21.4.11

Cüz-i irade nedir?


İnsanda gözüken fiilleri iki kısma ayırabiliriz.

Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelen fiillerdir. Kalbimizin atması, kanımızın dolaşımı, nefes almak vermek, göz kapaklarımızın açılıp kapanması, saçımızın uzaması gibi fiilleri bu kısma misal olarak gösterebiliriz. Bu tür fiillere “ıztırârî” fiiller denilir. Bu tür fiillere insanın iradesi müdahale etmediğinden dolayı, bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat yoktur.

Fiillerimizin diğer kısmı ise, kendi irademiz ile işlediğimiz fiillerdir. Yemek, içmek, bakmak, konuşmak, yürümek gibi fiillerimiz bu kısma dâhildir. Burada tercih ve seçim hakkımız vardır. Helale bakabileceğimiz gibi, harama da bakabiliriz. Helali yiyebileceğimiz gibi, haramı da yiyebiliriz. Hayrı konuşabileceğimiz gibi, yalan ve gıybet de konuşabiliriz. Bu tür fiillere “ihtiyâri” fiiller denilir.

Cüz-i irade ise: “ihtiyâri fiiller” dediğimiz bu kısım fiillerdeki tercih kabiliyetimizdir. Yaratılması cihetiyle ıztırâri fiillerde olduğu gibi, ihtiyâri fiilleri de yaratan Allah’tır. Fakat ihtiyâri fiil ve hareketlerimizde talebimiz söz konusudur. İşte bu talebe cüz-i irade denir.

Demek ihtiyâri fiillerde insan, talep edendir. Allah ise, fiili yaratandır. İşte insan bu talebi sayesinde itaatkâr veya isyankâr olur. Başka bir ifadeyle insanın iradesi fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına taalluk eder.

Mesela yazı yazma fiilinin aslını yaratan Allah’tır. Yazılan, sevap bir şey olabileceği gibi, günah bir yazı da olabilir. Birinci hâlde yazının faydalı olduğundan, ikinci hâlde ise zararlı olduğundan bahsedilir. İşte yazı yazma fiilinin faydalı ve zararlı olmasına insan karar vermektedir. İnsan neye karar vermişse, Allah da yazıyı onun kararına göre yaratmaktadır. Ve onu mesul eden de bu tercihi ve kararıdır. Şimdi cüz-i iradenin mahiyetini 3 farklı misal ile anlamaya çalışalım:

Misal 1:

Bir padişahın misafirhanesinde bulunduğumuzu farz ediyoruz. Bu misafirhanenin her katında ayrı ayrı nimetler ve ihsanlar sergileniyor olsun. Ve yukarıya doğru çıktıkça bu nimet ve ihsanların çoğaldığını görüyoruz. Bu misafirhanenin alt katında ise nimete mukabil cezanın, ihsana mukabil de azapların olduğunu farz ediyoruz. Yukarı katlara çıkmak için de aşağı katlara inmek için de tek yol, asansöre binmek ve ulaşmak istediğimiz katın düğmesine basmaktır.

Şimdi bizler asansördeyiz ve asansörün üst katlara çıkaran bir düğmesine bastık ve asansör bizi o kata çıkarttı. Ya da bizi aşağı katlara indirecek bir düğmeye bastık ve asansör bizi o kata indirdi. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki, üst katlara çıkmak için bir düğmeye basan kişi dilerse, fikrini değiştirip kendisini alt kata indirecek bir düğmeye basabilir ve alt katlara inmeye başlar. Ya da alt katlara kendisini indirecek bir düğmeğe basan kişi dilerse ve daha yolculuğu bitmemişse, asansörün üste çıkartan düğmelerinden bir düğmesine basarak üst katlara ulaşabilir.

Şimdi durumumuzu inceleyelim: Asansörü biz yapmadık ve onu kendi kuvvetimizle hareket ettirmiyoruz. Ancak asansör de kendi kendine hareket etmiyor. Biz irademizi kullanarak bir düğmeğe basıyoruz ve asansör bizi o kata ulaştırıyor.

