahut mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin.


Eğer nefsini seversen-çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de, lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun-o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem'acık ile iktifâ eder.

Zîrâ, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifâ ettiğin ve saadetleriyle mes'ud olduğun bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri iltifatına tâbi bir Mahbub-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır. Tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem, Kemâl-i Mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.
Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû-i istimâl edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene'yi yırt, 'Hü ve 'yi göster.

Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin,Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sû-i istimâl etmişsin. Cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşrûanın cezası, merhametsiz bir musîbettir.

Rahmânü'r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz'î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbub-u Ezelînin, Kendi habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et:

Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin. (Âl-i İmrân Sûresi: 31.)

Yirmidördüncü söz Beşinci dal

1.6.08

ey nefsim...

Ey nefsim!
Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.”
Çünkü ölüm değişmiyor.
Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor.
Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.
Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.”
Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.
Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? (Sözler

Faniyim Fani Olanı İstemem...




Fâniyim, fâni olanı istemem.
Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim .

BEDIUZZAMAN




5.4.08

Şükür, Kâinat ağacının en mühim meyvesidir

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan tekrar ile;

"Hâlâ şükretmezler mi?" (Yâsin Sûresi, 36:35, 73.); "Şükredenleri elbette mükâfatlandıracağız." (Âl-i İmrân Sûresi, 3:145.); "Şükrederseniz nimetimi elbette arttırırım." (İbrahim Sûresi, 14:7.);

"Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol." (Zümer Sûresi, 39:66.)

gibi âyetlerle gösteriyor ki, Hâlık-ı Rahmân'ın, ibâdından istediği en mühim iş şükürdür. Furkan-ı Hakîmde gayet ehemmiyetle şükre dâvet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzip ve inkâr sûretinde gösterip, "Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" (Rahmân Sûresi, 55:13.) fermanıyla, Sûre-i Rahmân'da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor, şükürsüzlüğün bir tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor.

Evet, Kur'ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de, Kur'ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intaç edecek bir surette, herbir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür.

Çünkü, hilkat-i âlemde görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat hâlk edilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek, kâinatı hâlk eden Zat, ondan o hayatı intihap ediyor.

Sonra görüyoruz ki, zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek, Hâlık-ı Zülcelâl, zîhayatlar içinde insanı intihap ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.

Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş. Bütün nev-i insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok envâından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika namında bir cihazla mat'ûmat adedince mânevî, ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en câmi, en bedî hakikat rızıktadır.

4.4.08

sabır üçtür...

Dördüncü Sualiniz: اِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ -1- de hikmet ve gaye nedir?


Elcevap: Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vaz etmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise, müşkülâtın anahtarıdır ki, اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ * وَالصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ -2- durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür:


Biri: Mâsiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvâdır; اِنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ -3- sırrına mazhar eder.


İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir. اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ *اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ اْلمُتَوَكِّلِينَ -4- şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah'tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef'âlini tenkit ve rahmetini itham ve hikmetini beğenmemek çıkar.


Evet, musibetin darbesine karşı şekvâ suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekvâ Ona olmalı; Ondan olmamalı. Hazret-i Yakup Aleyhisselâmın اِنَّمَا اَشْكُو بَثّىِ وَحُزْنِى اِلَى اللّهِ -5- demesi gibi olmalı. Yani, musibeti Allah'a şekvâ etmeli; yoksa Allah'ı insanlara şekvâ eder gibi "Eyvah! Of!" deyip "Ben ne ettim ki bu başıma geldi?" diyerek âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.


Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cânibine sevk ediyor.


---------------------------------

1- "Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara Sûresi: 2:153; Enfâl Sûresi: 8:46.)

2- "Hırslı olan kimsenin ümidi boşa çıkar ve hüsrâna uğrar." "Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır." Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 6:298, no. 9318; Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:21.

3- "Allah takvâ sahipleriyle beraberdir." Bakara Sûresi: 2:194.

4- "Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever." Âl-i İmrân Sûresi: 3:159. "Muhakkak ki Allah sabredenleri sever." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:146.)

5- "Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah'a şikâyet ederim dedi." (Yusuf Sûresi: 12:86.)

