15.10.12

Maksudumuz sensin..Ey Mabudumuz...

Ey Rabbimiz !


İlmimizi arttır,

Hükmüne razı kıl,

Aklımıza,kalbimize tevekkülün sırrını yerleştir.

Takdirine tedbir geliştiren cahillikten uzak tut,

Kaza ve kaderine tenkidi işmam eden hallerden koru,

Mülkün her yerinde hükümran olan,ve tasarrufu mutlak hâkimiyet ve kudretini takdir edip de,kendi nefsimiz üzerindeki rububiyet icraatından gafil etme..

Kendimizi uluhiyetinden hariç zanlarımızın afeti...nden hıfz et..

Sen biz yokken bizi takdir edensin,

Suretlerimizi,had ve hudutlarımızı tayin edensin,

bizi kimseye benzetmeyen ilmin ve kudretin ve iradenin sahibisin,

gözlerimizi açan,

kulaklarımızı duyuran sensin..

bizi yedirp içiren Rezzakımız sensin..

ve herşeyimizle evvel ve ahirimiz,zahir ve batınımızla senin iken;

hangi vehimle kendimizi kendimize malik düşünebiliriz.

Affet..

hangi halimizi ve ahvalimizi gizleyebiliriz.

Tövebsizlikten,

şükürsüzlükten,

duasızlıkdan sana iltica ederiz.

Bütün kainat senin havl ve kuvvetine istinat etmiş,sürekli yaratıcılığından medet alır..

Biz nasıl kendimizi senden müstağni görebiliriz,

sonsuz arzularımızın ve ihtiyaçlarımızın daimi olan velvelesine nasıl sağır kalabilir de senin dergahi izzetine zilletimizle eğilemeyiz.Bağışla bizi..

Annelerimizin karnında karanlık torbalar içinde bizi işleyen sensin..

işlediğini isteyen sensin..

bizi bu dünyaya misafir eden sensin,

kendimizi istenmemiş,misafirliği ev sahibi tarafından davet edilmemiş olarak nasıl davranabiliriz.

Nasıl bizzat müstakil olabiliriz.

Her türlü vehim ve vesvesenin hayalat ve tasavvurat-ı acizenin külünden arındır bizi Ey Kuddüs..

Bütün kelimelerine and olsun ki;Senden başka sahibimiz yoktur..Seyyid ve melikimizde yoktur..

Leş kargaları gibi üzerimize üşüşen desiselerden,sana müteveccih fıtratımızın letaiflerin didiklenmesinden ve bizi senden ayrı düşüren fitnenin her türlüsünden san firar ediyoruz.

kabul et bizi..Ey şafkatli sahibimiz..

Ey Samed senden uzak kalmanın,istiğna gösterme zulmetlerden kurtar,muhtaciyetimiz ancak seninle felaha ulaşır.

Sen Muinimiz olmazsan biz helak oluruz..

Ey Mucip,sana sığınamayanların bile hakkı hayatını veren rahmansın..sana sığınanların hali ne kadar ikramlarla doludur..

Ey Aziz! İzzetimiz sana karşı olan zelilliğimizdir..

Ey Ganiyy! Zenginliğimiz ve şeferimiz emirlerine itaatimizdedir..



Sevgili Resulune (asm) al ve ashabına ahir zaman evlatlarından salat selam olsun..haberdar eyle..



Amin

12.10.12

Sual: Zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir?

Sual: Zindan-ı atâlete (kişiyi, toplumu, mânevî hapiste yaşatan tembellik ve faaliyetsizlik zindanına ) düştüğümüzün sebebi nedir?

Cevap: Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk (çok istek, arzu ve coşku ) ise matiyyesidir. (bineği, taşıyıcısıdır).

İşte, himmetiniz (ciddi gayret, çabanız) şevke binip mübareze-i hayat (hayat mücadelesi) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd (şiddetli ve dehşetli düşman) olan yeis (ümidsizlik) rast gelir. Kuvve-i mâneviyesini (manevi kuvvetini, moral gücünü) kırar.

Siz o düşmana karşı “Ümidinizi kesmeyin.” (Zümer Sûresi ) kılıncını istimal ediniz.

■Sonra müzahemetsiz olan (zahmet ve zorluğu olmayan ) hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk (başkalarına nisbetle üstünlük elde etme meyli, ) istibdadı (baskısı)hücuma başlar. Himmetin (ciddi gayret, çabanın) başına vurur, atından düşürttürür.

Siz (Allah için olunuz.) hakikatini o düşmana gönderiniz.

■Sonra da ilel-i müteselsiledeki (zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetlerin ) terettübü (birbiriyle bağlantılı olarak sıralanmasını )atlamakla müşevveş (karışık) eden aculiyet (acelecilik, sabırsızlık ) çıkar, himmetin (ciddî çaba ve gayretin) ayağını kaydırır.

Siz, “İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun ve murabıt olun.” (Âl-i İmrân Sûresi) siper ediniz.