O hâlde “Asansörü ben hareket ettiriyorum ve asansör benim kuvvetimle çalışıyor.” diyemeyeceğimiz gibi, “ Bu asansör kendi kendine hareket ediyor; dilerse beni üst kata, dilerse beni alt kata indiriyor, elimde hiçbir şey yok.” da diyemeyiz. Evet, birinci sözü söyleyerek asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia edemeyiz. Çünkü asansörü hareket ettirmek ve onu icat etmek için gereken kuvvetin binde biri değil, milyonda biri bile bizde yoktur. Değil asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia etmeyi, belki ona binmemiz bile kendi kuvvetimizle olmamıştır. Bu misafirhanenin merhametli sultanı bizi, hiçbir kuvvet ve müdahalemiz olmaksızın bu asansöre bindirmiştir. Bizler bu sözü söyleyemeyeceğimiz gibi ikinci söz olan, “Asansörün hareketinde hiçbir müdahalemizin olmadığını, asansörün kendi isteğine göre bizi dilediği katlara çıkardığını” da iddia edemeyiz. Zira asansör, bizim bastığımız ve çıkmak istediğimiz kata bizi çıkarmaktadır. Bizi, istemediğimiz ve düğmesine basmadığımız hiçbir kata çıkartmamaktadır.

O hâlde en doğru söz şudur: “Asansörü biz hareket ettirmiyoruz ve asansör bizim kuvvetimizle çalışmıyor. Ancak biz asansörün çıkacağı ve ineceği katları irademizle belirliyor ve düğmeye basıyoruz.” O hâlde çıkacağımız ve ineceğimiz katı biz tayin etmiş olmaktayız. Asansör ise bizim tayinimize ve talebimize göre hareket etmektedir.

Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına: Bu misaldeki misafirhane, bu dünyadır ve şu güzel âlemdir.

Misafirhanenin sahibi ise, ezel ve ebedin sultanı olan Allah’tır.

Misafirhanenin üst katları, bizi cennete ulaştıracak ameller; alt katı ise, bizi cehenneme düşürecek günahlardır.

Asansör ise, Allah’ın irade ve kuvvetidir. Asansörün düğmesine basmak ise, Allah’tan o fiilin yaratılmasını istemektir. İşte bu cüz-i iradedir.

Cüz-i irademizle Kur’an’ın başına oturduğumuzda ve Kur’an okumayı talep ettiğimizde, Allah da kuvvetiyle “Kur’an okumak” fiilini yaratmaktadır. Yani biz bu hâlde iken, asansörün üst düğmesine basmış ve asansör de bizi o kata çıkartmıştır. Ağzımızın hareketinden tutun, okuduğumuz Kur’an’a kadar her şey Allah’a aittir. O’nun yaratması ve icadı ile meydana gelir. Bize düşen tek şey bu vaziyetin yaratılmasını tercih ve talep etmemizdir. Bu tercih ve talebe cüz-i irade denilir.

Eğer biz Kur’an’ın başına oturacağımıza, okunması haram olan bir kitabın başına oturmuş olsaydık. Bu sefer cüz-i irademizle asansörün alt katlarına indiren bir düğmeye basmak gibi, o fiilin Allah tarafından yaratılmasını talep etmiş olacaktık ki, Allah da imtihan dünyası olmasından dolayı bu fiili yaratacaktı.

Allah’ın yaratması, bizim isteğimize yani cüz-i irademize tabi olduğundan dolayı biz mesul olmaktayız. Gerçi birçok defa Allah’ın rahmetinden dolayı o günahı yaratmadığı ve o günahla aramıza girdiği de gözükmektedir.

Cüz-i iradenin mahiyetini şu misallerle anlayabiliriz.

Misal 2:

Bir rıhtımda padişahın gemilerinin dizildiğini ve bu rıhtımın karşısında iki adanın olduğunu farz ediyoruz. Padişah, kaptanların sağdaki adaya gitmelerini emretmiş ve soldaki adaya gitmelerini yasaklamış olsun. Kaptanları emrine itaat hususunda bir imtihana tabi tutan padişah, imtihanın bozulmaması için de soldaki adaya gidenlere mâni olmasın.

Gemiler aynı cihazlarla donatılmış ve her iki adanın yolu da açık tutulmuş olsun. Diğer taraftan, gemilerin seyahati için gerekli her türlü ihtiyaç ve yakıt yine padişah tarafından temin edilsin. Kaptanın burada yapacağı tek şey, dümeni çevirmek ve gideceği adayı seçmektir. Onu o adaya ulaştıran gemi de, geminin hareketi de sultana aittir.