3.4.08

Sel, fırtına ve zelzele gibi musibetler

Sel, fırtına ve zelzele gibi musibetler

Bugünlerde hastalığım itibarıyla kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle, umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin, zelzele ile fırtına ile gazab-ı İlâhîyi haber vermek nevinden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir mânevî fırtınaya alâmet hissettim. Kalbime geldi ki: "Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye zararına bir hatâ-yı umumî mi meydana geldi?" Âdetim olmadığı halde ve dünya siyasetini terk ettiğim halde bu nokta için sordum: "Ne var? Cerideler ne haber veriyorlar?"

Bana dediler ki: "Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu tâcil edip tasdik etmişler."

Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyetin maslahatı, herşeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem tâcil, hem tasdik ve hem de çabuk mekteplerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünkü bu tasdikle Rusya'daki kırk milyona yakın Müslümanı, hem dört yüz milyon âlem-i İslâmın mânevî kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber, komünistin mânevî tahribatına karşı şimdiye kadar Rusun, Amerika ve İngilize karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin muktezası iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-i Kur'âniye ve imaniyedir. Öyleyse, bu vatanda herşeyden evvel o acip kuvvete karşı hakaik-i Kur'âniye ve imaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'ânî yapılması lâzım ve elzemdir.

Çünkü dinsizlik Rusu, şimdiye kadar yarı Çin'i ve yarı Avrupa'yı istilâ ettiği halde, bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-i imaniye ve Kur'âniyedir. Yoksa, Rusların tahribat nevinden mânevî kuvvetlerine karşı adliyenin binden birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehli namusun kızlarını ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa'nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı, ancak ve ancak mânevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur'âniye ve imaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa, adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.
Onun için, dindar milletvekilleri bu tacili lâzım gelen hakikati tehir etmelerinden, çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itiraz ediyor.

İki dehşetli Harb-i Umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat'iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur'ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur'ân'a kılıç çekemez.



Said Nursi

Sözlü yapılan duanın makbuliyeti, iki cihetledir

Duâ-i kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir: Ya ayn-ı matlubu ile makbul olur; veyahut daha evlâsı verilir.


Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. "Duası kabul olunmadı" denilmez. "Daha evlâ bir surette kabul edildi" denilir. Hem Bazen kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. "Duası reddedildi" denilmez. Belki, "Daha evlâ bir surette kabul edildi" denilir, ve hâkezâ...


Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini itham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. "Tabip beni dinlemedi" denilmez. Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi.


Bazen felâketten saadet çıkar

Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat'î kanaatin gelmiş ki, zahirî musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var. "Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır" (Bakara Sûresi, 2:216.) çok kat'î bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, senin hatırın için - o pek geniş kanun-u kaderî - değiştirilmez.

Emirdağ Lâhikası, s. 173


***

Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar.

Sünûhat, s. 55



***

Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. (...)

..insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına ait binlerdir. Meselâ, Kudret-i Fâtıra'nın büyük mu'cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki, serçe kuşunun istidadı, o taslitle inkişaf eder. Meselâ, "kar"ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.

En kârlı ticaret: Nefis ve malını Cenâb-ı Hakka satmak.

Mâdem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip, ibkâ etmek çaresi yok mu?" deyip düşünürken, birden semâvî sadâ-i Kur'ân işitiliyor.


Der: "Evet, var. Hem, beş mertebe kârlı bir sûrette güzel ve rahat bir çaresi var."


Suâl: Nedir?


Elcevap: Emâneti sahib-i hakikisine satmak. İşte o satışta, beş derece, kâr içinde kâr var.


Birinci kâr: Fânî mal bekâ bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî olan Zât-ı Zülcelâle verilen ve Onun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkîye inkılâb eder. Bâkî meyveler verir. O vakit, ömür dakikaları, âdetâ tohumlar, çekirdekler hükmünde, zâhiren fenâ bulur, çürür. Fakat, âlem-i bekâda saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve âlem-i berzahta ziyâdar, mûnis birer manzara olurlar.


İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor.


Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar. Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.


Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesâbına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mu'cizât-ı san'at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar.


Meselâ, dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesâbına, mide nâmına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazînelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.


İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede, kâinat anahtarı nerede?


Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvat nerede, kütüphâne-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede?


Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazîne-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?


Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü'min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvâfık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü'min, imâniyle Hâlıkının emânetini, Onun nâmına ve izni dairesinde istimâl etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs-i emmâre hesâbına çalıştırmasıdır.


Dördüncü kâr: İnsan zayıftır, belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder.


Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri sûretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşâhede, ittifak etmişler.

Rızık Allah’ın taahhüdü altında, Öyleyse açlıktan ölmek ne

"Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir." (Ankebut Sûresi, 29:60.)

"Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyat Sûresi, 51:58.)

âyetlerinin sırrınca, rızık doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâlin elindedir ve hazine-i rahmetinden çıkar. Herbir zîhayatın rızkı taahhüd-ü Rabbânîsi altında olduğundan, açlıktan ölmek olmamak lâzım gelir. Halbuki, zâhiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok görünüyor. Şu hakikatin ve şu sırrın halli şudur ki:

Taahhüd-ü Rabbânî hakikattir; rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünkü o Hakîm-i Zülcelâl, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder. Hattâ bedenin her hücresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hücrenin bir köşesinde iddihar eder; istikbalde, hariçten rızık gelmediği zaman sarf edilmek üzere bir ihtiyat zahîresi hükmünde bulundurur. İşte, bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar. Demek o ölmek rızıksızlıktan değildir. Belki sû-i ihtiyardan tevellüt eden bir âdet ve o sû-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş'et eden bir marazla ölüyorlar.

Evet, zîhayatın bedeninde şahm suretinde iddihar edilen rızk-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hattâ bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhanî neticesinde iki kırkı geçer. Hattâ bir adam, şedit bir inat yüzünden, Londra mahpushanesinde yetmiş gün, sıhhat ve selâmetle, hiçbir şey yemeden hayatı devam ettiğini on üç (şimdi otuz dokuz) sene evvel gazeteler yazmışlar.

Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor. Ve madem Rezzak ismi, gayet geniş bir surette rû-yi zeminde cilvesi görünüyor. Ve madem hiç ümit edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, başgösteriyor. Eğer pür-şer beşer sû-i ihtiyarıyla müdahale edip karışmazsa, herhalde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel o zîhayatın imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor. Öyleyse, açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat'iyen rızıksızlıktan değildir. Belki "Terkü'l-âdât mine'l-mühlikât"* sırrıyla, sû-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş'et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir. Öyleyse, açlıktan ölmek olmaz, denilebilir.

Evet, bilmüşahede görünüyor ki, rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Meselâ, daha dünyaya gelmeden evvel bir yavru, rahm-ı mâderde ihtiyar ve iktidardan bütün bütün mahrum olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir surette rızkı veriliyor.

Sonra, dünyaya geldiği vakit, iktidar ve ihtiyar yok, fakat bir derece istidadı ve bilkuvve bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştırmak kadar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddî ve hazmı en kolay ve en lâtif bir surette ve en acip bir fıtratta, memeler musluğundan ağzına veriliyor.

Sonra, iktidar ve ihtiyara bir derece alâka peydâ ettikçe, o kolay ve güzel rızık, bir derece çocuğa karşı nazlanmaya başlar. O memeler çeşmeleri kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir. Fakat iktidar ve ihtiyarı rızkı takip etmeye müsait olmadığı için, Rezzâk-ı Kerîm, peder ve validesinin şefkat ve merhametlerini, iktidar ve ihtiyarına yardımcı gönderiyor.

Her ne vakit iktidar ve ihtiyar tekemmül eder; o vakit rızkı ona koşmaz ve koşturulmaz. Rızık yerinde durur, der: "Gel, beni ara ve bul ve al."

Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Hattâ çok risâlelerde beyan etmişiz ki, en ihtiyarsız ve iktidarsız hayvanlar daha iyi yaşıyorlar, daha iyi besleniyorlar.

* Âdetlerin terki helâkete götüren sebeplerdendir.

Dünya sergisi açılmaya başlıyor, dikkat!

