"Halikımız bizden ne suretle râzı olacak ve bugün ne gibi bir sa'y ile sahife-i hayatımı kapatacağım. Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşân Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin, dalâlet yolunu tutan veyahut dalâlete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarîk-ı hidâyete getirmek için sa'y etsek hoşnudiyet-i Peygamberî'yi (A.S.M.) celbedebiliriz"
Barla Lahikası / Husrev RH
İnsan kendi ömür müddeti ile tanzim edilmiş hayat safha ve sayfalarından mürekkep kendi kitabını yazan şahit ve müşahit bir kalemdir…
21.11.13
Bitamamiha...
Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî’nin
“Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber”
dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O mânevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:
“Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim,
Bir devâsız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.”.......................................
Lem'alar
“Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber”
dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O mânevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:
“Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim,
Bir devâsız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.”.......................................
Lem'alar
Aynıyla Hakikat.........
............Gençlik sersemliğiyle zayi ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini, bütün günahlar, hatîatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:
Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ,
Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp, nâlân edip, düştüm yola tenhâ, garip,
Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran, bîhaber.
Lem'alar
Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ,
Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp, nâlân edip, düştüm yola tenhâ, garip,
Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran, bîhaber.
Lem'alar
18.10.13
Ey Vedûd! Ey Vedûd!
Ey yüce Arşın Sahibi! Ey kâinatı hiçten ve benzersiz bir şekilde yaratıp bin bir isminin tecellileriyle emsalsiz bir şekilde süsleyen Mübdi'! Ey varlıkları ölümünden sonra yeniden inşa edip dirilten Muîd! Ey dilediği her şeyi yapan! Arşının rükünlerini dolduran Zâtının nûru hürmetine; yarattığın bütün varlıklara hükmeden kudretin hürmetine ve her şeyi kaplayan rahmetin hürmetine istiyorum. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Ey kendisinden yardım isteyene yardım eden! Bana yardım et. Ey güç durumda olanlara yardım eden ve ummadıkları yerlerden ihtiyaçlarını ellerine veren Muğîs! Bana yardım et!
24.8.13
Amel Defterine Yazdırılası Muhteşem,Azim Bir Dua...
Seyyid Ahmed er-Rufai Hazretlerinin Muhteşem Duası Hizbül Ferec’in tercemesi
Elif. Lâm. Mîm. O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O,
müttakîler (sakınanlar) için bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz
kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar,
sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de
kesinkes inanırlar. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve
kurtuluşa erenler de ancak onlardır. (Bakara 1-5) Bir olan, ortağı olmayan
Allah’tan başka ilah yoktur. Mülk onundur. Hamd onundur. O her şeye kadirdir.
Ey Allâh’ım! Ey Hayy, Ey
Kayyûm olan! Ey Celâl ve İkram sahibi! Senden, yarattıklarına emanet ettiğin
esrarın hürmetine istiyorum. Arşının izzeti, zatının kudsiyeti
(kudsiyetin), yüzünün nûru (nurun), İlminin tamamı, kıymetinin sonsuzluğu,
kudretinin zenginliği, rahmetinin enginliği, şükrünün hakkı, İradenin gücü ve
zatının azameti hürmetine istiyorum. Bütün sıfatların, bütün isimlerin,
sırrının gizemi, gizeminin güzelliği ve iyiliğinin bereketi hürmetine
istiyorum. Minnetinin kemâli, cömertliğinin feyzi, gazabının kahrediciliği,
rahmetinin ona baskın gelişi, sözlerinin sayısı, şerefinin inayeti ve gücünün
yüceliği hürmetine istiyorum. Tekliğinin eşsizliği, birliğinin tevhidi, bekanın
devamlılığı, kudsiyetinin ebedîliği, rubûbiyetinin ezelîliği ve büyüklüğünün
azâmeti hürmetine istiyorum. Celâlin hürmetine istiyorum Allâh’ım (cc).
Cemâlin, kemâlin, ikrâmın, efâlinin yüceliği, uluhiyetinin önderliği, Azâmetin,
merhametin ve minnetin hürmetine istiyorum Allah’ım. Şefkatin, lütfun, hayrın,
ihsânın hürmetine istiyorum. Senin hürmetine Ya Rab! İmdâdınla, senden yardım
istiyorum. Senden, her türlü gamdan, kederden, sıkıntıdan bir ferahlık; ve her
türlü beladan, şiddetten, darlıktan bir kurtuluş bahşetmeni diliyorum.
Zamanlarımı seninle bayındır kıl, sırlarımı muhabbetinle
aydınlat, gözümü, lütfûnun izlerini görmekle aydınlık eyle, basîretimi
yakınlığının nurlarının parıltılarıyla aydınlanmış ve delil kıl. “Kâf – hâ- yâ-
aynsâd” hakkı için, “Hâ- mîm- ayn- sîn- kâf” hakkı için, “Tâ-hâ” , “Tâ-sîn”, “Sâd”,
“Yâ-sîn”, “Elif-lâm-râ”, “Elif-lâm-mîm, “Nûn”, “Hâ-mîm”, “Tâ-sînmîm” hakkı
için. Kur’ân-i Azim’in sırrı hürmetine, Ey Alî, Ey Azîm. Ey Rahman, Ey Rahim.
Ey Berr, Ey Kerîm. Ey Evvel, Ey Kadîm.
Allâh’ım! Ey itaatime ihtiyacı
olmayan ve isyanımın zarar veremediği, İhtiyacın olmayan amellerimi kabul
buyur. Sana zarar veremeyen günahlarımı bağışla. Allah’ın adıyla, o bize yeter,
Allah’tan başka hiçbir güç ve kudret yoktur. Allah’ın adıyla, ki yerde ve
gökteki hiçbir şey ona rağmen zarar veremez. O işitendir, bilendir. “ Musa (as)
içinde bir korku hissetti. ‘Korkma, sen muhakkak daha üstünsün’ dedik.” (Taha,
67–68) Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Allâh! Allâh’a güvendim. Başarım ancak
Allâh’tandır.
“Allah, O’ndan başka ilah
yoktur; O, Hayydir, Kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde
ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir?
O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O’na hiçbir şey gizli
kalmaz.) O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam
olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup
gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara, 255)
Ey mülkünde faniliği ve zevali
olmayan! Lütfunla yetiş bana. Zira ben zayıfım, sensin Kavî. Ben fakirim,
sensin Ganî. Ben mağlubum, sensin Galib. Ben âcizim, sensin her şeye Kadîr.
“Bana kâfidir Allah, Ondan başka yok ilâh. O’na güvendim, O’dur arş-ı azimin
rabbi.” (Tevbe, 129) Allah bana yeter, O ne güzel dosttur.
Ey Allâh’ım! Tüm işlerimizde
âkıbetimizi hayreyle, Bizi dünyanın belâsından ve âhiretin azabından kurtar.
Şerri olan her kötüden, “Perçeminden tuttuğun” (Hud, 56) tüm canlıların
şerrinden, zâtının celâline sığınırım Allâh’ın, kutsiyetinin cemâline
sığınırım.
