8.5.13

Kendi Duamız...

Rabbimiz her insanı farklı istidatta yaratmış ve kabiliyetine göre ona mahsus olmak üzere, haline kal’ine bir lisan takmış.
Siması gibi sesinin rengini de farklı yapmış. İdrak edişi, ifade edişi, bir meseleyi dile getirişinde kendi sıbgasının tesirini müessir kılmış.
Taklidi yaşayışını, tahkiki yaşayışına tebdil edecek bazı menzilleri de hayat yolunun üzerine bırakmış.
Mesela insanın sorumluluk yaşına gelinceye kadar almış olduğu dini eğitimin, matbu bir standardı var. İlmihal bilgileri, sünnet-i Seniyeye ait öğrendikleri gibi. Ancak yaşı ilerledikçe bu almış olduğu temel eğitimin üzerinde yetenek hamurunun kendi kıvamını bulabilmesi için bir dizi konu gelişmektedir. Bu hamurun suyu tuzu, kıvama gelmesi ve fayda verebilmesi ancak, İman ilimlerinin takviyesiyle mümkündür. İnsanı Rabbinin huzuruna bir edeple getiren dinin hususiyetleri olduğuna nazaran, onu o huzurda daim kılacak olan şey ise, ibadetine kazandırdığı gelişme ve niteliklerdir. Ayrıca imanı için sağladığı tecdit, yani yenilenme ve delil ve tefekkür ile beslediği manevi dinamizmi onun istikbalini ışıklandıran ameli gayretleri ifade eder.
Bu bağlamda dua ibadetin ruhu hükmünde olduğundan..yani nasıl ceset ruha dayanır ayakta kalır, ibadet ve ubudiyette istikrar ,şuur lanmış bir imanın duadan aldığı kuvvet ile en direkt olarak alakalıdır.Bu noktadan hareketle;her insanın kendi duasını keşfetmesi mühim bir meseledir.
Büyüklerden sudur eden dualar, insan için ciddi bir değer oluşturmakla birlikte, duanın kalıbı hakkında bir dersi açığa çıkarır ve kendi dualarımız için mihmandarlık yapar. Bizler her ne kadar bu duaları okusak, kalbimizin, aklımızın dua lisanı o kadar inkişaf eder ve bizim Rabbimize karşı yaklaşımımızı makbuliyetleri nedeniyle destekler.
Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi, buluğ çağına ermek süresindeki idrak babından konuyu ele almalı ve kendi duamızın keşfine doğru yokuşu zorlamalıyız. İfadelerimizin, yakarışlarımızı n usul ve erkânını öğrendikten sonra, âlemimizde olan derinliklere doğru yol almalı, kendi ihtiyaçlarımızı tespit ederek bize ait bir lisanı hacetlerimiz için kullanmalıyız.
Hayat görüşümüz, asli dertlerimiz, içimizde ki boşluklar, fikrimizdeki dağınıklıklar, tefekkür zaafları, şefkat, merhamet eksiklikleri, ilim noksanlığı, ziyade yoksulluk çektiğimiz değerler, ahiret endişelerimiz, rıza beklentilerimiz, iman, marifet, muhabbet, mağfiret gibi zorunluluklarımız, hizmet arzularımız, himmet niyetlerimiz, uhuvvet gerekleri, ayaklarımızın sağlam olarak yere basması gibi her neyimiz varsa onları kendi özel şive-i maneviyemizle ibraz etmemiz önemlidir.
Rabbimizin bize bakan Ehadi pencerisinde, mahsus tecelli ve özel marziyatı doğrultusunda istidadımız tekellüme gelmeli ve kendini kendi olarak ifade etmesindeki fıtrat maksadını yerine getirmelidir. Bu isale ile kendi dünyasına giren bir yolcu, Allah’ın kurbiyet nurlarını daha yakından hissedecektir. Dualar, sualler ve dile gelen ihtiyaçların kendi mahiyetiyle kendini söylettirmesi, sırların kapısını ilahi ünsiyet kandilleriyle aralayacaktır…

Kendi dualarımızın keşfi duası ve ümidiyle..

m.safitürk

Ve keza, dünyanın iki yüzünü gördüm.

Bir yüzü:Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da, bâtını ve içi daimî bir vahşetle doludur. İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de, bâtınen daimî bir ünsiyetle doludur. Kur'ân-ı Azîmüşşan, nazarları âhiretle muttasıl olan ikinci veçhe tevcih eder. Birinci vecih ise, âhiretin zıddı olup ademle muttasıldır.