İkinci mesele: Ben hem kendimde, hem bu yakındaki Risale-i Nur talebelerinde şuhur-u muharremeden sonra bir yorgunluk ve şevkte bir fütur görüyordum. Sebebini vâzıhan bilmiyordum. Şimdi, eskide söylediğim tahminî sebep, hakikat olduğunu gördüm. Şöyle ki:

Nasıl maddî hava fena ise, fena tesir ediyor; manevi hava da bozulsa, herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selâse ve muharremede âlem-i İslamın manevi havası, umum ehl-i imanın ahiret kazancına ve ticaretine ciddi teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı sâfileştiriyor, güzelleştiriyor, müthiş ârızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder. Fakat o şuhur-u mübareke gittikten sonra, âdeta o ahiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi, dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı müzahrefe o manevi havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir.

Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risale-i Nur'un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkilât ziyadeleşse, kudsi vazife itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Çünkü başkaların füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyadeleştirmeye sebeptir. Zira, gidenlerin vazifelerini de bir derece yapmaya kendini mecbur bilir ve bilmelidirler.

Kudsî, ebedî, kârlı ticaret

YEDİNCİ NÜKTE

Ramazan'ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a'mâl, bire bindir. Kur'ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir.

Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü'l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.

Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur'ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü'minlere kazandırır.

İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla.

İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet mümbit bir zemindir. Ve neşvünemâ-i a'mâl için, bahardaki mâ-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi aynadarlık etmektir.

Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur'ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kâtıadır.

Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlişânı olan Kur'ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir.

Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece süflî ve hayvanî meşagilden insanları çekmek için, oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur'ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur'ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.

Şefkat...


Rahmet-i İlâhiyenin en lâtîf, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan şefkat, bir iksir-i nuranîdir, aşktan çok keskindir. Çabuk Cenâb-ı Hakka vusule vesile olur. Nasıl aşk-ı mecazî ve aşk-ı dünyevî, pek çok müşkülâtla aşk-ı hakikîye inkılâp eder, Cenâb-ı Hakkı bulur. Öyle de, şefkat, fakat müşkülâtsız, daha kısa, daha safî bir tarzda, kalbi Cenâb-ı Hakka rapteder.

Korku duygusu niçin verilmiştir?

İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır...

Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir.

Mektubat, s. 403-404


***

Evet, Halık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem'asıdır. Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır.

Mâdem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem, Allah'tan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur.

Sözler, s. 322


***

İ'lem eyyühe'l-aziz!

İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir belâ, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez. Binaenaleyh, havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fatır-ı Hakîme tevcih et ki, havfın Onun merhamet kucağına--çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi--leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.

Zerreler, Mevlevî gibi dönerek zikrediyor

Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef'âl onunla bağlıdır.

Mektubat, s. 320


***

..belki beş bin hikmetle tahrik olunan zerrâtın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatte; biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekârânede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverâna kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zum etmişler. İşte, bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir; hikmetleri, hikmetsizliktir.

Sözler, s.508


***

Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.

Mektubat, s.281


***

Güneşlerin deverânından ve seyir ve seyahatlerinden tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa'y ve hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlâhîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder.

Lem'alar, s.129


***

Muvahhid-i ekber ve tevhidin bürhan-ı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkân ve âzâsı, belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak bu büyük bürhanın sadâ-yı bülendine iştirak ederek, hep birden Lâilâhe illallah diye mevlevî-vârî zikrediyorlar.

Hutbe-i Şamiye, s.142

Belâların istilâsı, bazı duâların özel vaktidir

Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gâyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.


Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkât-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, "Duâ kabul olmadı." Belki denilecek ki, "Duânın vakti, kazâ olmadı." Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref' etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.


Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.



En âlî hukuk, ana baba hakkıdır

Yirmi Birinci Mektub

"Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin."

"Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf' bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.' Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır." (İsrâ Sûresi, 17:23-25.)

Ey hanesinde ihtiyar bir valide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mande veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i kerimeye dikkat et, bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı sûrette ihtiyar valideyne şefkati celb ediyor!

Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyleyse, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâp etmemiş herbir veled, o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisâne hürmet ve samimâne hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir. (Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.)