Ey Allâh’ım! Senden selâmet ve
saâdet istiyorum. Dünya yurdunun güzel sonunu, hayırlıların dostluğunu,
iyilerin sevgisini, ve cehennemden kurtuluşu istiyorum.
Ey Allâh’ım! Uyku girmez
gözlerinle koru beni, haksızlığı olmayan kuşatmanla kuşat beni. Bana olan
kudretinle merhamet et bana, ki ümîdim senken ben helâk olmam. Bana lutfettiğin
nice nimetlerin var ki onlara lâyıkıyla şükredemedim, beni imtihan ettiğin nice
belâların var ki onlara da hakkı ile sabredemedim. Ey lâyıkıyla şükredemediğim
nimetlerinden dolayı beni mahrum etmeyen, Ey hakkıyla sabredemediğim
imtihanlarından dolayı beni utandırmayan, Ey hatalarımla görüp de beni rüsvây
eylemeyen, Senden, İbrahim’e (as) ve İbrahim (as) ailesine salât ettiğin,
bereket verdiğin ve merhamet ettiğin gibi, Muhammed’e (sav) ve Muhammed (sav)
ailesine de salât eylemeni istiyorum. Şüphesiz sen hamd edilmeye lâyık ve en
şerefli olansın.
Ey Allâh’ım! Dinim konusunda,
dünyamda bana yardım et, ahiretime takvamla yardım et. Uzak kaldığım,
bilmediğim şeylerden koru beni. Huzuruna getirdiklerimle baş başa bırakma beni.
Ey günahlardan zarar görmeyen,
mağfiretin noksanlaştırmadığı, Seni noksanlaştırmayanı bana ver, sana zarar
vermeyen günahlarımı bağışla.
Ey Allâh’ım! Senden yakın bir
kurtuluş ve sabr-ı cemîl istiyorum. Her belâdan âfiyet, âfiyette devamlılık
istiyorum. İnsanlara muhtaç olmamayı diliyorum Sen’den. Her türlü şerden
selâmet diliyorum. Alî ve Azîm olan Allah’tan başka hiçbir güç ve kuvvet
yoktur.
Ey Allâh’ım! Ey kederleri
açan, gamları gideren, darda kalmışların
davetine icabet eden, dünya ve
âhiretin Rahmanı ve bu ikisinin Rahim olanı, bana merhameti Sen edersin,
başkasının merhametine muhtaç bırakmayacak şekilde bana merhamet eyle.
Ey Allâh’ım! Ban dokunan her kederden bir kurtuluş ve çıkış ver
bana. Ummadığım yerden beni rızıklandır. Ey ölümü geçen (ölümün yetişemediği)!
Ey sesleri işiten (seslerin gizlenemediği)! Ey öldükten sonra kemikleri
giydiren! Muhammed’e (sav) ve Muhammed (sav) ailesine salât eyle. İşimde bana
bir ferahlık ve çıkış ver. Zira Sen bilirsin, ben bilemem. Sen Kadîr’sin ben
âciz. Ve Sensin gaybları bilen. Ya Allâh! Ya Allâh! Ey Rahmân!
Ey Rahîm! Ey Tevvâb! Ey Celâl
ve İkrâm sâhibi! Ey imdâd dileyenlerin kurtarıcısı!Ey darda kalanların duasına
icabet eden! Yüzümü sana döndüm, pişman ve içten olarak sana güvendim,
ihtiyacımı, huzurunda titreyerek, ancak sana arz ederim.
Ey Allâh’ım! Ahdimi ahdine
kat. Beni salihlere ekle, celâlinle destekle.Muttakî kullarından kıl beni.
Senin hürmetine Allâh’ım, yüzümü yalnız senin yönüne çevir. Kalbim ancak Sen’in
kapına vurgun. Beni sevdiklerine ve dost ehline yakınlaştır, münkir
düşmanlarının dostluğundan koru. Beni Marifet-i Muhammedi’nin hakikatine erdir,
Sıfat-ı Mustafaviyye ile ziynetlendir. Dilimi şükrünle döndür. Nutkumu ve
kalbimi zikrinle işlet. “İlyasgillere selam.” (Saffat,181) “Ya Rabbî, bu dert
bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın” (Enbiyâ, 83)
“Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden
oldum.” “Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte
biz müminleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ, 87-88)
Ey Allâh’ım! Sırrımı,
âşikârımı ve başıma geleni şüphesiz Sen bilirsin. Senden başka hiçbir güç ve
kuvvet yoktur. Ey Allah, Ey Alî, Ey Azîm! Bana keder vereni benden gider.
Lütfunla işimi gözet. Rahmetin ve kereminle bana yetiş. Şüphesiz sen her şeye
kadirsin.
Ey Allâh’ım! Ey her şikâyetin
muhatabı! Ey fısıltıyı dahi işiten! Ey her belâyı def eden! Ey her gizliyi
bilen! Ey her sıkıntıyı bertaraf eden! Ey İbrahim’e (sav) imdâd eyleyen! Ey
Musa’yı (sav) kurtaran! Ey İsa’yı (sav) katına yükselten ve ey Muhammed’i (sav)
seçen.
Ey Allâh’ım! Peygamberlerinin
efendisine, resullerinin ekremine, Habîbine, nebîne, elçine, Efendimiz
Muhammed’e (sav), onun âline ve ashabına salât eyle. Duamı kabul eyle. Zira
ben, en fakir hâlimle sana yalvarıyorum, güçsüzlüğümle, çaresizliğimle, hatta
garîb, itik, bulunduğu halden yalnız senin kurtarabileceğini bilen darda
kalmışın yakarışıyla sana yalvarıyorum. Ey Erhame’r-Rahimin, bana merhamet et.
Ey meded isteyenlere çokça imdâd eyleyen, bana da imdâd eyle. Başıma gelen
kederden beni kurtar. Beni kuşatan gamdan koru beni. Lutfet bana Ey Latîf! Ey
Rahîm! Ey isteyenlerin istediklerine sahip olan! İsteyemeyenlerin gönüllerini
bilen, imdadınla bana yetiş. Ey her isteğe, katında amade bir makam, ve mesul
bir cevab olan, Ey her seslenene, katında kapsamlı ve deruni bir ilim olan,
Senin vaadlerin haktır. Nimetlerin bereketli ve dâimdir. Rahmetin geniştir.
Ehli olduğunu bana yaptır, Ehli olduğumu bana yaptırtma. Zîra sakınılmaya lâyık
olan da Sen’sin, mağfiret sahibi olan da. “Allah, kesin olarak bildirdi ki
kendisinden başka yoktur ilâh” (Âl-i İmran, 18)
Ey Allâh’ım! Kudsiyetinin
nûruna sığınırım. Her türlü hastalıktan, âfetten, hayırla gelenin dışında cinnî
ve insî her gelenden, affediciliğinin bereketine, celâlinin azametine
sığınırım, ey Erhame’r-Rahimin.
Ey Allâh’ım! Korunmadan önce
sensin korunağım, sığınmadan önce sensin sığınağım. Ey Firavun askerlerinin
huzurunda boyun eğdiği! Ey zorbaların zirvelerinin önünde eğildiği! Ey göklerin
ve yerin kilitleri elinde olan.