■Sonra da, medeni-i bittab (yaratılış îtibariyle medenî ) olduğundan ebnâ-yı cinsinin (aynı cinsin çocukları olan, aynı cinsten gelenlerin ) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef (yükümlü) olan insanın âmâlini (emel ve arzularını ) dağıtan fikr-i infiradî (tek başına olma fikri ) ve tasavvur-u şahsî ( yalnız kendini düşünme ) karşı çıkar.

Siz de, “İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.” (Keşfü’l-Hafâ) olan mücahid-i âlî-himmeti (yüksek gayret sahibi mücâhidi ) mübarezesine (karşı koyma, çarpışmaya) çıkarınız.

■Sonra, başkasının tekâsülünden (üşenme, tembelliğinden) görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar.

Siz de “Tevekkül etmek isteyenler, sadece Allah’a tevekkül etsinler “başkalarına değil.” (İbrahim Sûresi) olan hısn-ı hasîni (çok sağlam ve güvenli kaleyi ) himmete (ciddî çaba ve gayretinize ) melce ( sığınak) ediniz.

■Sonra da acz ve nefsin itimatsızlığından neş’et eden (doğan, meydana gelen) ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar (gaddar ve acımasız düşman) geliyor. Himmetin (ciddi çaba, gayretin) elini tutup oturtturur.

Siz de, “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” (Mâide Sûresi) olan hakikat-i şâhikayı (çok yüce ve yüksek hakikati ) üzerine çıkarınız. Tâ, o düşmanın eli o himmetin (ciddi gayret ve çabanın) dâmenine (eteğine) yetişmesin.

■Sonra, Allah’ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder.

Siz de, “Efendine efendi olmaya çalışma” “Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” (Şûrâ Sûresi) olan kâr-aşina (iş bilir, işten anlar) ve vazifeşinas (vazifesini, işini dikkatli yapan, işine bağlı ) olan hakikati gönderiniz. Ta onun haddini bildirsin.

■Sonra, umum meşakkatin (güçlük, zorluk, sıkıntının) anası ve umum rezaletin (alçaklığın) yuvası olan meylürrahat (rahatlığa meyil ) geliyor. Himmeti kaydeder,(elini-kolunu bağlar) zindan-ı sefalete (sefillik zindanına ) atar.

Siz de,“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Sûresi) olan mücâhid-i âlicenabı (yüksek gayret sahibi mücâhidi ) o cellâd-ı sehhara (büyüleyici cellâda) gönderiniz.

Evet, “Size meşakkatte (güçlük, zorluk, sıkıntıda ) büyük rahat var. Zira, fıtratı (yaratılışı, miza ve karakteri) müteheyyiç (heyecanlı, coşkulu ) olan insanın rahatı yalnız sa’y (çalışıp çabalamasında ) ve cidaldedir.” (mücadelesindedir)…….

Bediüzzaman Said Nursi / Münâzarat



.

8.10.12

Ey insan! Senin dayanağın ancak Allah’a imandır

Bismillahirrahmanirrahim




İmanın istinad ve istimdat noktalarını hâvi olmasından, “Elhamdü lillâh” demesi iktiza eder.



Evet, nev-i beşer, aczi ve düşmanların kesreti dolayısıyla dayanacak bir nokta-i istinada muhtaçtır ki, düşmanlarını def için o noktaya iltica etsin.

Ve kezâ, kesret-i hâcât ve şiddet-i fakr dolayısıyla da istimdat edecek bir nokta-i istimdada muhtaçtır ki, onun yardımıyla ihtiyaçlarını def etsin.



Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder, vicdanı daima muazzep olur.



Lâkin, birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdat eden adam, kalben ve ruhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki, hem mütesellî, hem vicdanı mutmain olur. (Şualar, Yirmi Dokuzuncu Lem’adan İkinci Bab)



Bediüzzaman Said Nursi



31.5.12

Nefs Üzerine..


Hayatın başına ne gelirse gelsin insanın en mühim meselesi safını belirlemesi ve istikamet çizgisini kaybetmemesi üzerindedir.

Bu zorlu yolculuk ve etkili uğraşlar insanda bulunan zayıf noktalara temas ettiğinde tesirli olabilmektedir.

Çünkü insan gayet aciz ve zayıf bir varlıktır. Üstadımız Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi Cismi bir mikroba mağlup olabildiği gibi başına gelen edna bir şeyle sersemleşebilir.

Bu zaaf ve acziyet ve muvaffakiyetsizlik ona bir çile için verilmemiş..Yine üstadımızın ifade ettiği gibi aczin ve fakrın kanatlarıyla makam-ı ala-yı ubudiyyete uçmaktır.Ubudiyet ise kul ile mabud arasında en yüksek bağlantıdır.

Kulun kendini ihlâs ve ubudiyet ile mabuduna sevdirmesi, insan için en yüksek değer olan Rabbi tarafından sevilmesine sebeptir.

Evet, adeta bütün noksanlıklar Allah’ın tamamlaması için vardır. İltica kapıları bunlar için açıktır.

Dua ve ubudiyet muhtaç olunan şeylerin ikmal edilmesi, hacetlerin giderilmesi, kalp ruhun sığınma meylinin bir tahassüngahda güven bulması, kalplerin ancak O’nun zikriyle mutmain olması, insanın ihtiyaç dairesinin genişliği ve bütün bu dairenin kudretli ve merhametli bir iradenin tasarrufuna amadeliği, sadece Rabbi ile mahlûku arasındaki irtibatı tesis etmek ve bu tesis edilen rabıtanın ebedi âlemdeki inşasına zemin hazırlamakla ilgilidir.

Nefsin vaziyeti ve hastalıkları, zaaf ve ölçme şekli, etkileşimi ve tepkileri, yorum özelliği ve vaziyetinin acz ve fakr içerisindeki konumunun okunması, maksad ve matlaplarına olan uzaklığı ve dünyanın içindekilerle beraber faniliği, zevklerin geçiciliği, nimetlerin zevali, hevanın belası ve asla faniye ve faniliklere razı olmayan bir vicdanın feryadı, ruhun ihtazazatı, kuvvetli ve sağlam bir istinatgahı fıtrata arattırıyor.

Ki bulsun ebedi olarak elemlerden kurtulsun…

İşte nefsimizin mahiyetinden bazı başlıklar;

Nefis, zıtları birbirinden tevlid eder (Mesnevî-i Nuriye)



Nefis, aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder. Nefis, mükâfatı gördüğü zaman "Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım" der. Mücâzâtın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkârla kendisini tesellî eder. (Mesnevî-i Nuriye)

Nefis, tembellik saikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden, tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlıkın, bir Mâlikin bulunmamasını temennî eder. Sonra mülâhaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet, ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar. (Mesnevî-i Nuriye)



Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça, hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicap olur.( Mesnevî-i Nuriye -Katre)



Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder.

Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, hevâ da Bektâşîdir.( Mesnevî-i Nuriye)



• Nefs-i emmâre, devekuşu gibi aleyhine olan şeyi lehine zanneder. Veya Sofestâî gibi münakaşa edenleridir ki, vekilleri birbirini reddeder. Teâruzan, tesâkutan kabilinden, "Hiçbirisi de hak değildir" diye hükmeder.( Mesnevî-i Nuriye)



• Gafil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünyayla bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümitvar olur. Âhiret için lâzım olan a'mâl külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. (Mesnevî-i Nuriye)



• Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hattâ vehmî bir devamla kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. (Mesnevî-i Nuriye)



• Nefis, Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor.(Mektubat)



• Nefis, ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler.(23.Söz)



• Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir-tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.(On Üçüncü Lem'a)



• Nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan, bir nevi rububiyet dâvâ eder; mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır.(29.Mektup)



• Nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl m ütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.(Mesnevî-i Nuriye – Zerre)



• Nefis, kendisini, yaptığı fiillerinde fiil içinde müstetir Hû gibi görüyor. Tecelliyâtın genişliğini imtinâa, büyüklüğünü ademe hamletmekle, şeytanı bile yaptığı mugalâtadan utandırıyor.



• Nefis, daima ıztıraplar, kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor.( Mesnevî-i Nuriye – Habbe)



• Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var.(17.Lem’a 7.Nota)



• Mâlik-i Hakikîden gaflet, nefsin firavunluğuna sebep olur.



• Nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir.( Mesnevî-i Nuriye)



• Ve keza, seni nefsini sevmeye sevk eden esbab:



1. Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.



2.Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.



3. İnsana en karib (yakın) nefistir. (Mesnevî-i Nuriye)



• Hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder.



• Nefis ve hevâ ve his ve vehim bazan aldatıyorlar.(Yirmi Birinci Lem'a)



• Nefis, mütekebbir, mütemerrid serkeş, müftehir, mağrur, ucüblü, riyakârdır.( Mesnevî-i Nuriye – Hubâb)



• Nefis, şu dünya hayatına müştak ve mevtten kaçar.( Yirmi Altıncı Söz)



• Nefis, kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başlar.( Yirmi Sekizinci Lem'a)



• Hem insanda madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar; çok vakit imanını rencide etmek için, gafletinden istifade ederek, çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar.(Yirmi Altıncı Mektup)



• Nefs-i emmâre, tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz'îdir.( Yirmi Üçüncü Söz)



• Şeytanın talebesi olan Nefs-i emâre cismin küçüklüğünü san'atın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdan sudûrunu tecviz ediyor. (Mesnevî- Nuriye - Onuncu Risale)

Evet bütün bu olumsuz özellikleri,aleyhimizde olan şeyleri lehimize çevirmek ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür..

İ’lem Eyyühel-Aziz! لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ cümle-i mukaddesesi, insanın zerre vaziyetinden, insan-ı mü'min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır. Şu menzillerde insanın letaifi pek çok elem ve emellere maruzdur. Maahaza havl ve kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Binaenaleyh bu cümle, teselli-bahş olup şümulü dâhilinde olan makamlara göre tefsir edilir. Meselâ:

1- لاَ حَوْلَ عَنِ الْعَدَمِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْوُجُودِ Ademden çıkıp vücuda gelmek.

2- لاَ حَوْلَ عَنِ الزَّوَالِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْبَقَاءِ Zevale gitmeyip bekada kalmak.

3- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَضَرَّةِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النَّفْعِ Mazarratı def', menfaati celb.

4- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَصَائِبِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْمَطَالِبِ Musibetten uzak olup, matluba nâil olmak.

5- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَعَاصِى وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْعِبَادَةِ Maâsiye düşmemek, ibadete devam etmek.

6- لاَ حَوْلَ عَنِ النِّقَمِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النِّعْمَةِ Azaba maruz kalmamak,

nimete mazhar olmak.

7- لاَ حَوْلَ عَنِ الظّ لْمَةِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النُّورِ Zulmete düşmemek, nur ile tenevvür etmek.

Ve hâkeza her bir makamda insanın letaifine göre takyid ve tefsir edilebilir.

Evet;

“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm”

“Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir.”



Selam ve Dua

5.5.11

O.Yüksel Serdengeçti Kaleminden Bediüzzaman

Said Nur ve talebeleri

Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı... Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi birşeye inanmış: Allah'a. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a... Onun ulu Peygamberine... Onun büyük kitabına... Kur'ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur... Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak... Evet, ne büyük saadet!

Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyetİttihad ve TerakkiCumhuriyet. Bu üç devir, büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var; o ayakta... Şark yaylâlarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul'a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. Şimşekler gibi bir zekâ. İşte Said NurDivan-ı harpler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, onun için kurulan idam sehpaları, sürgünler, bu müthiş adamı, bu mâneviyat adamını yolundan çevirememiş. O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur'ân-ı Kerîmde "İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz" (Âl-i İmran sûresi, âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur'da tecellî etmiş.

Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri...

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat'tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek! O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bilehükmediyordu. O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin karşısında eridiler, sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü'minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?

Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü'minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü'min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler, din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı, üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.

Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur Risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur Risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.

Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri "İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor" diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane... Onun nuru, Kur'ân'ın nuru, Allah'ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.

 O. Yüksel Serdengeçti

21.4.11

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kader hakkında konuşmayı yasaklamış mıdır?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kader hakkında konuşmayı yasaklamış mıdır?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah’ın sırrıdır. Allah’ın sırrını açıklamaya kalkmayın!”

Ancak bu hadis-i şerif bizi kader meselesini konuşmaktan ve bu meseleyi anlamaya çalışmaktan menetmemektedir. Zira bu hadiste anlatılmak istenen farklı bir şeydir. Şöyle ki: Kader ikiye ayrılır:

1-İnsanın kendi iradesiyle ilgili olan kısım.

2-İnsanın iradesinin karışmadığı, onun irade ve kuvveti dışında meydana gelen hadiseler.

Bir insanın erkek veya kadın olması, dünyaya geldiği zaman dilimi, doğduğu ve yaşadığı belde, yaşayacağı ömür müddeti, anne ve babasının kim olacağı, sakat veya sağlıklı, güzel veya çirkin, zengin veya fakir olması gibi hususlar bu ikinci kısma misal olarak verilebilir.

Bu ve benzeri meselelerdeki ilahî takdirin sırrını anlamaya çalışmak, “Niçin Allah bunu böyle yapmış?” diye düşünmek, insan için hem manasız bir kayıptır hem de onu helake götürebilecek bir sebeptir. Zira bunun neticesinde, kadere yani ilahî takdire isyan gelebilir. Bu sırlar ahirette, adalet gününde bütün incelikleri ile görünecektir.

İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in “Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah’ın sırrıdır. Allah’ın sırrını açıklamaya kalkmayın!” hadisiyle bizi uğraşmaktan menettiği kader, insan iradesinin karışmadığı bu kısım kaderdir.

Yoksa kaderin birinci kısmı üzerinde düşünmek hem güzeldir hem de tefekküri bir ibadettir. Akaid âlimleri de kaderin bu kısmına büyük mesai sarf etmişler ve eserler yazmışlardır.

Kader, Kaza ve Cüz-i irade nedir?

Madem meselemiz kaderdir. O hâlde konumuza geçmeden evvel bazı kelimelerin anlamlarını bilmek zorundayız. Bu kelimelerden bir tanesi kaderdir.

Kader: “Cenab-ı Hakk’ın, kâinatta olmuş ve olacak her şeyi, bütün vasıflarıyla, bütün hâlleriyle ezelde bilmesi ve daha onu yaratmadan önce, her şeyiyle, levh-i mahfuz denilen kader levhasında yazmış olmasıdır.”

Kaza ise: “Allah’ın bu ezelî yazıyı ve takdiri, icad etmesi ve yaratmasıdır.”

Demek ki kader Allah’ın ilminin bir neticesi, kaza ise Allah’ın kudretinin bir tecellisidir. Yani Allah ilmiyle yazmış, kudretiyle de yaratmıştır. Yazı, kaderdir; yaratmak, kazadır.

Mesela bir insanın ne zaman doğacağı ve ne zaman öleceği önceden takdir edilmiştir. İşte bu takdir, kaderdir. O insanın vakti geldiğinde doğması ve vakti geldiğinde ölmesi, yani doğum ve ölüm hadiselerinin yaratılması ise kazadır.

Cüz-i İrade ise Allah tarafından insana verilen, dilediği gibi hareket edebilme yeteneği ve seçme serbestliğidir.

Biraz daha bu kavramı açarsak; Allah insana okuma, yazma, koşma, yemek yeme, içme, oturma gibi birçok kabiliyetler vermiştir. Bu kabiliyetlerin her birine “külli irade” denilir. Burada geçen “külli irade” tabirini, Allah’ın külli iradesiyle karıştırmamak gerekir.

Allah’ın “külli iradesi”, Allah’ın dilediği her şeyi yapabilmesi ve emrinin önüne hiçbir şeyin geçememesidir.

İnsanın “külli iradesi” ise kendisine verilen yeteneklerdir. İşte insan, o yeteneklerden bir tanesi ile bir işe yöneldiğinde o “külli irade” artık cüzileşmiş olur. Buradaki “cüzi” ifadesi, “ufaklık” manasında olmayıp “belirlilik” manasındadır.

Mesela insanda yemek yeme kabiliyeti vardır. Bu “külli iradedir.” İnsan bu kabiliyeti ile simit yemeğe başladığında artık bu kabiliyeti cüzileşmiş olur. Artık insan kendindeki külli iradeyi belli bir yönde kullanmış ve simit yemeğe başlamıştır. İşte buna cüz-i irade denilir. İnsan burada serbesttir. Simit yiyebileceği gibi, bir haramı yemeği de tercih edebilir. Zaten onu mesul eden, ona bu tercih yetkisinin verilmesidir.

Kadere iman, imanın şartı mıdır?

Kadere iman, imanın bir şartı mıdır?
Yani bir kimse kadere iman etmese ve onu inkâr etse iman dairesinden çıkar mı? Böyle bir soruya verilecek tek cevap “Evet”tir. Kadere iman, imanın bir şartıdır ve kaderi inkâr eden iman dairesinden çıkar. Zira kitabımız olan Kur’an-ı Kerim, birçok ayetiyle kadere imanı ders vermekte ve ezelde her şeyin Allah tarafından bilindiğini haber vermektedir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:

“Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tane, yaş ve kuru her şey levh-i mahfuzdadır.” (En’am:59)

“De ki: Bize Allah’ın yazdığından başkası asla erişmez. O bizim Mevlamız’dır.” (Tevbe:51)

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, onu daha yaratmadan önce bir kitapta yazmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah’a çok kolaydır.”(Hadid:22)

“Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır.”(Yasin:12)

“Allah her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik neyi ziyade edeceğini bilir. O’nun katında her şey ölçü iledir.” (Ra’d:8)

“Bilmez misin ki Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir. Bu, bir kitapta mevcuttur. Ve bu biliş Allah için çok kolaydır.”(Hac:76)

Bu ayetler ve bunlar gibi birçok ayetler, eşyanın daha yaratılmadan önce, Allah’ın ilminde var olduğunu bildirmektedir. Zaten bunun aksi de düşünülemez. Zira Allah’ın ilmi her şeyi, her zamanı ve her mekânı kuşatmıştır. Bunu kabul etmemek, Allah’a cehaleti isnad etmek demektir ki, Allah bütün kusur ve eksikliklerden münezzehtir.

Eğer insan için bir kader olmasa ve Allah, insanın yapacaklarını yaptıktan sonra bilseydi; Allah’ın ilmine bir nihayet ve sınır gelirdi. Ve ilim sıfatında artma, eksilme ve değişiklik söz konusu olurdu ki, bütün bunlar Allah hakkında düşünülemez.

Ezeliyet bahsinde de işleyeceğimiz gibi, Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Yani bütün mevcudat; geçmiş, hâl ve gelecek, evvel, ahir, zahir, batın, gizli ve açık her şey, her an O’nun şuhûd dairesindedir. O’ndan gizlenemez ve ilminden saklanamaz. Dolayısıyla “İnsan için bir kader yoktur.” demek, Allah’ın yarını bilmemesi manasına gelir. Zira yarını bilirse, kader; ilahî ilmin bir unvanı olduğundan, elbette herkes için bir kader olacaktır. Ve vardır.

Kader meselesini iyi anlayabilmek için şu iki noktanın çok iyi bilinmesi gerekir. Bunlardan bir tanesi Allah’ın ezelî oluşu, yani “Ezeliyet” bahsi ve diğeri de “İlmin maluma tabi olduğu” kaidesidir. Bu iki mesele izah edildiğinde ve anlaşıldığında kader hakkındaki bütün sorular cevaplarını bulacaktır. Şimdi bu iki meselenin izahına geçiyoruz…

Ezeliyet ne demektir?


Kader meselesinin anlaşılamamasındaki en büyük sebep, “zaman” ve “ezel” kavramlarının birbiriyle karıştırılması ve yanlış değerlendirilmesidir.

İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için, her hadiseyi ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezeli, zamanın başlangıcı zannetmekle hata yapmaktadır. İşte kaderi anlayamamak, böyle yanlış bir kıyasın mahsulüdür.

Zaman, kâinatın yaratılmasıyla başlayan ve içerisinde hadiselerin cereyan ettiği soyut bir kavramdır. Geçmiş, hâl ve gelecek olarak üçe taksim edilir. Bu taksim mahlukata göredir. Yani asır, sene, ay, gün, dün, bugün, yarın gibi bütün kavramlar ancak yaratılmışlar için söz konusudur.

Ezel ise, zamanın başlangıcının evveli demek değildir. Ezelde geçmiş, hâl ve gelecek yoktur. Ezel bütün bu zamanların aynı anda görüldüğü ve bilindiği bir makamdır. Dilerseniz şimdi, Allah’ın ezeliyet sıfatını misaller ile anlamaya çalışalım:

Misal-1:
Düz bir çizgi düşünün, bu çizgi zaman çizgisi olsun. Bu çizginin ortası ise şimdiki zaman, yani şu anda içinde bulunduğumuz an olsun. Bu çizginin solundaki nokta ise geçmiş zaman olsun. İşte bu noktada kâinat yaratıldı ve daha sonra ilk insan Hz. Âdem (a.s.). Ve o zamandan bugüne kadar yaratılan her şey, hâl ile geçmiş zamanın ifade edildiği bu iki nokta arasında var oldu.

Zaman çizgimizin sağındaki nokta ise gelecek zamandır. Bu nokta, kıyametinde ötesinde cennet ve cehennem hayatını içine alan sonsuzluk hayatıdır. Şu anda içinde bulunduğumuz hâl noktası ile gelecek zaman noktası arasında ise torunlarımız, onların torunları ve kıyamete kadar yaratılacak her şey hatta bunun da ötesinde öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, amellerin tartılması ve sırattan geçme gibi hadiseler var.

Ezel ise bu zaman çizgimizin, geçmiş noktasının sol tarafı değildir. İşte kaderi anlayamamamızın sebebi, ezelin burası olduğunu zannetmemiz ve ezeli, zaman çizgisi üzerinde bir yere oturtmamızdır. Zira ezeli, burası zannettiğimizde Allah’ın yarını bilmesi için yarının gelmesi gerekecektir. İşte bu zan ve ezeliyet kavramını yanlış anlamamız ise şu soruyu sormamıza sebep olacaktır: “Allah günahkâr olmamı yazmışsa benim suçum ne?”

Şimdi ezel kavramını, zaman çizgimizde resmettiğimizde bu sorunun ne kadar manasız bir soru olduğu anlaşılacaktır. İşte ezel bu çizginin üst kısmındaki noktadır. Geçmiş zamanın sol tarafı değil, bir zamansızlıktır. Hâl, geçmiş ve geleceği aynı anda tutan ve gören bir makamdır. Dolayısıyla Allah bugünü gördüğü ve bildiği gibi, yarını da öbür günü de ve cennet ile cehennem hayatının yaşanacağı sonsuzluk hayatına kadar her şeyi de bugün ile birlikte görmektedir.

Allah için hâl, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zaman ile kayıtlı olan bizler içindir. Şimdi bu meseleyi diğer bir örnek ile inceleyelim:

Misal-2:
Şu tablo bizim zaman çizgimiz olsun. Ortası hâl yani şimdiki zaman, sol tarafı geçmiş zaman, sağ tarafı ise gelecek zaman. Şimdi şu zaman tablomuzun üzerine bir ayna tuttuk. Ayna, zemine yakın olduğu için sadece “hâl” aynada aksetti. Geçmiş ve gelecekten içine hiçbir şey girmedi. Şimdi aynayı biraz kaldıralım. Ve şu pozisyonda aynamızda hâl ile birlikte geçmiş ve geleceğinde bir bölümü aksetti. Aynayı biraz daha kaldırdığımızda, bir önceki pozisyonda aynada gözükmeyen geçmiş ve geleceğin bir bölümü daha onda aksetti. Demek aynayı kaldırdıkça, aynada gözüken zaman dilimi genişlemektedir. Şimdi aynayı en tepeye kaldıralım.

İşte bu noktada ayna hâl, geçmiş ve geleceğin tamamını içine aldı. İşte bu noktaya ezeliyet noktası denilir ki, üç zamanın tamamını aynı anda görmektir. İşte “Allah ezelidir.” dediğimizde, Allah’ın bütün zaman ve mekânları aynı anda gördüğü, bildiği ve zaman kaydından münezzeh olduğu anlaşılır.

Misal-3:
Şimdi de ezeliyet kavramını başka bir misalde görelim. Erzurum’dan İstanbul’a doğru 3 vasıtanın yola çıktığını farz ediyoruz. Bu vasıtalardan bir tanesi İstanbul’a girmek üzere İzmit’te, diğeri İzmit’tekine kıyasla biraz daha geride Eskişehir’de ve 3. vasıtamızda ikisinin gerisinde Ankara’da olsun.
Şimdi bu üç vasıtaya dikkat ettiğimizde şunları görürüz: İzmit’te olan vasıtamız, Eskişehir ve Ankara’da olan araçlara kıyasla önde yani istikbaldedir. Zira onların geçeceği yollardan çoktan geçmiştir.
Eskişehir’de olan vasıtamız ise, İzmit’te olana göre geçmiştedir. Zira öndeki araç Eskişehir’den çoktan geçmiştir. Ancak Ankara’da olana kıyasla istikbaldedir. Zira daha bu araç onun mevkiine ulaşmamıştır.
Ankara’da olan vasıtamız ise diğer iki araca kıyasla da geçmiştedir. Zira bu iki araç da Ankara’yı çoktan geçmiştir.
Araçlar arasında geçmiş, gelecek gibi tabirler kullanılırken yukarıda olan ve üç vasıtayı anda aydınlatan Güneş için zaman ifade eden bu tabirler kullanılmaz. Yani Güneş şuna göre geçmiştedir, buna göre gelecektedir, denilemez. Çünkü Güneş bu üç vasıtayı anda aydınlatmakta, ışığı ile üçünü ayna anda kuşatmaktadır. İşte Güneş’in bu hâli, yani yerdeki vasıtalar için geçerli olan zaman kaydıyla kayıtlı olmaması ve üç zamanı aynı anda kuşatması ezeliyete misaldir.

Aynen bunun gibi, bizler de kâinatın yaratılmasıyla başlayan zaman yolunun bir noktasındayız. Bizden önce geçen her şey bize göre mazide, yani geçmişte kalmıştır. Bugünden hatta bu andan sonraki zamanlar ve o zamanlarda yaratılacak mahluklar ise bize kıyasla istikbaldedir. Evet, şu anda bizim dedelerimiz geçmişte kaldılar. Hâlbuki bir zaman, onların dedeleri de istikbalden torun bekliyorlardı. İşte dedelerimiz, kendi dedelerine göre istikbal olan zaman diliminde bu dünyaya uğrayıp teneffüs ederek maziye döküldükleri gibi, dedelerimize göre istikbalde olan bizler de bir gün maziye döküleceğiz. Ve bize göre istikbalde olan torunlarımız, hâle yani şimdiki zamana çıkacaklar.

Görüldüğü gibi, geçmiş, gelecek ve hâl gibi tabirler bizler için kullanılmaktadır. Hâlbuki her şeyi ve zamanı yaratan Allah için mazi, hâl ve istikbal gibi kavramlar yoktur. O, misalimizdeki Güneş gibi bütün bu zamanları ayna anda ilminin ışığı ile kuşatmıştır. O hâlde “Allah yazdı diye biz yapıyoruz.” denilemez, Zira Allah ezeliyeti ile bütün zamanları aynı anda kuşattığından bizim hür irademiz ile ne yapacağımızı bilmiş ve ne yapacaksak kader defterimize onu yazmıştır. Allah yazdı diye biz yapmamaktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.

Ezeliyet bahsini daha iyi kavrayabilmemiz için son bir misal daha vereceğiz. Zira ezeliyeti anlamak, kader meselesini anlamanın anahtarıdır. Kader bahsinde bocalamanın en birinci sebebi Allah’ın ezeliyet sıfatının anlaşılamaması ve Allah’ın zaman mefhumu ile kayıtlı olduğunun zannedilmesidir.

Misal-4:
Bir şiirin tamamını bildiğiniz takdirde, sizin ilminizin, şiirin bütün mısralarına olan münasebeti aynıdır. Yani önceki misalde Güneş’in üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vâkıftır. Fakat şiirin mısraları için, kendi aralarında öncelik ve sonralık söz konusu olmaktadır. Mesela, altıncı mısra; dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz şiirin ilk beş mısrasını yazıp altıncıyı yazmaya başladığınızda, artık beşinci mısra mazide kalmış, yazılmıştır. Altıncı mısra ise hâlde yani şimdiki zamandadır. Onuncu mısra ise henüz istikbaldedir. Yani daha vücuda gelmemiş ve yazılmamıştır. Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O hâlde öncelik ve sonralık sizin ilminiz için söz konusu değildir.

Aynen bunun gibi, 19. asır ve o asırda yaşayanlar; 18. asra ve bu asırda yaşayanlara göre istikbalde, 20. asra göre ise mazidedir. Ancak zamandan münezzeh olan Allah için bütün bu asırlar; geçmiş, hal ve istikbal aynı anda ilim ve şuhud dairesindedir.

Demek “Allah’ın ezelî ilmi” dediğimiz kader, geçmiş zamanda yapılmış bir plan olmayıp zaman dışı bir plandır. Bütün geçmiş ve gelecek zamanları aynı anda tutan zaman üstü bir ilimdir.

O hâlde “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü son derece batıl bir sözdür. Zira Allah, bizim ne yapacağımızı bilmeden kader defterimizi yazmış ve bizi o yazıya göre hareket etmeğe mecbur etmiş değildir. Bilakis, cüzi irademizle neyi tercih edecek ve hangi fiili işleyeceksek, ezeliyeti ile bilmiş ve kader defterimize yazmıştır.

Aslında mazeret olarak öne sürülen “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü temelde de yanlıştır. Çünkü kader defteri, Allah’ın ilminin bir tecellisidir. İlim ise zorlama sıfatı değildir. Bu yazı sadece bir beyandır. Mesela ben şimdi şöyle bir yazı yazsam: “Siz yaklaşık 15 dakika sonra televizyonunuzu kapatacaksınız.” Şimdi siz 15 dakika sonra televizyonunuzu kapatsanız, diyebilir misiniz ki, “Eğer bu yazı olmasaydı ben televizyonumu kapatmazdım.” Elbette diyemezsiniz. Çünkü bu sadece bir yazıdır. Bir haberdir. Zorlama değildir.

Aynen bunun gibi, “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü de son derece yanlıştır. Bizlerin fiillerini Allah’ın ilmi yaratmıyor ki, ilmin unvanı olan kader defterini suçlayabilelim.

Bizim fiillerimiz Allah’ın kudretiyle yaratılmaktadır. İlmin bu yaratmada hiçbir tesiri yoktur. O hâlde nasıl olurda biz, fiillerimizin icadında hiçbir tesiri olmayan kader defterimizi sorumlu tutabiliriz? Bu olsa olsa kişinin kendini aldatmasından başka bir şey değildir.

Zira bu sözü söyleyen kişiye deseniz ki: “Niçin okula gidiyorsun, kaderini değiştiremezsin ki? Eğer kaderinde doktor olmak varsa, zaten olacaksın, bunun önüne geçemezsin, çalışmasan da doktor olursun. Yok eğer kaderinde doktor olmak yoksa beyhude yoruluyorsun!” Ya da şöyle desek: “Niçin dükkânını açıyorsun ki, kaderinde bugün kazanmak varsa, o zaten sana gelir, dükkânını açmasan da olur. Yok eğer kaderinde bugün kazanmak yoksa dükkânını açsan da kazanamazsın, kaderini değiştirecek değilsin ya!” Eğer ona bunları söylesek; kaderini değiştiremeyeceğini, bu yüzden okula gitmemesini ve dükkânını açmamasını tavsiye etsek, hemen savunmasını yapar ve der ki: “Sen çalışacaksın ki, Allah versin.” Ama iş farzları eda etmeğe ya da haramlardan kaçmaya geldi mi, hemen kadere sığınır, teslimiyetçi olur, suçu kadere yükler. Bu kişinin kendisini aldatması değildir de nedir?

Hâlbuki ezeliyet bahsinde gördük ki, Allah bizi hiçbir günaha zorlamıyor. Sadece, zamanları ve mekânları kuşatan ilmiyle bizim ne yapacağımızı biliyor ve kader defterimize yazıyor. Acaba günahımızı kadere yüklememize sebep olan ve “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” dedirten şey: Ne yapacağımızı Allah’ın ezeliyeti ile bilmesi mi?

Yani, eğer Allah bizim ne yapacağımızı bilmeseydi biz mesul olurduk da, bildiği için mesul olmayacak mıyız? Günahını kadere yükleyen insan ne istediğine bir baksın! Ve bundan utansın!

Buraya kadar verdiğimiz misaller ile Allah’ın ezeliyetini anlamaya çalıştık. Ancak şu unutulmamalıdır ki, verdiğimiz bütün misaller, sadece akılların anlamaktan âciz kaldığı bir hakikati yakınlaştırmak için küçük birer dürbündür. Yoksa akıllar, nasıl ki Allah’ın kudretinin ve azametinin büyüklüğünü hakkıyla anlamaktan âcizdir; aynen bunun gibi, Allah’ın ezeliyetini ve bütün zaman ve mekânlara ilminin aynı anda münasebetini de tam idrakten âcizdir. Ancak şu sönük dürbünler bile, “Allah kaderimi böyle yazmış, benim suçum ne?” sözünün ne kadar batıl olduğunu anlatmakta ve meselenin tam anlamıyla anlaşılmasını sağlamaktadır.

Allah’ın ezeliyeti ile birlikte “İlmin maluma tabi olduğu” kaidesi de anlaşılınca göreceksiniz, kader hakkında cevapsız zannedilen bütün sorular, birden cevaplarını nasıl bulacaklar.