Eğer o kaptan, padişahın emrine uyarak sağdaki adaya giderse orada çeşit çeşit sofralarla, nimetlerle karşılaşacaktır. Eğer sol taraftaki adaya giderse, vahşi canavarların hücumuna hedef olacak ve görevli memurlar tarafından çeşitli cezalara çarptırılacaklardır. Her bir kaptan, padişahın dümenci bir neferi olarak gemiye rota verme ve istediği adaya gidebilme durumundadır. Bir kaptan hangi adaya gitmek isterse, gemi onun vereceği rota ile oraya yönelecek ve deniz gemiyi o adaya kadar sırtında taşıyacaktır.

Şunu da belirtelim ki, kaptan yolculuğun her anında rotayı değiştirme hakkında sahiptir. Mesela sol adaya doğru yol alırken, rotasını sağ adaya ya da sağ adaya doğru yol alırken, rotasını sol adaya çevirebilir.

Şimdi durumu inceleyelim: Gemiyi kaptan kendi kuvveti ve gücüyle hareket ettirmemektedir. Zira geminin hareketi için gerekli kuvvet onda olmadığı gibi, geminin ihtiyaçlarını da tek başına karşılaması mümkün değildir. O ne gemiyi yapmıştır, ne denizin sahibidir, ne de gemideki diğer aletlerin; bunların hepsi sultana aittir.

Bununla birlikte gemi de kaptanın iradesi olmaksızın tek başına hareket etmemektedir. Kaptanın tercihi gemiye yön vermektedir. Şimdi kaptan şunu diyemez: “Bu gemiyi kendi kuvvetimle idare ve sevk ediyorum.” Zira buna gücü yetmez. Ancak şunu da diyemez: “Gemi benim irademin dışında yol alıyor, istediği adaya beni zorla götürüyor. Ben geminin hareketinden mesul değilim.” Evet bunu diyemez. Zira gemi onun tercihine göre yol almaktadır. O hâlde en doğru söz şudur: “Ben geminin ve içindeki cihazların sahibi değilim, onlar sultanımındır. Ben sadece bu gemiye rota belirleyen dümenciyim. Lakin öyle bir dümenciyim ki, geminin her hareketi benden sorulacak. Çünkü gemi o hareketi benim talebim ve isteğim ile yaptı.”

Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:

Misaldeki rıhtım, bu dünyadır.

Sultan ise Sultan-ı Kâinat olan Allah’tır.

Her bir gemi, insandır. O gemideki cihazlar, insana takılan duygu ve azalardır.

O iki ada ise; sağdaki cennet ve cennete götüren amellerdir, soldaki cehennem ve cehenneme götüren amellerdir.

Kaptanın gemiye rota vermesi ve dümeni çevirmesi ise, cüz-i iradedir. Evet insanın bedenindeki her aza ve hücre, kâinattaki her bir sistem ve küre Allah’ın irade ve kudretiyle vazife görmekte ve hareket etmektedir. Fakat insan, ihtiyâri fiillerinde eli kolu bağlı bir kaptan gibi hadiselerin denizine atılmış değildir. Vücut gemisinin hareket adasını kendi cüz-i iradesiyle tayin ve tespit etmektedir. Böylece gideceği menzile kendisi karar vermektedir. İşte bu karar verme yeteneğine, cüz-i irade denilir.

Misal 3:

Bir çocuğun, bir pehlivanın sırtına bindiğini farz ediyoruz. Karşılarında da iki tane dağ var. Sağ taraftaki dağda; lezzetli yiyecekler ve her türlü nimet bulunurken, sol taraftaki dağda ise sadece dikenli yiyecekler ve vahşi hayvanlar bulunuyor olsun.

Bu iki dağdan birisine çıkacak olan çocuğun kendi kuvveti, tek başına bu dağlara çıkmaya yetmeyeceği için, bir pehlivan onu sırtına almış ve çocuğun arzusuna göre hareket ederek onu istediği dağa çıkartacak olsun. Şimdi bu çocuk, her şeyiyle güzel olan sağdaki dağa çıkmak yerine soldaki dağa çıkmayı arzu etti ve o dağa kendisini çıkartmasını pehlivandan istedi. Pehlivan da onu o dağa çıkardı. Ve arzusunun bedeli olarak o dağa çıktıktan sonra da yüzlerce elemle ve korkuyla baş başa kaldı.