Ey Allâh’ım, zikrin benim
şiarım ve kaftanım, rahmetinin gölgesinde uykum ve kararım, sanadır her
vahimden firarım, sayenledir her krizden intisârım, sanadır itimadım, ve
kudsiyetinin kereminedir istinâdım. Şehadet ederim ki yoktur senden başka ilâh,
muhafız çadırlarına al beni, ağır gelen kederlerimden beni koru, senin
hürmetine Ey Rahman! Ey Rahim!.
Vâhid ve Ehad isminle
istiyorum Allâh’ım, Ferd ve Samed isminle yalvarıyorum, Azim ve Vitr isimlerini
vesile ediniyorum Allâh’ım, senin kudsiyetinin nûru, kâinatın her köşesini
doldurmuştur. Hatta, mâsiva korkusunun tozları, evhamımın gönlüne karışmasın,
ve mâsiva umutlarının izleri, fikrimin yelkenine değmesin diye geceleyin içine
düştüğüm, sabahleyin içinde kalktığım şeyden beni kurtardın. Azâbından ve
ikâbından beni kurtar Allâh’ım, leyl ü nehârımda, nevm ü karârımda beni koru
Allâh’ım. Zâtını tazimle, arşının mükemmelliğini yücelterek diyorum ki senden
başka yoktur ilâh.
Ey Allâh’ım! Sav benden
kullarının şerrini. Hıfzına, inayetine, emniyet ve sıyanet otağına al beni.
Lütfuna, keremine ve ihsanına beni hissedar eyle.
Ey Allâh’ım! Hamdinle seni
tesbih ederim, ismin kutsaldır senin, gücün yücedir.
Ey Allâh’ım! Ey işlerin
felaketini gideren! Kederlerin güçlüğünü gideren, Ey büyük sıkıntıdan kurtaran!
ve ey bir şeyin olmasını dilediğinde kendisine “kün fe yekun”un yeterli
geldiği. Ey Rabb! Ey Rabbim! Günah saldırıları zayıf kulunu kuşattı. Onlara ve
her türlü şiddete engel olan sensin. Senden başka ilah yoktur. Yetiş! Yetiş!
Merhamet! Merhamet! İnayet! İnayet! Kulun, elçin, efendimiz Muhammed’e (sav) ve
âline salât et. Tüm işlerimde bana ve müslümanlara lutfet. Allâh’ım, efendimiz
Muhammed (sav) ümmetini koru! Allâh’ım, efendimiz Muhammed (sav) ümmetine
merhamet eyle! Allâh’ım, efendimiz Muhammed (sav) ümmetini ıslah et! Allâh’ım,
efendimiz Muhammed (sav) ümmetini kurtar!
Ey Allâh’ım! Beni, mahlukata
ümit bağlayanlardan eyleme, onlara güvenenlerden eyleme, gönlümün yularını
yarattıklarından birine bağlayacaksan eğer, Onu sevdiklerinden eyle, ki gayretim,
sevdiğine yönelik olsun da karışsın, son damlasına kadar, Muhabbetini
boşaltırcasına döktüğün o sevdiğin kuluna. Zira sen sevdiklerinin dostusun.
Gönlümün gayretini, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, muhabbetinin
süslemediğinden ve sevginden bir damla bile vermediğinden sav. Sırrımın
gözetiminden, emanet perdeleri kaldır ki yalnız sana yönelene, sana güvenene
iltifat edeyim. Azmimin kararını sevket seçtiklerine, dostlarına, yakından
sevdiklerine, salih kullarına, gönderilmiş elçilerine ve dostluğu ne güzel
olanlara. Allâh’ım, Seni razı edecek davranışlarda sabit kıl beni, sevdiklerine
yaklaştır, sevgim ve öfkem son damlasına kadar senin için olsun, düşmanlarına
beni yaklaştırma. Üzerimdeki nimetini ve ihsanını sürdür. Zikrini bana
unutturma. Her halde şükrünü ilham et bana. Nimetlerinin evamının
değerini ve afiyetin sürekliliğinin kadrini öğret bana.
Ey Allâh’ım! Dinim, dünyam ve
ahiretim için, senden af, afiyet, bitmez afiyet istiyorum.
Ey Allâh’ım! Kalbime senin
ümidini koy, gayrısının ümidini sök. Ki mâsiva ümidi taşımayayım.
Ey Allâh’ım! Kuvvetim azalıp,
ümidim kesilmeden, rağbetim tükenmeden, arzuhalim ulaşmadan, ve “yakin”den
önceki ve sonraki nesillerden birine verdiklerin dilime gelmeden, onu bana
tahsis eyle Ey Rabbe’l - âlemin. Allâh’ım, çareler tükendi, ümit kesildi, İş
bitti. Senden başka ne bir sığınak var ne de kurtuluş. Ey en zorları bile
kolaylaştıran! Ey demirin sertliğini dahi yumuşatan! Ey va’d ve vaid işlerini
gerçekleştiren! Ey her gün yeni bir halde ve işte olan! Beni darlık ve sıkıntı
girdaplarından, en geniş kurtuluşa, en aydın yola çıkar. Gücümün yettiğini de
yetmediğini de sana havale ediyorum. Âlî ve Azîm Allah’tan başka güç ve kuvvet
yoktur. Allâh’ım! Senden af istiyorum. Sana dönüyorum. Her işte sana
güveniyorum. Bildiğim günahtan dolayı af istiyorum. Bilmediğim günahtan dolayı
senden af istiyorum. Zîra sen bilirsin ben bilemem. Sen ki gaybları bilensin,
günahları affedensin, Ayıbları örtensin, sıkıntıları giderensin, ve sanadır
dönüş. Allâh’ım! Senin verdiğin afiyetle bedenimin işlediği her günahtan
bağışlanma diliyorum. Fazlınla gücümün ulaştığı, rızkının yağdırmasıyla elimin
uzandığı her günahtan bağışlanma diliyorum. Korktuğumda, tedbirine inanarak,
hilmine, affının keremine güvenerek işlediğim her günahtan bağışlanma
diliyorum.
Allah’ım, tüm günahlarım için
senden af diliyorum. Bu günahlar yüzünden emanetime ihanet ettim, kendimi
alçalttım, ihmal ettim. Duygularımı öne çıkardım, şehvetlerimin peşinden gittim,
başkaları için çalıştım, bana uyanları da yanlış yola saptırdım. Bu günahlar
yüzünden yüce yaratılışıma rağmen mağlup oldum. Başka dostlukları senin
dostluğuna değiştim de yaptığım amellerimden dolayı beni huzuruna kabul
etmedin. Çünkü sen ey kusurlardan uzak olan, İsyan etmemi istemedin. Fakat
senin ilmin benim tercihlerimin, amelimin ve irademin önündedir. Sen benim için
bir kader çizdin, fakat beni zorlamadın, bana en ufak haksızlık yapmadın,
hükmünü benim tercihimi gözeterek uyguladın. Ey tüm merhametlilerden daha
merhametli olan Allah’ım! Senden af ve mağfiret diliyorum. Ey zor anımda
sahibim! Ey yalnızlığımda yoldaşım! Ey sahipsiz ve kimsesiz olduğumda beni
koruyup kollayan! Ey nimette olduğumda benim velinimetim! Ey sıkıntımı gideren!
Ey dualarımı işiten! Ey gözyaşlarıma acıyan! Ey günahlarımı, hatalarımı
affeden! Ey benim gerçek ilahım! Ey benim sağlam dayanağım! Ey benim ayrılmaz
yakınım! Ey benim şefkatli sahibim! Ey Beyt-i Atik’in (Kâbe) rabbi olan
Allah’ım! Beni, en kısa zamanda, dar boğazların çemberinden, katından yakın ve
sağlam bir kurtuluşla, yolların genişliklerine çıkar ya Rab!
Ey Allah’ım! Bütün endişe ve
kederimi gider. Beni tüm üzüntülerden ve sıkıntılardan kurtar. Ey endişeleri
gideren! Ey tasaları yok eden! Ey yağmuru yağdıran! Ey dara düşenin duasına
icabet eden! Ey dünya ve ahiretin Rahmân ve Rahîmi olan Allah’ım! Mahlûkatın en
hayırlısı sâf, pâk, temiz ve ümmî peygamber Hz. Muhammed’e ve onun yine pak,
temiz ailesine sâlât ve selâm eyle. Allah’ım! İçime sıkıntı veren şeyi kaldır.
Çünkü sabrım tükendi, çarem azaldı, gücüm zayıfladı. Ey her türlü zarar ziyanı!
musibet ve hüznü ortadan kaldıran! Ey tüm sırları ve gizli halleri bilen! Ey
merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ım! “İşlerimi sana ısmarlıyorum.
Çünkü Allah kullarını görendir.” (Mümin, 44) “Başarım yalnız Allah’tandır. Ben
de ona tevekkül ettim.” (Hûd, 88) “Çünkü o büyük arşın sahibidir.” (Tevbe, 129)
Allah’ın izzetinin şerefiyle korundum. Azametinin büyüklüğüyle, ulvîliğinin
yüceliğiyle, kudretinin iktidarıyla, saltanatının gücüyle, ve Lâ İlâhe illallâh
ile korundum. Allahın katında hükmü yazan kalem ile Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâh (güç ve kuvvet yalnız Allaha aittir) ile kendimi muhafaza altına aldım.
Allah’a iman ettim. O bana yeter.
Ey Allah’ım! Ey gözlerin
göremediği! Ey şüphelerin karıştıramadığı! Ey kimsenin anlatamadığı! Ey
olayların değiştiremediği! Ey felaketlerin korkutamadığı! Ey dağların
ağırlığını, denizlerin miktarını, yağmur damlalarının, ağaç yapraklarının,
gecenin örttüklerinin, gündüzün aydınlattıklarının, sayısını bilen Allah’ım! Ey
göklerin kendisinden bir şey gizleyemediği! Ey yeryüzünün kendisinden bir şey
saklayamadığı! Ey her denizin dibini, her dağın ulaşılmaz zirvesini bilen
Allah’ım! Ömrümün sonlarını en hayırlı zamanlarım, en son yaptıklarımı en
hayırlı amelim, sana kavuştuğum günü en hayırlı günüm eyle. Ey güç ve kuvvet
sadece kendisine ait olan yüce ve büyük olan Allah’ım! Duamı kabul eyle.
Allah’ım! Bana ateş atanın ateşini söndür. Bana kederini bulaştırmak isteyenin
kederinden beni uzak eyle. Beni sağlam zırhına büründür. Beni yeterli
örtülerinle ört. Allah’ım! Kim bana düşmanlık ederse sen ona mani ol. Kim beni
oyuna getirirse sen oyununu boşa çıkar. Kim bana zorbalık yaparsa sen onun
hakkından gel. Kim beni yok etmek için bir tuzak kurarsa sen onun tuzağını yok
eyle. Allah’ım! Kim hakkımda kötülük düşünürse kötülüğünü aleyhine çevir.
Allah’ım! Boğazını tuzağına, tuzağını boğazına geçir ki ölümü kendi eliyle
olsun. Senin himayene tutundum, senin mukaddes gücüne sığındım Allah’ım! Ey
nimetleri yağdıran! Ey intikam duygularına karşı koruyan! Ey ortaya çıkardıktan
sonra üzüntü ve tasaları gideren! Ey mazlumların sahibi! Ey zalimlerin hesabını
gören! Ey başlangıcı olmayan Evvel! Ey nihayeti olmayan Âhir! Ey isminden başka
unvana ihtiyaç duymayan! Bu işimde bana bir rahatlık, kaygılarımın derin
çukurundan beni kurtaracak bir çıkış yolu nasip eyle. Ya Latif! Ya Latif! Ya
Latif! Gizli lütfundan bana lütfet. Yüce desteğinle ve makamını bilemediği
halde arşı kaplayan kudretinle bana yardım et. Ey sebepleri yaratan! Ey tüm
kapıları açan! Ey bütün sesleri işiten! Ey tüm dualara karşılık veren! Ey bütün
ihtiyaçları gideren! Ey yardım isteyenlere imdad eyleyen Allah’ım! senden bir
çıkış yolu bekliyor, senin lütfunu gözetiyorum. Hazreti Muhammed’e ve onun
ailesine rahmet eyle, beni kurtar, bana lütfet. Bir an olsun beni bana bırakma.
Beni yarattığın her hangi birine de muhtaç etme Allah’ım! Ey göklerde ve yerde
kudret sahibi! senden başka ilah yok. Hikmet sahibi (Hakim)! ikram sahibi olan (Kerim)!
Allah’tan başka ilah yoktur. Sonsuz rahmet sahibi olan (Rahman ve Rahim)
Allah’tan başka ilah yoktur. Göklerin, yerin ve büyük arşın rabbi olan
Allah’tan başka ilah yoktur. Allah’ım gizli açık, dünyevi ve uhrevi tüm
ihtiyaçlarımı sana arz ettim. Kulun senin kapına geldi. Miskinin senin kapına
geldi. Fakirin senin kapına geldi Ya Rab!
Ey keyfiyetini yalnız
kendisinin bildiği! Ey kudretine başkasının erişemediği! Ey gizli olmayan
aşikâr! Ey uzak olmayan yakın! Ey mağlup olmayan galip! Ey hayatın kaynağı! Ey
her şeyin mutlak hâkimi! Senin güç ve kuvvetinden yardım istiyorum. Ey en
merhametlilerden daha merhametli olan! Bana merhamet eyle. Ey yedi kat göklerin
ve onların gölgelediklerinin! Ey yerlerin ve onların üstündekilerinin, tüm
şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah’ım! Tüm yaratılmış olanların
kötülüklerine karşı benim yanımda ol ki hiç biri beni alt etmesin ve bana
taşkınlık yapmasın. Ey yakınlığı izzet veren ve övgüsü yücelten! Senden başka
ilah yok. Yalnız sen varsın Allah’ım!
Ey Allah’ım, Hazreti
Hüseyin’in, kardeşinin, dedesinin, babasının, annesinin ve oğullarının
hürmetine beni ve tüm müslümanları içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumdan
kurtar
Allah’ım! Allah’ım! Senin kulun ve peygamberine, her an ve
her yerdesalât ve selâm eyle.
Hz. Muhammed (sav)’e, mukaddes sırların okyanusu,
gizemli işaretlerin tılsımı,
gayb ilimlerinin kabında saklı olan,
varlık âlemleri henüz ortaya çıkmadan kara bulutlarla dolu
gökyüzünü kaplayan ilk şimşek, henüz varlık örtüsü insan türüyle yarılmamışken
o mukaddes burçlarda parlayan ilk yıldız, lütuf âleminde karanlık ve aydınlık
(varlık ve yokluk) arasında sallanan canlar canı,
o ulu varlıktan çıkıp bu ümmetin kalplerine doğan büyük
hidayet güneşi, Hz. Muhammed (sav)’e salât ve selâm eyle.
Dalga dalga meded ummanı,
ilm-i ilahinin geçit ve ovalardaki keskin sembolü,
ruhani hırkasının (hilat-i risalet) eteğinde şaşırtıcı
mucizeler saklı olan Allah’ın en büyük mucizesi,
gayelerin gayesi olan amaca yükselten merdivenlerin ilki
bizim efendimiz,
Allah yolunda olan herkesin efendisi, fazilet, cömertlik,
yardım severliğin ve mutluluğun kaynağı,
Hz. Muhammed (sav)’e salât ve selâm eyle.
En yüce sevgili,
dalgalı deniz,
tılsımlı hazine,
en doğru yol,
en kuvvetli nur,
en parlak ay,
en sağlam delil,
en güçlü,
en keskin kılıç,
gaybî ilmin taşıyıcısı,
ezeli yardımın çığlığı,
ondan başka tüm kapıların hala kapalı olduğu Allahın kapısı,
yolunun nurunun parlaklığı peçelemediği müddetçe hâlâ
reddolunmayan makbul yüz,
Hz. Muhammed (sav)’e salât ve selâm eyle.
Sarılanın kurtulduğu,
emin ve salim olduğu Allahın ipi,
Allah’a ulaşmak için ondan girenin kabul ve merhamet
edildiği kurtuluş kapısı,
efendilerin efendisi,
tüm varlığın sebebi olan,
efendimiz,
peygamberimiz Muhammed aleyhisselama,
onun ailesine, ashabına, onun ardınca gidenlere, onun
tarafında olanlara, onun yolunu tutanlara, onun denizinden kananlara salât eyle
selam eyle Allah’ım.
Onun hatırına bize yardım eyle.
Onun yakınlığı ile bizi ödüllendir.
Onun milleti (dini) ve sünneti üzere bizi yaşat ve bizim
canımızı al.
Bizim ve tüm müslümanların sonunu hayreyle. Bizi, anne
babamızı, evlatlarımızı, ecdadımızı, tüm müslüman erkek ve hanımları, tüm mümin
erkek ve hanımları bağışla ya Rabbi. Allahın selamı tüm peygamberlerin üzerine
olsun. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
17.8.13
Ali Ulvi Kurucu Kaleminden Bediüzzaman
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَبِهِ نَسْتَعِينُ 1
وَبِهِ نَسْتَعِينُ 1
Önsöz
(Bu Önsöz, Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.)
Büyük İkbâl’e ait olan Önsözde demiştim ki: “Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip aziz hâtıraları anılırken, insan başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, tertemiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlâhî feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.
Tarihe şerefler veren erler anılırken,
Yükselmede ruh, en geniş âlemlere yerden.
Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden,
Geçmiş gibi Cennetteki gül bahçelerinden.
Bu derin hakikati, Önsözü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zira, aziz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlâs ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle harikaya sahne olan gönüller fâtihi büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur Külliyatına ve ahlâk ve faziletleri, ihlâs ve samimiyetleri, iman ve irfanlarıyla hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık âlemine tertemiz örnekler vermekte devam eden Nur talebelerine aittir.
Bir kitabın mukaddemesini, o kitabın hülâsası diye tarif ederler. Halbuki, her mevzuu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını böyle birkaç sahifelik mukaddemeye sığdırmak kabil midir?
Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlâhî bir neş’e ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki, Bediüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlâhî tecellilere mazhar olan bambaşka bir âlim ve mümtaz bir şahsiyettir.
Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de o nur âleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin, bir beytiyle çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim: “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak Cenâb-ı Hakka zor gelmez.”
Akıllara hayret veren bu ulvî hadise, münkirleri kahrettiği gibi, mü’minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor.
İmanlı gönüllerde mânevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlâhî hâdiseyi, büyük bir mücahid, kalbleri vecd içinde bırakan bir üslûpla, bakınız, nasıl ifade ediyor:
“Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun, yani Bediüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı; ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”
Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlâhî bir neş’e ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki, Bediüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlâhî tecellilere mazhar olan bambaşka bir âlim ve mümtaz bir şahsiyettir.
Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de o nur âleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin, bir beytiyle çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim: “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak Cenâb-ı Hakka zor gelmez.”
• • •
Gayesinin ulviyetinden, dâvâsının ihtişamından ve imanının azametinden feyiz ve ilham alan bu kutbun câzibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.Akıllara hayret veren bu ulvî hadise, münkirleri kahrettiği gibi, mü’minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor.
İmanlı gönüllerde mânevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlâhî hâdiseyi, büyük bir mücahid, kalbleri vecd içinde bırakan bir üslûpla, bakınız, nasıl ifade ediyor:
“Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun, yani Bediüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı; ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”
Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarikat mı, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür?”
Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti. Neticede, bu İlâhî tecellînin gönüller ülkesine kurulan bir iman ve irfan müessesesinden başka birşey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlâhî bir surette tecellîsi şu şekilde zuhur etti: Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraati kararı resmen ilân edildi. Ve artık, ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlâhî kanunların başında gelen bir hakikat olduğu güneşler gibi belirdi.
Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, dâvâsını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.
Meselâ, o adam ilk günlerde mütevazi, âlicenap, feragat ve mahviyetkâr, hülâsa, bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derece de mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra, yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş’esiyle, birçok büyük sanılan kimseler gibi yere göğe sığmaz mı olmuş?
İşte, büyük küçük herhangi bir dâvâ ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak âyine budur.
Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti. Neticede, bu İlâhî tecellînin gönüller ülkesine kurulan bir iman ve irfan müessesesinden başka birşey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlâhî bir surette tecellîsi şu şekilde zuhur etti: Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraati kararı resmen ilân edildi. Ve artık, ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlâhî kanunların başında gelen bir hakikat olduğu güneşler gibi belirdi.
Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, dâvâsını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.
Meselâ, o adam ilk günlerde mütevazi, âlicenap, feragat ve mahviyetkâr, hülâsa, bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derece de mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer
zafer kazanan, galip gelen
İşte, büyük küçük herhangi bir dâvâ ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak âyine budur.
arih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ peygamberler ve bilhassa Sultanu’l-Enbiya Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sonra Onun halife ve Sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.
Zira, mademki bir âlim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri, takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa...
İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür’atiyle aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.
Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında, beni en çok meftun eden şey, onun, o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.
Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tâzip ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!
• • •
Peygamber Efendimiz, şu اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ yani, “Âlimler, peygamberlerin varisleridirler” hadis-i şerifleriyle, âlim olmanın pek kolay birşey olmadığını, i’câzkâr belâğatleriyle beyan buyuruyorlar.Zira, mademki bir âlim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri, takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa...
İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür’atiyle aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.
Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında, beni en çok meftun eden şey, onun, o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.
Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tâzip ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!
Büyük İkbâl’in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neş’esiyle vaktiyle yazdığım “Mücahid” ünvanını taşıyan bir manzumede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şâirane bir mübalâğada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.
Lâkin şu mukaddemesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah’ın ne kulları varmış! Eğer bir iman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş!
Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,
İnsan da, o imandaki son sırra ererse,
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar;
Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar...
Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham,
Peygamberi rüyada görür belki her akşam.
Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrap,
Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtap.
Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz;
Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.
Cennetteki âlemleri dünyada görür de,
Mahvolsa eğilmez sıra dağlar gibi derde.
En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,
Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,
Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,
Ruhundaki imanla yanan meş’ale sönmez!
Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!
Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:
Ey yolcu! Şafaklar sökecek, durma, ilerle,
Zulmetlere kan ağlatacak meş’alelerle...
Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere, yüksel,
İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el!
Lâkin şu mukaddemesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah’ın ne kulları varmış! Eğer bir iman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş!
Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,
İnsan da, o imandaki son sırra ererse,
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar;
Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar...
Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham,
Peygamberi rüyada görür belki her akşam.
Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrap,
Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtap.
Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz;
Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.
Cennetteki âlemleri dünyada görür de,
Mahvolsa eğilmez sıra dağlar gibi derde.
En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,
Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,
Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,
Ruhundaki imanla yanan meş’ale sönmez!
Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!
Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:
Ey yolcu! Şafaklar sökecek, durma, ilerle,
Zulmetlere kan ağlatacak meş’alelerle...
Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere, yüksel,
İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el!
Sanki bu mısralar iman kahramanı, büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerimede, bakınız, mücahidlere neler vaad ediyor:
Demek ki, iman ve Kur’ân uğrunda candan ve cihandan geçen mücahidlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Hâşâ, Cenâb-ı Hak vaadinde hulf etmez; yeter ki, bu azim vaad-i İlâhîyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.
Bu âyet-i kerime, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nurun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira, madem ki bir insan Cenâb-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.
Allah’ın nuruyla nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-u İlâhîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespâye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve tesellî edebilir?
Allah’tır onun yârı, mürebbîsi, velîsi;
Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi.
Yükselmededir mârifet iklimine her an,
Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur’ân...
Kur’ân ona yâd ettiriyor “Bezm-i Elest”i.
Âşık, o tecellînin ezelden beri mesti...
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
Meâl-i şerifi: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle (Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle) beraberdir.”Demek ki, iman ve Kur’ân uğrunda candan ve cihandan geçen mücahidlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Hâşâ, Cenâb-ı Hak vaadinde hulf etmez; yeter ki, bu azim vaad-i İlâhîyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.
Bu âyet-i kerime, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nurun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira, madem ki bir insan Cenâb-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.
Allah’ın nuruyla nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-u İlâhîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespâye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve tesellî edebilir?
Allah’tır onun yârı, mürebbîsi, velîsi;
Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi.
Yükselmededir mârifet iklimine her an,
Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur’ân...
Kur’ân ona yâd ettiriyor “Bezm-i Elest”i.
Âşık, o tecellînin ezelden beri mesti...
İşte, Bediüzzaman, böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer va’z ve irşad kürsüsüdür. Oradan insanlığa ulvî bir gaye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celâdet dersleri verir. Hapishaneler birer medrese-i Yusufiyeye inkılâp eder. Oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zira oradakiler, onun feyiz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Hergün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve cânileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.
Böyle bir yüksek iman ve ihlâs şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak, ruhuyla mâneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir.
Büyük mutasavvıfların (r.a.) fena fillâh, bekabillâh diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.
Evet, her mü’minin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes, iman ve irfanı, salâh ve takvâsı, feyiz ve mâneviyatı nisbetinde bu İlâhî hazdan feyizyâb olabilir. Lâkin bu güzel hal, bu tatlı visal ve bu emsalsiz haz, geçen âyet-i kerimedeki ihsan erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar, bu sebepten dolayıdır ki, Mevlâyı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleriyle, arslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lâhzası, en yüksek terakki ve tekâmül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları, o cemâl, kemâl ve celâl sıfatlarıyla muttasıf olan Rabbü’l-Âlemînin rızasında erimiş bulunuyorlar. Mevlâ, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin. Âmin.
Böyle bir yüksek iman ve ihlâs şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak, ruhuyla mâneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir.
Büyük mutasavvıfların (r.a.) fena fillâh, bekabillâh diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.
Evet, her mü’minin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes, iman ve irfanı, salâh ve takvâsı, feyiz ve mâneviyatı nisbetinde bu İlâhî hazdan feyizyâb olabilir. Lâkin bu güzel hal, bu tatlı visal ve bu emsalsiz haz, geçen âyet-i kerimedeki ihsan erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar, bu sebepten dolayıdır ki, Mevlâyı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleriyle, arslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lâhzası, en yüksek terakki ve tekâmül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları, o cemâl, kemâl ve celâl sıfatlarıyla muttasıf olan Rabbü’l-Âlemînin rızasında erimiş bulunuyorlar. Mevlâ, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin. Âmin.
Yukarıdaki sahifelerde, büyük Üstadın, dostlarını meftun ve hayran ettiği kadar da, düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli imanından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti nurdan bir hâle halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlâk ve kemalâtından bahsedelim.
Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:
Feragati:
Bir dâvâ sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştan başa feragatın şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.
Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”
Büyük adamdan sâdır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım.
Vaktâ ki aynı sözü Bediüzzaman’ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor...
Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:
Feragati:
Bir dâvâ sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştan başa feragatın şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.
Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”
Büyük adamdan sâdır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım.
Vaktâ ki aynı sözü Bediüzzaman’ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor...
Evet, İslâm için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrâhimîn olan Allahü Zü’l-Kerem Tealâ ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedaî kulunu lütuf ve kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek, şânına -hâşâ- yakışır mı?
İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes’ut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat Cenâb-ı Hak kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fâni kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.
Bugün dünyada hangi bir aile reisi, mânen Bediüzzaman Hazretleri kadar mes’uttur? Hangi bir baba milyonlarla evlâda sahip olmuştur? Hem de nasıl evlâtlar!.. Ve hangi bir üstad bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?
Bu kudsî ve ruhî rabıta, biiznillâhi teâlâ, dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü bu İlâhî dâvâ, Kur’ân-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur’ân’dan doğmuş ve Kur’ân’la beraber yaşayacaktır...
Şefkat ve merhameti:
Büyük üstad, hak ve hakikati tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcâtını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden, feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir ârif-i billâh idi.
Lâkin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı.
İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes’ut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat Cenâb-ı Hak kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fâni kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.
Bugün dünyada hangi bir aile reisi, mânen Bediüzzaman Hazretleri kadar mes’uttur? Hangi bir baba milyonlarla evlâda sahip olmuştur? Hem de nasıl evlâtlar!.. Ve hangi bir üstad bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?
Bu kudsî ve ruhî rabıta, biiznillâhi teâlâ, dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü bu İlâhî dâvâ, Kur’ân-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur’ân’dan doğmuş ve Kur’ân’la beraber yaşayacaktır...
Şefkat ve merhameti:
Büyük üstad, hak ve hakikati tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcâtını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden, feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir ârif-i billâh idi.
Lâkin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı.
Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes dâvâya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki, o günden beri her sözü bir dilim lâv, her fikri bir ateş parçası olmuş, düştüğü gönülleri yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor.
Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazâlî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.
Demek ki, Cenâb-ı Hak, büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bambaşka tesirler icra ediyor.
Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazâlî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlâs vâdisinde başarmıştır.
Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:
“Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”
İstiğnası:
Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.
Mâsivâdan tam mânâsıyla istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığıyla Rabbü’l-Âlemînin bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyad değil, âdeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam etmektedir.
Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazâlî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.
Demek ki, Cenâb-ı Hak, büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bambaşka tesirler icra ediyor.
Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazâlî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlâs vâdisinde başarmıştır.
Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:
“Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”
İstiğnası:
Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.
Mâsivâdan tam mânâsıyla istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığıyla Rabbü’l-Âlemînin bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyad değil, âdeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam etmektedir.
İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir.
Bakınız, Üstad, Mektubat ünvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektubunda, bu mühim noktayı altı vecihle ne kadar asil bir iman ve irfan şuuruyla izah eder:
“Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle itham ediyorlar; ilmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lâzımdır.
İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde hakkı neşredenler
1 اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ، اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ diyerek, insanlardan istiğna göstermişler...”
İşte, Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlâhî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.
Artık, herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuruyla dolmaz?
Bakınız, Üstad, Mektubat ünvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektubunda, bu mühim noktayı altı vecihle ne kadar asil bir iman ve irfan şuuruyla izah eder:
“Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle itham ediyorlar; ilmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lâzımdır.
İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde hakkı neşredenler
1 اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ، اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ diyerek, insanlardan istiğna göstermişler...”
İşte, Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlâhî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.
Artık, herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuruyla dolmaz?
İktisatçılığı:
İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz “istiğna”nın tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten iktisat sarayına girebilmek için, evvelâ istiğna denilen kapıdan girmek lâzımdır. Bu sebeple iktisatla istiğna, lâzımla mülzem kabilindendir.
Üstad gibi, istiğna hususunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husule gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi gelebilir. Zira bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lâ Martin’in dediği gibi: “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.”
Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını mânevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.
Meselâ, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesiyle ölçen bir dâhidir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakebe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.
İşte Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği tertemiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nâdire-i fıtrattır.
İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz “istiğna”nın tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten iktisat sarayına girebilmek için, evvelâ istiğna denilen kapıdan girmek lâzımdır. Bu sebeple iktisatla istiğna, lâzımla mülzem kabilindendir.
Üstad gibi, istiğna hususunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husule gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi gelebilir. Zira bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lâ Martin’in dediği gibi: “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.”
Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını mânevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.
Meselâ, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesiyle ölçen bir dâhidir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakebe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.
İşte Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği tertemiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nâdire-i fıtrattır.
Tevazuu ve mahviyetkârlığı:
Nur Risalelerinin bu kadar harikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faidesi olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde kendine bir “kutbu’l-ârifîn” ve bir “Gavsu’l-vâsılîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir.
Mesela, ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve âteşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı, öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına, bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.
Üstad, hususî hayatında gayet halim-selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için âzamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahrumiyetlere katlanır; fakat imanına, Kur’ân’ına dokunulmamak şartıyla...
Artık o zaman bakmışsınız ki, o sâkin deniz, dalgaları semâlara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’ân-ı Kerîm'in sadık hizmetkârı ve iman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakikati veciz bir cümleyle şu şekilde ifade eder:
“Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben de Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, ‘hak budur’ derim, başımı eğmem...”
Vazife başında ve cihad meydanında iken şu mısralar lisan-ı halidir:
Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi,
Sinsi düşmanlara, hâşâ, satamam benliğimi.
Benliğimden uzak olmaktır esaret bence,
Böyle bir zillete düşmek ne hazin işkence!
Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım,
Dest-i kudretle yapılmış kaledir imanım,
Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım,
Görmek ister beni Cennette şehid ecdadım.
Ruhum oldukça müebbed, ebedîdir ömrüm,
En büyük vuslata Allah’a çıkan yoldur ölüm.
Nur Risalelerinin bu kadar harikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faidesi olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde kendine bir “kutbu’l-ârifîn” ve bir “Gavsu’l-vâsılîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir.
Mesela, ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve âteşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı, öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına, bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.
Üstad, hususî hayatında gayet halim-selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için âzamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahrumiyetlere katlanır; fakat imanına, Kur’ân’ına dokunulmamak şartıyla...
Artık o zaman bakmışsınız ki, o sâkin deniz, dalgaları semâlara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’ân-ı Kerîm'in sadık hizmetkârı ve iman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakikati veciz bir cümleyle şu şekilde ifade eder:
“Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben de Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, ‘hak budur’ derim, başımı eğmem...”
Vazife başında ve cihad meydanında iken şu mısralar lisan-ı halidir:
Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi,
Sinsi düşmanlara, hâşâ, satamam benliğimi.
Benliğimden uzak olmaktır esaret bence,
Böyle bir zillete düşmek ne hazin işkence!
Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım,
Dest-i kudretle yapılmış kaledir imanım,
Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım,
Görmek ister beni Cennette şehid ecdadım.
Ruhum oldukça müebbed, ebedîdir ömrüm,
En büyük vuslata Allah’a çıkan yoldur ölüm.
Kitaba girmezden evvel, Üstadı ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleriyle de mütalâa etmek isterdim. Fakat çok derin ve pek şümullü olan bu mevzuların birkaç sahife ile hulâsa edilemeyeceğini kat’î bir surette idrak ettikten sonra, artık adı geçen mevzulara birkaç cümleyle temas etmeyi münasip gördüm.
Rabbim imkânlar lûtfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir surette tetkik ve mütalâa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve aziz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim.
Üstadın ilmî cephesi:
Merhum Ziya Paşa, şu "Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde" beytiyle nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir.
Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilâta girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.
Yalnız, yanık bir şairimizin; "Hüsn olur kim seyrederken ihtiyar elden gider" dediği gibi, hayatının her lâhzasında İlâhî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zâtın, ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlâhî bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.
