26.11.12

Âl-i Abâ hakkında hikmetlerden bir hikmet..

Bismillahirrahmanirrahim




Kardeşim, Âl-i Abâ hakkındaki cevapsız kalan sualinizin çok hikmetlerinden yalnız birtek hikmeti söylenecek. Şöyle ki:



Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, Hazret-i Ali ve Hazret-i Fatıma ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle,



لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا (“Tâ ki, ey Peygamber ailesi, Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapsın.” Ahzâb Sûresi, 33:33) âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız, vazife-i risalete taallûk eden bir hikmeti şudur ki:



Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle, otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş.



Hazret-i Ali’yi ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyin’i tâziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı tebrik etmek ve musalâha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faydasını ilân etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i beyt ünvan-ı âlisine lâyık olacaklarını ilân etmek için, o dört şahsa, kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.



Evet, çendan Hazret-i Ali halife-i bilhak idi. Fakat dökülen kanlar çok ehemmiyetli olduğundan, ümmet nazarında tebriesi ve beraati vazife-i risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkit ve tahtie ve tadlil eden Haricîleri ve Emevîlerin mütecaviz taraftarlarını sükûta davet ediyor. Evet, Haricîler ve Emevîlerin müfrit taraftarları Hazret-i Ali hakkındaki tefritleri ve tadlilleri ve Hazret-i Hüseyin’in gayet fecî, ciğer-sûz hadisesiyle Şîaların ifratları ve bid’aları ve Şeyheynden teberrîleri, ehl-i İslâma çok zararlı düşmüştür.



İşte bu abâ ve dua ile, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali (r.a.) ve Hazret-i Hüseyin’i mes’uliyetten ve ittihamdan ve ümmetini onlar hakkında sû-i zandan kurtardığı gibi, Hazret-i Hasan’ı, yaptığı musalâha ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i risalet noktasında tebrik ediyor ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin nesl-i mübareki, âlem-i İslâmda Ehl-i Beyt ünvanını alarak âli bir şeref kazanacaklarını ve Hazret-i Fatıma وَاِنِّى اُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ (“Onun ve neslinin, kovulmuş şeytanın şerrinden korunması için Sana sığındım.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:36.) diyen Hazret-i Meryem’in validesi gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilân ediyor.



اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ اْلاَبْرَارِ وَعَلٰى اَصْحَابِهِ الْمُجَاهِدِينَ الْمُكْرَمِينَ اْلاَخْيَارِ اٰمِينَ (Lem'alar, On Dördüncü Lem'a)



Bediüzzaman Said Nursî



SÖZLÜK:

abâ : yünlü kumaştan yapılmış hırka

Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun

Âl-i Abâ/Hamse-i Âl-i Abâ : Hz. Peygamber’in (a.s.m.) aile fertleri. Resulullah (a.s.m.) hırkasını kızı Hz. Fâtıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in üzerine örterek özel dua ettiği için bu isimle anılmıştır.

âyet : Kur’ân’ın her bir cümlesi

azîm : büyük, yüce

bahşetmek : sunmak

beraat : temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması

çendan : gerçi

ehemmiyetli : önemli

esrar : sırlar, gizli gerçekler

fitne : toplum düzeninin ve asayişinin bozulması

gayb-âşinâ : gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan

halife-i bilhak : gerçek ve doğru halife

hikmet : sebep, gaye, fayda

ilân etmek : duyurmak

istikbal-bîn : geleceği gören

musalâha : barışma

mübarek : değerli, bereketli

mühim : önemli

mümtaz : seçkin, üstün

müşahede etmek : gözlemlemek

müşerref : şerefli, değerli

nazar : bakış, görüş

nazar-ı nübüvvet : Peygamberlik bakışı

Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)

rivayet etmek : bir sözü nakletmek

Sahabe : Hz. Peygamberi (a.s.m.) hayattayken gören Müslümanlar

sır : gizli gerçek

sual : soru

suret : biçim, şekil

şahsiyet : kişilik

taallûk etmek : ilgili, alâkalı olmak

Tâbiîn : Hz. Peygamberi görenleri, yani Sahabeleri gören ve onlardan ders alan Müslümanlar

tâhir : temiz

tarik : hadis veya haberin geliş yolu

tathir etmek : temizlemek

tâziye etmek : teselli etmek

tebrie etmek : beraat etmek, kusur ve noksanlıktan uzak tutmak

teselli etmek : acısını dindirmek

ümmet : Hz. Peygambere (a.s.m.) inanıp onun yolundan giden mü’minler

ünvan-ı âli : yüksek ünvan

vazife-i risalet : peygamberlik vazifesi

zürriyet : soy, nesil

17.11.12

(Sözler, İkinci Söz)

Bismillahirrahmanirrahim




بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ



İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:



Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin talihsiz bir tarafa, diğeri hüdâbin bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.



Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.



Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hakendiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neş’e içinde zikirhaneler... Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemiyle müteellim olmasına bedel, şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruruyla mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah’a şükreder.



Sonra döner, öteki adama rast gelir. Halini anlar. Ona der:



“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”



Sonra o bedbahtın aklı başına gelir, nedamet eder. “Evet, ben işretten divane olmuştum. Allah senden razı olsun ki cehennemî bir haletten beni kurtardın” der.



Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kâfirdir. Veya fâsık, gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zîhayat, firak ve zevâl sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş’et edip onu mânen tâzip eder.



Diğer adam ise, mü’mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir.



Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır. Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecellî eder, tezahür eder.



Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.



Demek selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz daima “Elhamdü lillâhi alâ dini’l-İslâm ve kemâli’l-îman” demeliyiz.


Bediüzzaman Said Nursî

15.10.12

Maksudumuz sensin..Ey Mabudumuz...

Ey Rabbimiz !


İlmimizi arttır,

Hükmüne razı kıl,

Aklımıza,kalbimize tevekkülün sırrını yerleştir.

Takdirine tedbir geliştiren cahillikten uzak tut,

Kaza ve kaderine tenkidi işmam eden hallerden koru,

Mülkün her yerinde hükümran olan,ve tasarrufu mutlak hâkimiyet ve kudretini takdir edip de,kendi nefsimiz üzerindeki rububiyet icraatından gafil etme..

Kendimizi uluhiyetinden hariç zanlarımızın afeti...nden hıfz et..

Sen biz yokken bizi takdir edensin,

Suretlerimizi,had ve hudutlarımızı tayin edensin,

bizi kimseye benzetmeyen ilmin ve kudretin ve iradenin sahibisin,

gözlerimizi açan,

kulaklarımızı duyuran sensin..

bizi yedirp içiren Rezzakımız sensin..

ve herşeyimizle evvel ve ahirimiz,zahir ve batınımızla senin iken;

hangi vehimle kendimizi kendimize malik düşünebiliriz.

Affet..

hangi halimizi ve ahvalimizi gizleyebiliriz.

Tövebsizlikten,

şükürsüzlükten,

duasızlıkdan sana iltica ederiz.

Bütün kainat senin havl ve kuvvetine istinat etmiş,sürekli yaratıcılığından medet alır..

Biz nasıl kendimizi senden müstağni görebiliriz,

sonsuz arzularımızın ve ihtiyaçlarımızın daimi olan velvelesine nasıl sağır kalabilir de senin dergahi izzetine zilletimizle eğilemeyiz.Bağışla bizi..

Annelerimizin karnında karanlık torbalar içinde bizi işleyen sensin..

işlediğini isteyen sensin..

bizi bu dünyaya misafir eden sensin,

kendimizi istenmemiş,misafirliği ev sahibi tarafından davet edilmemiş olarak nasıl davranabiliriz.

Nasıl bizzat müstakil olabiliriz.

Her türlü vehim ve vesvesenin hayalat ve tasavvurat-ı acizenin külünden arındır bizi Ey Kuddüs..

Bütün kelimelerine and olsun ki;Senden başka sahibimiz yoktur..Seyyid ve melikimizde yoktur..

Leş kargaları gibi üzerimize üşüşen desiselerden,sana müteveccih fıtratımızın letaiflerin didiklenmesinden ve bizi senden ayrı düşüren fitnenin her türlüsünden san firar ediyoruz.

kabul et bizi..Ey şafkatli sahibimiz..

Ey Samed senden uzak kalmanın,istiğna gösterme zulmetlerden kurtar,muhtaciyetimiz ancak seninle felaha ulaşır.

Sen Muinimiz olmazsan biz helak oluruz..

Ey Mucip,sana sığınamayanların bile hakkı hayatını veren rahmansın..sana sığınanların hali ne kadar ikramlarla doludur..

Ey Aziz! İzzetimiz sana karşı olan zelilliğimizdir..

Ey Ganiyy! Zenginliğimiz ve şeferimiz emirlerine itaatimizdedir..



Sevgili Resulune (asm) al ve ashabına ahir zaman evlatlarından salat selam olsun..haberdar eyle..



Amin

12.10.12

Sual: Zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir?

Sual: Zindan-ı atâlete (kişiyi, toplumu, mânevî hapiste yaşatan tembellik ve faaliyetsizlik zindanına ) düştüğümüzün sebebi nedir?