Şimdi durumu inceleyelim: Çocuk kendi kuvvetiyle o dağa tırmanmadı, zaten gücü ve kuvveti tek başına o dağa çıkmaya da yetmez. Ancak pehlivan da onu zorla soldaki dağa çıkarmadı. Eğer çocuk sağdaki dağa çıkmak isteseydi, pehlivan da onu sağdaki dağa çıkarırdı. Nitekim birçoğunu sağdaki dağa çıkarmıştır. O hâlde çocuk, ne kendi kuvvetiyle dağa çıktığını iddia edebilir ne de pehlivanın zorla kendisini soldaki dağa çıkardığını söyleyebilir.

Çocuğun söyleyeceği en doğru söz şudur: “Evet, ben dağa kendi kuvvetim ile çıkmadım, beni bu dağa pehlivan çıkardı. Ancak pehlivan benim irade ve arzumu hiçe sayarak bunu yapmadı. Bilakis o benim talebime uydu. Ben, onun beni soldaki dağa çıkarmasını istedim, o da bunu yaptı. Bu dağa çıkmaktaki bütün mesuliyet benimdir.”

Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:

Misaldeki sağ dağ, cennet ve ona götüren salih amellerdir.

Sol dağ ise, cehennem ve cehenneme götüren kötü amellerdir.

O çocuk ise, biziz; yani insandır.

Pehlivan ise, Allah’ın kudreti ve kuvvetidir.

Evet, biz fiillerimizi Allah’ın kudretine dayanarak işleriz. Misaldeki çocuğun pehlivanın sırtına binmesi gibi, bizde kudret-i İlahiyyeye binerek işleriz. Çıkmak istediğimiz tepeye bizi çıkarmasını ve yapmak istediğimiz ameli yaratmasını Allah’tan talep ederiz. İşte bu talebimiz cüz-i iradedir. Allah da, biz neyin yaratılmasını istemişsek, o fiilden razı olmasa da imtihan sırrından dolayı yaratır. Burada biz, fiilin yaratılmasını talep edeniz. Allah ise, fiili yaratandır. Fiilin yaratılmasına, bizim talebimiz ve isteğimiz sebep olduğundan dolayı da mesul oluruz.

O hâlde bize düşen, cüz-i irademizi hayırlı işlerin talebi için kullanmak ve Allah’tan cennet amellerini bizim için yaratmasını istemektir. Bu istek ve arzu, halis bir niyet ile buluştuğunda, bizleri cennete layık bir hâle getirecektir.

Ne mutlu, kendisine verilen cüz-i iradeyi salih amellerin yaratılmasında kullanan ve onunla cennet amellerini işleyenlere! Ve yazıklar olsun ki, hayırları talep etmesi için kendisine emanet edilen bu cüz-i iradeyi, günahları kazanmak yolunda kullanarak emanete ihanet edenlere!

İyiliğin Allah’tan, kötülüğün kuldan olması ne demektir?


İyiliğin Allah’tan, kötülüğün kuldan olması hakikatini anlamak için, dilerseniz, uzak hakikatleri yakınlaştırmak için kullanılan misal dürbününü kullanalım.

Bir padişah, bir hizmetkârından, ihtişamlı bir cami yapmasını istedi ve caminin yapımında kullanılmak üzere tam 1000 altını ona verdi. Bu hizmetkâr, sultanından aldığı 1000 altın ile gayet güzel ve nakışlı bir cami yaptı. Acaba, caminin yapımında sadece basit bir amele gibi çalışan ve caminin masraflarından hiçbirini karşılayamayan bu hizmetkâr, camiyi yaptıktan sonra: “Bu camiyi ben yaptım, bu cami benim malımdır.” diyebilir mi?

Elbette diyemez ve insaf ile düşünen herkes bu caminin, bu adi hizmetkârın malı olmadığını kabul eder. Evet, hizmetkârın bu caminin yapımında hizmeti vardır, ancak hem caminin yapım emri hem de cami için yapılan 1000 altınlık masraf sultana aittir.

Eğer sultan ona cami yapmasını emretmeseydi ve caminin yapımında kullanılan 1000 altını vermeseydi, bu cami asla var olmazdı. O hâlde denilebilir ki, “Bu cami sultanın malıdır.”