İşte, o mübarek ihtiyarların vücutlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır, bil, ayıl! Evet, hayatını senin hayatına feda edenin zevâl-i hayatını arzu etmek ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!

Nimetlerdeki güzellikler, şükrün dâvetçileridir

Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, hâlen ve kalen şükürle kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü, rızka iştah ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor.

Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet eder ve şevkle bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü mânevî ettirir. Ve zîşuurun nazarını dikkate celb eder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu teşvik eder; onunla kalen ve fiilen şükre irşad eder ve şükrettirir. Ve şükür içinde en âli ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır. Yani, gösterir ki, şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmânîyi şükürle kazandırır. Yani, rahmet hazinelerinin Mâlik-i Kerîminin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennetin bâki bir zevkini mânen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir hazine-i câmia olduğu hâlde, şükürsüzlükle nihayet derecede sukut eder.

Altıncı Sözde beyan edildiği gibi, lisandaki kuvve-i zâika, Cenâb-ı Hak hesabına, yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin hadsiz matbahlarına şâkir bir müfettiş, hâmid bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa, yani rızkı in'âm edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa, o dildeki kuvve-i zâika, bir nâzır-ı âlikadr makamından, batn fabrikasının yasakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.

Nasıl rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlükle bu dereceye sukut eder. Öyle de, rızkın mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan en ednâ makama inerler. Kâinat Hâlıkının hikmetine zıt ve muhâlif bir vaziyete düşerler.

Rızık ikidir.

Biri: yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki, bedende, yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i itiyattan ve terk-i âdetten neş'et eden bir hastalıktan vefat ederler.

İkinci kısım rızık: İtiyat, israf ve sû-i istimâlat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun'î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.

Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa'y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirâne ve minnettârâne o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir. Ve bedbaht odur ki, medar-ı şekavet ve hasâret ve elem olan israf ve hırs ile sa'y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tembelkârâne ve zâlimâne ve müştekiyâne hayatını geçirir, belki öldürür.

İsraf, şükre zıttır

BİRİNCİ NÜKTE

Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.

İKİNCİ NÜKTE

Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misâlinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, âsâb ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i vücuttaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa "Yasaktır" der, dışarı atar. Bazan da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.

İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden hediye kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.

Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. "Hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. "Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün" dedirmeye mecbur edecek.

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

Lem'alar, 19. Lem'a, s. 201

Bazen duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Nedendir?

Eğer desen: "Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumidir; her duâya cevap var," ifade ediyor.

Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.

Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: "Yâ hekim, bana bak."

Hekim "Lebbeyk," der. "Ne istersin?" Cevap verir.

Çocuk "Şu ilâcı ver bana" der.

Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.

İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gâyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.

Sözler | 23.Söz | 286

Melekler...

Hakikat ve hikmet ister ki, zemin gibi, semâvâtın da kendine münâsip sekeneleri bulunsun. Lisân-ı şer'îde o ecnâs-ı muhtelifeye "melâike ve ruhâniyât" tesmiye edilir.

Sözler, s. 162


***

..şu nihayetsiz fezâ-i âlem ve şu muhteşem semâvât, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan kelimâttan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyâlât-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara Şeriat-ı Garrâ-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, "melâike ve cân ve ruhâniyâttır" der, tesmiye eder.

Melâikenin ise, ecsâmın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, Şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhâniyât dahi, onların da pek çok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır.

Sözler, s. 469


***

Melâikeler ise, onlarda mücâhede ile terakkiyât yoktur, belki her birinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat, onların, nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var, nefs-i ibâdetlerinde derecâtlarına göre tefeyyüzleri var. Demek o hizmetkârlarının mükâfatı hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziyâ ve gıdâ ile tegaddî edip telezzüz eder; öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibâdet ve mârifet ve muhabbetin envarıyla tegaddî edip, telezzüz ediyorlar. Çünkü, onlar nurdan mahlûk oldukları için gıdâlarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdâlarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever.

Hem melekler Ma'budlarının emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesâbiyle işledikleri amellerde ve Onun nâmiyle ettikleri hizmette ve Onun nazarıyla yaptıkları nezârette ve Onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve Onun mülk ve melekûtunun mütâlâasıyla aldıkları tenezzühte ve Onun tecelliyât-ı cemâliye ve celâliyesinin müşâhedesiyle kazandıkları tenâumda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.

Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubûdiyetleri ameldedir. Melâike-i arzıyenin amele kısmı bir nevi insan gibidir. Tâbir câiz ise, bir nevi çobanlık ederler, bir nevi de çiftçilik ederler. Yani, rûy-i zemin umumi bir mezraadır; içindeki bütün hayvanâtın tâifelerine Halık-ı Zülcelâlin emriyle, izniyle, hesâbiyle, havl ve kudretiyle bir melek-i müekkel nezâret eder. Ondan daha küçük herbir nevi hayvanâta mahsus, bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel var.

Hem de, rûy-i zemin bir tarladır; umum nebâtât onun içinde ekilir. Umumuna Cenâb-ı Hakkın nâmiyle, kuvvetiyle nezâret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı, bir melek bir tâife-i mahsusaya nezâret etmekle Cenâb-ı Hakka ibâdet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mîkâil Aleyhisselâm şunların en büyük nâzırlarıdır.

Meleklerin çoban ve çiftçiler mesâbesinde olanlarının insanlara müşâbehetleri yoktur. Çünkü, onların nezâretleri sırf Cenâb-ı Hakkın hesâbiyledir ve Onun nâmiyle ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezâretleri, yalnız Rubûbiyetin tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşâhede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütâlâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi o nev'e bir nevi ilham etmek ve o nevin ef'âl-i ihtiyâriyesini bir nevi tanzim etmekten ibârettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtâta nezâretleri, onların tesbihât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâle karşı takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle ilân etmek; hem onlara verilen cihazâtı hüsn-ü istimâl etmek ve bâzı gàyelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibârettir.

Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-i ihtiyârîleriyle bir nevi kisbdir, belki bir nevi ubûdiyet ve ibâdettir; tasarruf-u hakikileri yoktur. Çünkü, herşeyde Halık-ı Küll-i Şeye has bir sikke vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek, melâikelerin şu nevi amelleri ise, onların ibâdetidir; insan gibi, âdetleri değildir.

Sözler, s. 318

www.risaleara.com

Çocuklar Cennet; Gençler, Cehennem; İhtiyarlar Ahiret; ile....


• Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nâzik vücudlarında bir kuvve-i mâneviye bulabilirler. Ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukâvemetsiz mizâc-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup, mesrurâne yaşayabilirler.


Meselâ, Cennet fikriyle der: "Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü; Cennetin bir kuşu oldu, Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar." Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zayıf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukâvemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini zîr ü zeber ederek, gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letâifini dahi öyle ağlattıracak; ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.


• İkinci delil: Nev-i insanın bir cihette nısfı olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye ile, yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil, bir teselli bulabilirler. Ve çocuk hükmüne geçen serîü't-teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevâlden çıkan elîm ve dehşetli me'yusiyete karşı, ancak hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler. Yoksa, o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-i kalbiyeye çok muhtaç o endişeli babalar ve analar, öyle bir vâveylâ-i ruhî ve bir dağdağa-i kalbî hissedeceklerdi ki, bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasâvetli bir azab olurdu.


• Üçüncü delil: İnsanların hayat-ı içtimâiyesinin medârı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyâtlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevâlarını tecavüzâttan ve zulümlerden ve tahribâttan durduran ve hayat-ı içtimâiyenin hüsn-ü cereyânını temin eden, yalnız Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endişesi olmazsa, "El-hükmü lil-galib" kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesâtları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere dünyayı Cehenneme çevireceklerdi. Ve yüksek insaniyeti, gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.


Mâsumlara gelen felâketlerde, İnsanın anlayamadığı hikmetler var

Arkadaş! Mâsum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız, meşiet-i İlâhiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan birşeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbikle tecziye edilir. Meselâ, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü, bu musibet o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâtlarına olan şiddet-i şefkat ve himâyeyi nazara almayarak, zavallı ceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra, bir avcı tarafından öldürülür. İşte, hiss-i şefkat ve himâyeye muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynı musibete mâruz kalır.


İhtar


Kaplan gibi hayvanların halal rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır.