“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
43 -* BÜTÜN İNSANLARA HATİP * *(A.S.M)*
Anlamı: Allah'a ait ve Allah'tan gelen hakikate dair şeyleri ,en
doğru ve etkili biçimde tüm insanlara anlatan, duygu ve hisleri aktaran en
yetkin ve yetenekli zat olan Hz. Muhammed A.S.M
….Vakta kâinat tarafından, hükûmet-i
hilkat ( yaratılış hükümeti) cânibinden ( cihetinden) müstantık (sorguya çeken)
ve sâil ( sual soran) sıfatıyla gönderilen fenn-i hikmet, istikbale teveccüh
eden nev-i beşerin talîalarına (keşif kollarına) rastgelmiş; birden fenn-i
hikmet ( akıl aracılığı ile varlıklar üzerinde sürekli soru soran hikmet ilmi) şöyle birtakım sualleri irad etmiş ki: “Ey
insan evlâtları! Nereden geliyorsunuz? Kimin emriyle, ne edeceksiniz? Nereye
gideceksiniz? Mebdeiniz ( başlangıcınız) nereden? Ve müntehanız ( en son nokta)nereyedir?”
O vakit, nev-i beşerin hatip ve mürşid
ve reisi olan muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ayağa kalkarak, hükûmet-i hilkat
canibinden gelen fenn-i hikmete şöyle cevap vermiştir ki:
“Ey müstantık efendi! Biz maaşir-i
mevcudat, ( bütün varlıklardan bir araya gelen topluluk)Sultan-ı Ezelin
emriyle, kudret i İlâhiyenin dairesinden memuriyet sıfatıyla gelmişiz. Şu
hulle-i vücudu ( varlık elbisesi) bize giydirerek ve şu sermaye-i saadet olan
istidadatı veren, cemi’ evsaf-ı kemâliyeyle ( bütün güzel ve mükemmel sıfatlar)
muttasıf ve Vâcibü’l-Vücud olan Hâkim-i Ezeldir. Biz maaşir-i beşer dahi, şimdi
saadet-i ebediyenin esbabını tedarik etmekle meşgulüz. Sonra, birden ebede
müteveccihen şehristan-ı ebedü’l-âbâd olan haşr-ı cismânîye gideceğiz.”……..Muhakemet
İşte, bak: Hüsn-ü sîret ve cemâl-i
suretle mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu’ciznümâ bir kitap, lisanında
hakaik-âşinâ bir hitap, bütün benî Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki
bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem
olan muammâ-i acibânesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı
muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukulü hayret içinde
meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun?
Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir… Mu'cizât-ı Ahmediye'nin Birinci Zeyli
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
Madem bu sanatlı ve hikmetli
masnuatıyla Kendi hünerlerini ve sanatkarlığının kemalatını teşhir etmek; ve şu
süslü, zinetli nihayetsiz mahlukatıyla Kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu
lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle Kendine teşekkür ve hamd ettirmek;
ve bu şefkatli ve himayetli umumi terbiye ve iaşe ile, hatta ağızların en ince
zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette izhar edilen
Rabbani it’amlar ve ziyafetlerle Kendi rububiyetine karşı minnettarane ve
müteşekkirane ve perestişkarane ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece
gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve
dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile Kendi uluhiyetini izhar ederek,
o uluhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit
iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlarla
zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini
göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde o gaybi Zatın
yanında en sevgili mahluku ve en doğru abdi ve Onun mezkur maksatlarına tam
hizmet ederek, hilkat-i kainatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve
daima o Halıkının namına hareket eden ve Ondan istimdat eden ve muvaffakıyet
isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfika mazhar olan Muhammed-i Kureyşi
(a.s.m.) denilen bu Zat olacak….Şualar
…………..İşte, mezkûr sıfatlarla
muttasıf ve her cihetle sarsılmaz, kuvvetli istinad noktalarına dayanan
muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, âlem-i şehadete müteveccih olarak,
âlem-i gayb namına, cin ve insin başları üzerine ilân ederek, istikbalde
gelecek asırlar arkasında duran akvâma ve milletlere hitap edip öyle bir nidâ
eder ki, umum cin ve inse, umum yerlere, umum asırlara işittiriyor. Evet,
işitiyoruz.
…………. Hem öyle yüksek, kuvvetli
hitap ediyor ki, bütün asırlar onu dinler. Evet, aks-i sadâsını herbir asır
işitiyor.
………….. Hem o zâtın gidişatında
görünüyor ki: Görüyor, öyle haber veriyor. Çünkü en tehlikeli vakitlerde,
kemâl-i metanetle, tereddütsüz, telâşsız söylüyor. Bazı olur, tek başıyla
dünyaya meydan okuyor.
………….. Hem bütün kuvvetiyle, öyle
kuvvetli davet edip çağırır ki, yarı yeri ve nev-i beşerin beşte birini, sesine
karşı “Lebbeyk” dedirtti, “İşittik ve itaat ettik.” söylettirdi.