Ancak, eğer bu hizmetkâr haddini aşıp kendisine cami yapması için verilen 1000 altın ile cami yerine meyhane yapsa, o zaman meyhane onun malıdır ve o bundan mesuldür. Çünkü kendisine verilen emanete ihanet etti ve meyhane yapımında kullandı. İşte bu durumda diyemez ki: ”Ben bu meyhaneyi sultanın verdiği altınlar ile yaptım, mesuliyet onundur ve meyhane onun malıdır.” Evet diyemez, çünkü sultan ona o sermayeyi meyhane yapması için vermemişti. Ona verilen sermaye bir cami için olup meyhane için değildi. Ancak o, sultanın kendisine verdiği sermayeye ihanet etti ve onunla bu meyhaneyi yaptı.

O hâlde caminin mülkiyeti hakkında, hizmetkârın “Bu cami benimdir, bunu ben yaptım.” iddiası ne kadar geçersizse, meyhanenin mülkiyeti hakkında da: “Bunu sultanın verdiği sermaye ile yaptım. O hâlde burası onun malıdır.” iddiası o kadar geçersizdir.

Doğru olan ise şudur: “Cami sultanın sermayesi ve emri ile yapıldığından ona aittir. Meyhane ise, kendine verilen emanete ihanet ederek, cami yerine burayı hırsız gibi inşa eden hizmetkâra aittir.”

Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:

-Misaldeki padişah, ezel ve ebedin sultanı ve şu kâinatın padişahı olan Allah’tır.

-O hizmetkâr ise, biziz; yani insandır.

-1000 altın ise; insana verilen başta azaları, cihazları, duyguları olarak ona verilmiş maddi ve manevi bütün hediyelerdir.

-Cami ise, salih ameller ve ibadetlerdir.

-Meyhane ise, kötü amel ve günahlardır.

Evet, iyilikler Allah’ın malıdır. Kötülükler ise bizim. Zira işlediğimiz bütün iyilikleri Allah’ın bize verdiği sermaye ile işlemekteyiz.

Mesela Kur’an’ı okuduğumuzda;

-Onu okuduğumuz dil Allah’ındır, bu dildeki ses telleri Allah’ındır.

-Ses tellerinden çıkan sesi, havada yayan zerreler Allah’ındır.

-Kur’an’a baktığımız göz Allah’ındır.

-Göze görme yeteneğini veren Allah’tır.

-Gözün görmesi için ışığı yaratan Allah’tır.

-Okuduğumuz Kur’an, Allah’ın kelamıdır ve onun kitabıdır.

-Kur’an’ın yazıldığı kâğıt ve o kâğıttaki mürekkep yine Allah’ındır.

-Okuduğumuzu anlamamızı sağlayan aklımız, hafızamız yine hep Allah’ındır.

-Kur’an okumayı emreden de Allah’tır.

-Kalbimizde Kur’an okumaya karşı bir muhabbeti koyan da O’dur.

-Daha saymakla bitiremeyeceğimiz, Kur’an okumamız için gereken her şey Allah’ındır.

Bizim ise sadece elimizde, icada kabiliyeti olmayan cüz-i irade vardır. Sadece irademizle Kur’an okumak isteriz, bundan geriye ne varsa hepsi Allah’a aittir. O hâlde nasıl “Kur’an’ı biz okuduk, bu sevabı biz yarattık, bu güzellik bizimdir.” diyebiliriz. Bize düşen, tevazu ve ihlas ile bu hayırlı ameli bizim için yaratan Allah’a şükür değil midir?

Ama eğer biz, bize verilen bu göz ve dil sermayesini yanlış yerde kullanarak, bunlarla Kur’an okumaya bedel, haram ve günah şeyler okursak. O zaman misaldeki hizmetkârın, kendisine cami yapılması için emanet edilen 1000 altın ile meyhane yapması ve bundan mesul olması gibi bizde, bize emanet edilen göz, dil, akıl gibi sermayeleri yanlış yerde kullanmış ve bu günahın tek sahibi olmuş oluruz.

Ya da bir fakire sadaka verdiğimizi düşünelim. Bakalım bu sevapta bizim hakkımız ne kadardır?

-Evvela sadaka verdiğimiz fakiri Allah yarattı ve onu bizimle Allah karşılaştırdı.