Rabbim imkânlar lûtfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir surette tetkik ve mütalâa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve aziz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim.
Üstadın ilmî cephesi:
Merhum Ziya Paşa, şu "Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde" beytiyle nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir.
Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilâta girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.
Yalnız, yanık bir şairimizin; "Hüsn olur kim seyrederken ihtiyar elden gider" dediği gibi, hayatının her lâhzasında İlâhî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zâtın, ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlâhî bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.
Üstad, Risale-i Nur Küliyatında dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de harikulâde bir surette muvaffak olmuştur.
İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları gayet açık bir şekilde ve en kat’î bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek sâhil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.
Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatını aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kur’ân-ı Kerîm'in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billûr huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira, tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mü’min kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur!
Üstadın fikrî cephesi:
Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takip ettiği bir gayesi ve bütün gönlüyle bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serd edilir. Fakat Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle filân yorulmaksızın, bir cümleyle hülâsa edilebilir:..
İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları gayet açık bir şekilde ve en kat’î bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek sâhil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.
Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatını aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kur’ân-ı Kerîm'in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billûr huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira, tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mü’min kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur!
Üstadın fikrî cephesi:
Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takip ettiği bir gayesi ve bütün gönlüyle bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serd edilir. Fakat Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle filân yorulmaksızın, bir cümleyle hülâsa edilebilir:..
Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegâne dâvâları olan “Hâlık-ı Kâinatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilân” ve bu büyük dâvâyı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir. O halde Üstadın mantık, felsefe ve müspet ilimlerle de alâkası var.
Evet, mantık ve felsefe, Kur’ân’la barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul dâvâsını ispat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat’î burhanları, Kur’ân-ı Kerîm'in Allah kelâmı olduğunu hergün bir kat daha ispat ve ilân eden müsbet ilimdir.
Zaten felsefe, aslında hikmet mânâsına geldikçe, Vacibü’l-Vücud Tealâ ve Tekaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri’sine lâyık sıfatlarla ispata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.
İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’ân-ı Kerîm'in nurlu yolunu takip ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin bu hususta hâiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşaallah müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahi’t-tevfik.
Tasavvuf cephesi:
Nakşibendî meşâyihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz (asm) Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum: “Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?”
“Ulema, Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin (asm) hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zâta ‘zülcenaheyn,’ yani ‘iki kanatlı’ deniliyor.
Evet, mantık ve felsefe, Kur’ân’la barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul dâvâsını ispat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat’î burhanları, Kur’ân-ı Kerîm'in Allah kelâmı olduğunu hergün bir kat daha ispat ve ilân eden müsbet ilimdir.
Zaten felsefe, aslında hikmet mânâsına geldikçe, Vacibü’l-Vücud Tealâ ve Tekaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri’sine lâyık sıfatlarla ispata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.
İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’ân-ı Kerîm'in nurlu yolunu takip ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin bu hususta hâiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşaallah müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahi’t-tevfik.
Tasavvuf cephesi:
Nakşibendî meşâyihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz (asm) Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum: “Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?”
“Ulema, Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin (asm) hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zâta ‘zülcenaheyn,’ yani ‘iki kanatlı’ deniliyor.
Binaenaleyh, tarikattan maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip ahlâk-ı Peygamberî ile ahlâklanarak bütün mânevî hastalıklardan temizlenip Cenâb-ı Hakkın rızasında fani olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki ehl-i hakikattirler. Yani, tarikattan maksud ve matlub olan gayeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz matlub olan hedefe kolaylıkla erebilmek için muayyen kaideler vaz eylemişlerdir. Hülâsa, tarikat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarikattan düşen şeriata düşer, fakat —maazallah— şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.”
Bu büyük zatın beyanatına göre, Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şâibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilâf yoktur. Her ikisi de rıza-yı Bârîye ve binnetice Cennet-i âlâya ve dîdar-ı Mevlâya götüren yollardır.
Binaenaleyh, bu asîl gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilâkis Risale-i Nur, tasavvuftaki “murakabe” dairesini Kur’ân-ı Kerim yoluyla genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir.
Evet, insanın gözüne gönlüne bambaşka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakabesiyle meşgul olan bir sâlik, kalbi ve bütün letâifiyle birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamıyla seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde binbir şekilde tecellî etmekte olan Esmâ-i Hüsnâsını, sıfât-ı ulyâsını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mâbedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder.
Bu büyük zatın beyanatına göre, Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şâibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilâf yoktur. Her ikisi de rıza-yı Bârîye ve binnetice Cennet-i âlâya ve dîdar-ı Mevlâya götüren yollardır.
Binaenaleyh, bu asîl gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilâkis Risale-i Nur, tasavvuftaki “murakabe” dairesini Kur’ân-ı Kerim yoluyla genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir.
Evet, insanın gözüne gönlüne bambaşka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakabesiyle meşgul olan bir sâlik, kalbi ve bütün letâifiyle birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamıyla seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde binbir şekilde tecellî etmekte olan Esmâ-i Hüsnâsını, sıfât-ı ulyâsını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mâbedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder.
Çünkü, içine girdiği mabed öyle ulu bir mâbeddir ki, milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar içinde Hâlıkını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanları, şive, nâğme, ahenk ve besteleriyle bir ağızdan 1 سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ diyorlar.
Risale-i Nur’un açtığı iman ve irfan ve Kur’ân yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mâbede girer. Ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizyâb olur.
Edebî cephesi:
Eskiden beri, lâfız ve mânâ, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, mânâyı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.
Diğer zümre ise, en çok mânâ ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban etmemişlerdir.
Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi, bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira Üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibiyle değil, bilâkis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkiniyle meşgul olan bir dâhidir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.
Risale-i Nur’un açtığı iman ve irfan ve Kur’ân yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mâbede girer. Ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizyâb olur.
Edebî cephesi:
Eskiden beri, lâfız ve mânâ, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, mânâyı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.
Diğer zümre ise, en çok mânâ ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban etmemişlerdir.
Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi, bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira Üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibiyle değil, bilâkis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkiniyle meşgul olan bir dâhidir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.
Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir.
Meselâ, ilmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gayet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mest edip ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez.
Meselâ, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken üslûp o kadar lâtif bir şekil alır ki, artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.
İşte bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatını mütalâasıyla -üniversitenin herhangi bir fakültesine mensup da olsa- hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânâsıyla tatmin edilmiş oluyor.
Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kur’ân-ı Kerîm'in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda, o mübarek ve İlâhî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır.
Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,
Kur’ân’a her zaman beşerin ihtiyacı var.
Meselâ, ilmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gayet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mest edip ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez.
Meselâ, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken üslûp o kadar lâtif bir şekil alır ki, artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.
İşte bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatını mütalâasıyla -üniversitenin herhangi bir fakültesine mensup da olsa- hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânâsıyla tatmin edilmiş oluyor.
Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kur’ân-ı Kerîm'in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda, o mübarek ve İlâhî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır.
Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,
Kur’ân’a her zaman beşerin ihtiyacı var.
Ali Ulvi Kurucu
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)