………….. Hem öyle bir ciddiyetle davet
ve öyle esaslı bir surette terbiye eder ki, düsturlarını asırların cephesinde
ve aktârın taşlarında nakşediyor ve dehirlerin yüzlerinde pâyidar ediyor.
………….. Hem tebliğ ettiği ahkâmın
sağlamlığına öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylüyor ve davet ediyor ki, dünya
toplansa, onu bir hükmünden geri çevirip pişman edemez. Buna şahit, bütün
tarih-i hayatı ve Siyer-i Seniyesidir.
………….. Hem öyle bir itmi’nân ile,
bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir
müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve
herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder.
Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı
ve dünyanın fâni müzeyyenâtına adem-i tenezzülüdür………….Mektubat
………….Bu kâinatın Hâlıkı, bu
kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı nev-i insan olduğundan ve
bütün hitâbât-ı Sübhâniyenin en anlayışlı bir muhatabı nev-i beşer olduğundan;
o nev-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve âsârıyla ve icraatıyla en
mükemmel, en muhteşem fert olan zât-ı muhammediyeyi (a.s.m.) o nevi namına,
belki umum kâinat hesabına kendine muhatap ittihaz eden Zât-ı Ferd-i Zülcelâl,
elbette onu hadsiz kemâlâtta hadsiz feyzine mazhar etmiştir.
İşte, bu üç nokta gibi çok noktalar
var, kat’î bir surette ispat ederler ki, şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye
(a.s.m.), kâinatın mânevî bir güneşi olduğu gibi; bu kâinat denilen Kur’ân-ı
kebîrin âyet-i kübrâsı ve o furkan-ı âzamın ism-i âzamı ve ism-i Ferdin cilve-i
âzamının bir âyinesidir.
Kâinatın umum zerrâtının, umum
zamanlarındaki umum dakikalarının bütün âşirelerine darb edilip, hâsıl-ı darb
adedince o zât-ı Ahmediyeye salât-ü selâm, nihayetsiz hazine-i rahmetinden
inmesini, Zât-ı Ferd-i Ehad-i Samedden niyaz ediyoruz….Lem’alar
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
…………bu kâinatta tasarruf eden ve en
cüz’î bir şifayı ve en küçük bir şükrü dahi nazara alan ve sinek kanadı gibi en
az bir san’atı başkalarına havale etmeyen ve vermeyen ve lâkayt kalmayan ve en
basit bir tohuma bir ağaç kadar vazifeler ve hikmetler takan ve kendi
Rahmâniyetini ve Rahîmiyetini ve Hakîmliğini herbir san’atıyla ihsas eden ve
kendini herbir vesileyle tanıttıran ve herbir nimetle sevdiren bir Sâni-i
Kadîr, Hakîm, Rahîm, Alîm, hiç mümkün müdür ki ve hiçbir cihetle kàbil midir
ki, kâinatı mânen istilâ eden mehâsin-i hakikat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve
tesbihat-ı Ahmediyeye (a.s.m.) ve envar-ı İslâmiyeye karşı lâkayd kalsın?
Ve hiçbir cihetle mümkün müdür ki,
bütün masnuatını yaldızlayan ve bütün mahlûkatını sevindiren ve kâinatı
ışıklandıran ve semâvât ve arzı velveleye veren ve küre-i arzın yarısını ve
nev-i beşerin beşten birisini ondört asır bilâ fasıla saltanat-ı maddiye ve
mâneviyesi altına alan ve daima o muhteşem saltanatı Hâlık-ı Kâinat hesabına ve
namına süren Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) o Sâniin en mühim bir maksadı, bir
nuru, bir âyinesi olmasın? Hem Muhammed (a.s.m.) gibi aynı hakikata hizmet eden
enbiyalar dahi o Sâniin elçileri ve dostları ve memurları olmasın? Hâşâ,
mu’cizat-ı enbiya adedince hâşâ ve kellâ!
Hem hiçbir cihetle mümkün müdür ki,
dal ve budak gibi en cüz’î birşeye yüz hikmetleri ve meyveleri takan ve kendi
rububiyetini fevkalâde hikmetleriyle ve umumî Rahmâniyetiyle tanıttırıp
sevdiren bir Hâlık-ı Hakîm-i Rahîm, kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay
olan haşri getirmeyerek, bir dâr-ı saadet, bir menzil-i bekà açmayıp, bütün
hikmetlerini ve rahmetlerini, hattâ rubûbiyetini ve kemâlâtını inkâr etsin ve
ettirsin ve çok sevdiği bütün mahbub mahluklarını ebedî bir sûrette idam etsin?
Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! O cemâl-i mutlak, böyle bir kubh-u mutlaktan yüz
binler derece münezzeh ve mukaddestir….İkinci Şuâ / Hatime