-Sadakayı verdiğimiz malı Allah bize ihsan etti, sadakayı verdiğimiz eli O yarattı.

-O fakire karşı şefkat ve merhamet duygusunu kalbimize O koydu.

-Verdiğimiz sadakayı bereketlendirip bize daha fazlasını yine O ihsan etti.

Daha bunlar gibi, sadakanın verilmesi için gerekli bütün şartları Allah yarattı, bizim elimizde olan ise sadece sadaka verme arzumuzdur. Haddizatında bu arzu dahi Allah’a aittir.

Hâl böyle iken: “Bu fakire ben yardım ettim, bu iyilik benim malımdır.” demek, ne kadar boş bir iddiadır. Akıllı olan herkes bunu anlar.

Ancak eğer biz, o fakire sadaka vereceğimiz yerde; o mal ile içki alsak, kumar oynasak ya da herhangi bir haramı satın alsak. O zaman biz mesul oluruz. Çünkü o sermaye böyle adi işler için verilmemişti. Biz sermayeye ihanet ettik, tek mesul biziz ve bu günah bizim malımızdır.

Şimdi bu iki misale, diğer bütün iyilikleri ve güzellikleri kıyas edin! Onların icad edilmesi için gerekli olan sebepleri ve şartları düşünün! Sonra da elinizde olana, icada kabiliyeti olmayan cüz-i iradeye bakın! Ve bu cüz-i irade ile bu güzelliklerin yaratılamayacağını düşünerek, bütün iyilikleri ve sevapları Allah’a teslim edin! Bu iyilikleri sizin için yaratan Allah’a şükür edin!

Kader değişir mi?


Kader değişir mi?

Bu soru, birçok insanın cevabını vermekte zorlandığı bir sorudur.

Zira “Kader değişir.” dese, kader Allah’ın ilminin bir unvanı olduğundan “kaderin değişmesi” demek; Allah’ın ilminde bir artma veya eksilme manasına geleceğinden mümkün değildir.

Mesela, Allah onun öleceğini bilirken ve öyle takdir etmişken, o kimse ölmese yani kaderi değişse. Bu takdirde Allah’ın ilminde bir değişiklik olmuş, Allah’ın bildiği bir şey gerçekleşmemiş, bilmediği bir şey gerçekleşmiş olur ki; bu da Allah’ın ilim sıfatında bir artma ve eksilmeyi netice verir. Bunun ise Allah hakkında düşünülmesi doğru değildir.

Demek kaderin değişmesi, Allah’ın bildiği şeyin kaza edilmemesi yani yaratılmaması ve bilmediği bir şeyin meydana gelmesi manasına gelir ki, bu mümkün değildir.

O hâlde kaderin değişmeyeceğine, Allah’ın bilgisine muhalif bir şeyin olamayacağına itikat etmemiz gerekir. Nitekim bu meseleyi “ezeliyet” bahsinde incelemiştik.

Kaderin değişmeyeceği hakikatini, sadakanın ömrü uzatması ve belaları defetmesi ile nasıl izah edeceğiz?

Kaderin değişmeyeceğini kabul ettiğimizde, bu seferde şöyle bir mesele ortaya çıkıyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sadaka verenin ömrünün uzayacağını, sadakanın belayı defedeceğini ve akraba ziyaretinin rızıkta artmaya ve berekete sebep olacağını hadisleriyle bizlere bildirmiştir.

Bu hadisleri de tek başına mütalaa ettiğimizde sanki şöyle bir netice çıkıyor. Mesela, Allah kuluna 60 senelik bir ömür takdir etti ve kulunun bu kadar yaşayacağını ezelî ilmi ile biliyor. Ancak bu kul sadaka verdi ve Allah’ın takdirinden fazla olarak 70 sene yaşadı.

Ya da Allah ona bir musibetin geleceğini ezelî ilmi ile biliyordu, ancak o kişi bir sadaka verdi ve bu sadaka o musibetin gelmesini önledi. Neticede sanki Allah’ın bilgisine ters bir durum ortaya çıktı. Allah onun öleceğini veya ona musibetin geleceğini bilirken, ölüm ve musibet ona gelmedi; yani kaderi değişmiş oldu.