Mesnevi-i Nuriye/Katre

7.5.13

Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri,


Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri, hadiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil! Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek, daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o daireden yapılıyor. Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.  

Evet, Sultan-ı Ezelînin memurları vardır, ama icraatçıları değillerdir ki, saltanat ve rububiyetinde ortak olsunlar. Ancak o memurların vazifesi dellâllıktır ki, kudretin icraatını ilân ediyorlar. Veya o memurlar, nâzır müşahitlerdir ki, gördükleri evâmir-i tekviniyeye karşı yaptıkları itaat ve inkıyad ile istidatlarına göre bir nevi ibadet yapmış olurlar. Demek esbab, ancak ve ancak kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar için vaz edilmiş birtakım vasıtalardır. Yoksa, kudretin acz ve ihtiyacı için muavenet eden yardımcı değillerdir. Beşer sultanlarının memurları ise, sultanların ihtiyaç ve aczlerini def için tayinlerine zaruret hasıl olan yardımcı ve ortaklarıdır. Binaenaleyh, Allah’ın memurlarıyla insanın memurları arasında münasebet yoktur. Yalnız gafil ve cahil olanlar hadiselerde ve vukuattaki hikmetleri, güzellikleri göremediklerinden, Cenab-ı Haktan şekva ve şikâyetlere başlarlar. İşte o şekva ve şikâyetlerin hedefini değiştirmek için esbab vaz edilmiştir. Çünkü, kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i lâtif sûretinde bir temsil-i mânevî rivayet ediliyor ki:
Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakka demiş ki:
"Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekva edecekler. Benden küsecekler."
Cenab-ı Hak, lisan-ı hikmetle ona demiş ki: 

"Seninle ibâdımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler." 

Evet, nasıl ki hastalıklar perdedir, ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahta hakikî olarak hikmet ve güzellik, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesine mütealliktir. Öyle de, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm da bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlâhiyyeye bir perdedir. 

Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. 

"Allah herşeyin yaratıcısıdır. Ve O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir." Zümer Suresi, 39:62. 

"Göklerin ve yerin tedbir ve tasarrufu Ona aittir." Zümer Suresi, 39:63. 

"Şanı ne yücedir Onun ki, herşeyin hüküm ve tasarrufu elindedir." Yasin Suresi, 36:83" 

Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim yanımızda olmasın." Hicr Suresi, 15:21. 

"Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın." Hud Suresi, 11:56.
Mesnevi-i Nuriye

5.5.13

Hem Madem..



Dünya madem fânidir.
Hem madem ömür kısadır.
Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.
Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.
Hem madem dünya sahipsiz değil.
Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var.
Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır.
Hem madem "Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez." (Bakara Sûresi, 2:286.)
sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.
Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.
Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.

Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. 
               


Bediüzzaman Said Nursi

EY İNSAN!

Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet (yardım) ellerini uzattıran ve senin hacetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zat-ı Zülcelal, seni bilmesin, tanımasın görmesin?… Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor; sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat’iyyen anla ki: Senin gibi zaif-i mutlak, aciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fani, küçük bir mahluka bu koca kainatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ı rahmettir...

Bediüzzaman Said Nursi


2.5.13

...müjde var ki:

da şöyle bir müjde var ki: Hadsiz hâcâta mübtelâ, nihayetsiz a’dânın hücumuna hedef olan rûh-u insanî şu kelimede öyle bir nokta-i istimdât bulur ki, bütün hâcâtını te’min edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar ve öyle bir nokta-i istinâd bulur ki, bütün a’dâsının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın sâhibi olan kendi Ma’bûdunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sâhibini gösterir, Mâliki kim olduğunu irâe eder. Ve o irâe ile, kalbi vahşet-i mutlakadan ve rûhu hüzn-ü elîmden kurtarıp, ebedî bir ferahı, dâimî bir sürûru te’min eder.

Mektubat Yirminci Mektup/Bediüzzaman

1.5.13

Sermayedar milyon, amele kuruş kazanırsa..


Bismillahirrahmanirrahim

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti.
Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umumîden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesaret vermiş. (Mektubat-Yirmi Sekizinci Mektup-Altıncı Risale olan Altıncı Mesele)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
avâm : halk
havas : seçkinler sınıfı, zenginler
iğbirar : dargınlık, gücenme, kırılma
kıyâm-ı avâm : halk ayaklanması
kut-u lâyemût : ölmeyecek kadar alınan gıda
sû-i istimâlât : kötüye kullanmalar
tahte’l-arz : yer altı
tezyif : hakaret
zir ü zeber etme : altüst etme