Cevap: Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk (çok istek, arzu ve coşku ) ise matiyyesidir. (bineği, taşıyıcısıdır).

İşte, himmetiniz (ciddi gayret, çabanız) şevke binip mübareze-i hayat (hayat mücadelesi) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd (şiddetli ve dehşetli düşman) olan yeis (ümidsizlik) rast gelir. Kuvve-i mâneviyesini (manevi kuvvetini, moral gücünü) kırar.

Siz o düşmana karşı “Ümidinizi kesmeyin.” (Zümer Sûresi ) kılıncını istimal ediniz.

■Sonra müzahemetsiz olan (zahmet ve zorluğu olmayan ) hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk (başkalarına nisbetle üstünlük elde etme meyli, ) istibdadı (baskısı)hücuma başlar. Himmetin (ciddi gayret, çabanın) başına vurur, atından düşürttürür.

Siz (Allah için olunuz.) hakikatini o düşmana gönderiniz.

■Sonra da ilel-i müteselsiledeki (zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetlerin ) terettübü (birbiriyle bağlantılı olarak sıralanmasını )atlamakla müşevveş (karışık) eden aculiyet (acelecilik, sabırsızlık ) çıkar, himmetin (ciddî çaba ve gayretin) ayağını kaydırır.

Siz, “İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun ve murabıt olun.” (Âl-i İmrân Sûresi) siper ediniz.

■Sonra da, medeni-i bittab (yaratılış îtibariyle medenî ) olduğundan ebnâ-yı cinsinin (aynı cinsin çocukları olan, aynı cinsten gelenlerin ) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef (yükümlü) olan insanın âmâlini (emel ve arzularını ) dağıtan fikr-i infiradî (tek başına olma fikri ) ve tasavvur-u şahsî ( yalnız kendini düşünme ) karşı çıkar.

Siz de, “İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.” (Keşfü’l-Hafâ) olan mücahid-i âlî-himmeti (yüksek gayret sahibi mücâhidi ) mübarezesine (karşı koyma, çarpışmaya) çıkarınız.

■Sonra, başkasının tekâsülünden (üşenme, tembelliğinden) görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar.

Siz de “Tevekkül etmek isteyenler, sadece Allah’a tevekkül etsinler “başkalarına değil.” (İbrahim Sûresi) olan hısn-ı hasîni (çok sağlam ve güvenli kaleyi ) himmete (ciddî çaba ve gayretinize ) melce ( sığınak) ediniz.

■Sonra da acz ve nefsin itimatsızlığından neş’et eden (doğan, meydana gelen) ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar (gaddar ve acımasız düşman) geliyor. Himmetin (ciddi çaba, gayretin) elini tutup oturtturur.

Siz de, “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” (Mâide Sûresi) olan hakikat-i şâhikayı (çok yüce ve yüksek hakikati ) üzerine çıkarınız. Tâ, o düşmanın eli o himmetin (ciddi gayret ve çabanın) dâmenine (eteğine) yetişmesin.

■Sonra, Allah’ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder.

Siz de, “Efendine efendi olmaya çalışma” “Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” (Şûrâ Sûresi) olan kâr-aşina (iş bilir, işten anlar) ve vazifeşinas (vazifesini, işini dikkatli yapan, işine bağlı ) olan hakikati gönderiniz. Ta onun haddini bildirsin.

■Sonra, umum meşakkatin (güçlük, zorluk, sıkıntının) anası ve umum rezaletin (alçaklığın) yuvası olan meylürrahat (rahatlığa meyil ) geliyor. Himmeti kaydeder,(elini-kolunu bağlar) zindan-ı sefalete (sefillik zindanına ) atar.

Siz de,“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Sûresi) olan mücâhid-i âlicenabı (yüksek gayret sahibi mücâhidi ) o cellâd-ı sehhara (büyüleyici cellâda) gönderiniz.

Evet, “Size meşakkatte (güçlük, zorluk, sıkıntıda ) büyük rahat var. Zira, fıtratı (yaratılışı, miza ve karakteri) müteheyyiç (heyecanlı, coşkulu ) olan insanın rahatı yalnız sa’y (çalışıp çabalamasında ) ve cidaldedir.” (mücadelesindedir)…….

Bediüzzaman Said Nursi / Münâzarat



.

8.10.12

Ey insan! Senin dayanağın ancak Allah’a imandır

Bismillahirrahmanirrahim




İmanın istinad ve istimdat noktalarını hâvi olmasından, “Elhamdü lillâh” demesi iktiza eder.



Evet, nev-i beşer, aczi ve düşmanların kesreti dolayısıyla dayanacak bir nokta-i istinada muhtaçtır ki, düşmanlarını def için o noktaya iltica etsin.

Ve kezâ, kesret-i hâcât ve şiddet-i fakr dolayısıyla da istimdat edecek bir nokta-i istimdada muhtaçtır ki, onun yardımıyla ihtiyaçlarını def etsin.



Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder, vicdanı daima muazzep olur.



Lâkin, birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdat eden adam, kalben ve ruhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki, hem mütesellî, hem vicdanı mutmain olur. (Şualar, Yirmi Dokuzuncu Lem’adan İkinci Bab)



Bediüzzaman Said Nursi



31.5.12

Nefs Üzerine..


Hayatın başına ne gelirse gelsin insanın en mühim meselesi safını belirlemesi ve istikamet çizgisini kaybetmemesi üzerindedir.

Bu zorlu yolculuk ve etkili uğraşlar insanda bulunan zayıf noktalara temas ettiğinde tesirli olabilmektedir.

Çünkü insan gayet aciz ve zayıf bir varlıktır. Üstadımız Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi Cismi bir mikroba mağlup olabildiği gibi başına gelen edna bir şeyle sersemleşebilir.

Bu zaaf ve acziyet ve muvaffakiyetsizlik ona bir çile için verilmemiş..Yine üstadımızın ifade ettiği gibi aczin ve fakrın kanatlarıyla makam-ı ala-yı ubudiyyete uçmaktır.Ubudiyet ise kul ile mabud arasında en yüksek bağlantıdır.

Kulun kendini ihlâs ve ubudiyet ile mabuduna sevdirmesi, insan için en yüksek değer olan Rabbi tarafından sevilmesine sebeptir.

Evet, adeta bütün noksanlıklar Allah’ın tamamlaması için vardır. İltica kapıları bunlar için açıktır.

Dua ve ubudiyet muhtaç olunan şeylerin ikmal edilmesi, hacetlerin giderilmesi, kalp ruhun sığınma meylinin bir tahassüngahda güven bulması, kalplerin ancak O’nun zikriyle mutmain olması, insanın ihtiyaç dairesinin genişliği ve bütün bu dairenin kudretli ve merhametli bir iradenin tasarrufuna amadeliği, sadece Rabbi ile mahlûku arasındaki irtibatı tesis etmek ve bu tesis edilen rabıtanın ebedi âlemdeki inşasına zemin hazırlamakla ilgilidir.

Nefsin vaziyeti ve hastalıkları, zaaf ve ölçme şekli, etkileşimi ve tepkileri, yorum özelliği ve vaziyetinin acz ve fakr içerisindeki konumunun okunması, maksad ve matlaplarına olan uzaklığı ve dünyanın içindekilerle beraber faniliği, zevklerin geçiciliği, nimetlerin zevali, hevanın belası ve asla faniye ve faniliklere razı olmayan bir vicdanın feryadı, ruhun ihtazazatı, kuvvetli ve sağlam bir istinatgahı fıtrata arattırıyor.

Ki bulsun ebedi olarak elemlerden kurtulsun…

İşte nefsimizin mahiyetinden bazı başlıklar;

Nefis, zıtları birbirinden tevlid eder (Mesnevî-i Nuriye)



Nefis, aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder. Nefis, mükâfatı gördüğü zaman "Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım" der. Mücâzâtın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkârla kendisini tesellî eder. (Mesnevî-i Nuriye)

Nefis, tembellik saikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden, tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlıkın, bir Mâlikin bulunmamasını temennî eder. Sonra mülâhaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet, ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar. (Mesnevî-i Nuriye)



Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça, hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicap olur.( Mesnevî-i Nuriye -Katre)



Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder.

Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, hevâ da Bektâşîdir.( Mesnevî-i Nuriye)



• Nefs-i emmâre, devekuşu gibi aleyhine olan şeyi lehine zanneder. Veya Sofestâî gibi münakaşa edenleridir ki, vekilleri birbirini reddeder. Teâruzan, tesâkutan kabilinden, "Hiçbirisi de hak değildir" diye hükmeder.( Mesnevî-i Nuriye)



• Gafil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünyayla bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümitvar olur. Âhiret için lâzım olan a'mâl külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. (Mesnevî-i Nuriye)



• Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hattâ vehmî bir devamla kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. (Mesnevî-i Nuriye)



• Nefis, Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor.(Mektubat)



• Nefis, ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler.(23.Söz)



• Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir-tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.(On Üçüncü Lem'a)



• Nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan, bir nevi rububiyet dâvâ eder; mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır.(29.Mektup)



• Nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl m ütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.(Mesnevî-i Nuriye – Zerre)



• Nefis, kendisini, yaptığı fiillerinde fiil içinde müstetir Hû gibi görüyor. Tecelliyâtın genişliğini imtinâa, büyüklüğünü ademe hamletmekle, şeytanı bile yaptığı mugalâtadan utandırıyor.