O hâlde bu iki meseleyi yani kaderin değişmeyeceği çünkü kaderin Allah’ın nihayetsiz ilminin bir unvanı olduğu ve Allah’ın ilminde artma ve eksilme söz konusu olamayacağı meselesiyle; sadakanın ömrü uzatması, belaları defetmesi gibi kaderde değişiklik olabileceğini ifade eden hadisleri bir arada mütalaa etmemiz gerekiyor. Bu kısa izahtan sonra, şimdi “Kader değişir mi?” sorumuzun cevabına geldik.

Allah’ın iki farklı kader defteri vardır. Bunlardan bir tanesi, “levh-i mahvı isbat”tır. Diğeri ise “levh-i mahvı âzam”dır.

Levh-i mahvı ispat denilen kader defteri Cenab-ı Hakk’ın yazar-bozar bir tahtasıdır. Bu defterde yazılan her şey bazı şartlara bağlanmıştır ki, bu şartlar yerine getirilmezse yazı kaza edilmez ve değişir.

Mesela levh-i mahvı isbat defterinde, falan kulun 60 sene yaşayacağı yazılmıştır. Ancak bu yazı, kulun sadaka verme şartına bağlanmıştır. Eğer o kul sadaka verirse bu kadar yaşar, vermezse daha az yaşar. Ya da ispat levhasındaki yazı şöyledir: Falanca kul kalp ameliyatı olursa 70 sene yaşayacak, olmazsa 60 sene yaşayacak. Bu kul, hangi şartı yerine getirirse o şartın neticesi kaza edilip diğer yazı silinmektedir. İşte sadakanın ömrü uzatması, belayı önlemesi gibi değişiklikler kaderin bu defterinde olmaktadır. Allah o kuluna bu defterde bir bela yazmış ve bu belanın gelmesini sadaka vermemesi şartına bağlamıştır. O kul sadaka verdiğinde, belanın şartı meydana gelmediğinden yazı silinir ve musibetin gelmesi o kul hakkında kaza edilmez.

Nitekim Ra’d suresinin 39. ayetinde Allah şöyle buyurmuştur: “Allah dilediği şeyi mahveder, dilediğini sabit kılar. Kitabın aslı olan levh-i mahfuz O’nun katındadır.

Bu ayette belirtilen “Allah’ın dilediği şeyi mahvetmesi” yani yaratmaması ile yapılan değişiklik, bu levhada olmaktadır. Demek bu ayet bize, değişen kader levhası olan “levh-i mahvı ispattan” haber vermektedir.

Kaderin bu levhasında değişiklik olurken ve bu defterdeki yazıların meydana gelmesi bazı şartlara bağlanmışken, kaderin diğer defteri olan “levh-i mahvı âzamda” ise hiçbir değişiklik olmamaktadır.

Yani misalimizdeki kulun sadaka verip vermeyeceği, kalp ameliyatı olup olmayacağı, akraba ziyareti yapıp yapmayacağı gibi hususlar Allah’ın ezelî ilmi ile bilindiğinden dolayı, Allah değişmeyecek en son neticeyi bu levhaya yazmıştır. Bu levha Allah’ın nihayetsiz ilminin bir tecelligâhıdır.

Ancak burada ilmin maluma tabi olması kaidesini ve Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh olduğunu ifade eden ezeliyet sıfatını unutmamak gerekir. Yani Allah’ın bu bilgisi bizi bir işe zorlamamakta, bilakis biz irademizle neyi yapacaksak Allah onu bilmektedir.

Niçin iki tane kader levhası vardır?

Şimdi akla şöyle bir soru gelebilir: Niçin iki tane kader levhası var? Değişen ve şartlara bağlanan kader defterine ne gerek var? Bu soruya iki açıdan cevap verilebilir:

1- Allah-u Teâlâ kullarını hayırlara teşvik etmek için bu levhayı tanzim etmiştir. Kul, Allah’ın kendi hakkındaki ezelî takdirini ve değişmeyen kader defteri olan levh-i mahvı âzamdaki yazının ne olduğunu bilmediğinden, kaderin değişen bu levhasını dikkate alarak bereketli bir ömre sahip olmak veya musibetleri defetmek gibi maksatlar için sadaka vermeğe, akraba ziyareti yapmaya ve diğer hayırlara koşar. Ve bu sayede sevap kazanır.