• Nefis, daima ıztıraplar, kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor.( Mesnevî-i Nuriye – Habbe)



• Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var.(17.Lem’a 7.Nota)



• Mâlik-i Hakikîden gaflet, nefsin firavunluğuna sebep olur.



• Nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir.( Mesnevî-i Nuriye)



• Ve keza, seni nefsini sevmeye sevk eden esbab:



1. Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.



2.Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.



3. İnsana en karib (yakın) nefistir. (Mesnevî-i Nuriye)



• Hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder.



• Nefis ve hevâ ve his ve vehim bazan aldatıyorlar.(Yirmi Birinci Lem'a)



• Nefis, mütekebbir, mütemerrid serkeş, müftehir, mağrur, ucüblü, riyakârdır.( Mesnevî-i Nuriye – Hubâb)



• Nefis, şu dünya hayatına müştak ve mevtten kaçar.( Yirmi Altıncı Söz)



• Nefis, kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başlar.( Yirmi Sekizinci Lem'a)



• Hem insanda madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar; çok vakit imanını rencide etmek için, gafletinden istifade ederek, çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar.(Yirmi Altıncı Mektup)



• Nefs-i emmâre, tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz'îdir.( Yirmi Üçüncü Söz)



• Şeytanın talebesi olan Nefs-i emâre cismin küçüklüğünü san'atın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdan sudûrunu tecviz ediyor. (Mesnevî- Nuriye - Onuncu Risale)

Evet bütün bu olumsuz özellikleri,aleyhimizde olan şeyleri lehimize çevirmek ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür..

İ’lem Eyyühel-Aziz! لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ cümle-i mukaddesesi, insanın zerre vaziyetinden, insan-ı mü'min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır. Şu menzillerde insanın letaifi pek çok elem ve emellere maruzdur. Maahaza havl ve kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Binaenaleyh bu cümle, teselli-bahş olup şümulü dâhilinde olan makamlara göre tefsir edilir. Meselâ:

1- لاَ حَوْلَ عَنِ الْعَدَمِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْوُجُودِ Ademden çıkıp vücuda gelmek.

2- لاَ حَوْلَ عَنِ الزَّوَالِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْبَقَاءِ Zevale gitmeyip bekada kalmak.

3- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَضَرَّةِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النَّفْعِ Mazarratı def', menfaati celb.

4- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَصَائِبِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْمَطَالِبِ Musibetten uzak olup, matluba nâil olmak.

5- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَعَاصِى وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْعِبَادَةِ Maâsiye düşmemek, ibadete devam etmek.

6- لاَ حَوْلَ عَنِ النِّقَمِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النِّعْمَةِ Azaba maruz kalmamak,

nimete mazhar olmak.

7- لاَ حَوْلَ عَنِ الظّ لْمَةِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النُّورِ Zulmete düşmemek, nur ile tenevvür etmek.

Ve hâkeza her bir makamda insanın letaifine göre takyid ve tefsir edilebilir.

Evet;

“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm”

“Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir.”



Selam ve Dua

5.5.11

O.Yüksel Serdengeçti Kaleminden Bediüzzaman

Said Nur ve talebeleri

Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı... Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi birşeye inanmış: Allah'a. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a... Onun ulu Peygamberine... Onun büyük kitabına... Kur'ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur... Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak... Evet, ne büyük saadet!

Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyetİttihad ve TerakkiCumhuriyet. Bu üç devir, büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var; o ayakta... Şark yaylâlarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul'a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. Şimşekler gibi bir zekâ. İşte Said NurDivan-ı harpler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, onun için kurulan idam sehpaları, sürgünler, bu müthiş adamı, bu mâneviyat adamını yolundan çevirememiş. O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur'ân-ı Kerîmde "İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz" (Âl-i İmran sûresi, âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur'da tecellî etmiş.

Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri...

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat'tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek! O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bilehükmediyordu. O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin karşısında eridiler, sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü'minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?

Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü'minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü'min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler, din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı, üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.

Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur Risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur Risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.

Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri "İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor" diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane... Onun nuru, Kur'ân'ın nuru, Allah'ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.

 O. Yüksel Serdengeçti