2- Allah-u Teâlâ bu levha ile kullarını tembellikten kurtarmak ve hikmet dünyasında yaşadıkları için, onları sebeplere yapışmaya teşvik etmek istemiştir. Bu sayede Allah’ın ezelî takdirinin ne olduğunu bilmeyen kul, daha uzun yaşamak için ameliyat olur, sağlıklı olmak için spor yapar, rızkı için çalışır.

Yani kul şöyle düşünür: “Allah bana vereceği rızkı çalışmam şartına ya da uzun ömrü ameliyat olmam şartına bağlamış olabilir. Ben bu yüzden sebeplere yapışarak vazifemi yapmalıyım, rızkım için çalışmalıyım, sağlığım için gerekeni yapmalıyım ve daha sonra neticeyi Allah’tan bekleyerek kısmetime razı olmalıyım.”

İşte bu düşünceyle kul, sebeplere yapışarak tembellikten kurtulur.

Evlilik kader midir?


Evlilik kader midir? sorusu çok garip bir sorudur. Bu soruyu ancak Allah’ın ezeliyetini ve ilminin nihayetsizliğini bilmeyenler sorabilir. Çünkü “Evlilik kader midir?” demek, “Allah bu iki kişinin evleneceğini ezelde biliyor muydu?” demektir.

Zira kader, Allah’ın ilminin bir unvanıdır. Evliliğin kader olmaması için, Allah’ın evlenen o iki kişiden habersiz olması gerekir. Bu ise ilmi her şeyi, her mekânı ve her zamanı kuşatan Allah hakkında düşünülemez. O hâlde sorumuzun cevabı, “Evlenmek elbette kaderdir.” olacaktır. Ancak burada iki farklı durum söz konusu olabilir:

1- Allah, ezelî ilmi ile evlenecek kadın ve erkeğin, kendi cüz-i iradelerini kullanarak birbirleriyle evlenmek isteyeceklerini bilmiş ve zamanı geldiğinde onların bu arzularını külli iradesiyle yaratacak olduğundan dolayı, ezelde kader defterlerine birbirleriyle evleneceklerini yazmıştır. “İlim maluma tabidir.” kaidesiyle bu yazı onların arzu ve iradelerine tabidir. Yani kader defterinde şunlar birbiriyle evlensin değil, şunlar birbiriyle evlenecek diye yazılmıştır. Elbette böyle bir yazı insanı zorlayıcı değildir.

2- Bazen de ya bir şükür ya da sabırla imtihan olmaları için, kulun cüz-i iradesi karışmaksızın Allah iki kişiyi karşılaştırır ve onları birbirleriyle evlendirir. Eğer bu evlilik güzel bir evlilik olmuşsa bu, kadın ve erkekten şükrün istenildiği bir nimettir. Eğer bu evlilik kötü bir evlilik olmuşsa bu evlilik, sabrın istendiği bir imtihan olur. Erkek kadınla, kadında erkek ile imtihan edilir. Demek ki, yapılan bütün evliliklerde kulların cüz-i iradeleri esas alınmamaktadır. Başka bir ifadeyle, ihtiyâri fiillerden olan evlilik, bazen ıztırâri fiiller gibi kulun müdahalesi ve seçmesi olmaksızın meydana gelir. O hâlde şu hükümleri birer kaide olarak bilmeliyiz.

- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, ancak Allah onun olmasını murad etmezse o fiil vücuda gelmez ve meydana çıkmaz. Eğer vücuda gelmeyen bu arzu, bir hayır ise kul niyetinin mükâfatını görür.

- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, Allah da onun olmasını murad ederse o fiil vücuda gelir ve yaratılır. Bu fiilin yaratılmasına kulun cüz-i iradesi sebep olduğundan dolayı, kul bu fiilinden mesuldür. Hayırlı bir iş ise mükâfat, kötü bir iş ise ceza görür.

- Kulun hiçbir müdahalesi olmaksızın, sırf Allah’ın dilemesiyle yaratılan fiiller: Bu tür fiillerde kulun cüz-i iradesi işe karışmaz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi şükürle veya sabırla imtihan olmaları için Allah onu icad eder.

İşte evlilik bazen ikinci gruba giren bir fiildir. Kulların cüz-i iradelerini kullanmaları neticesinde Allah istediklerini yaratır. Bazen ise üçüncü gruba giren bir fiil olur. Allah kullarının iradelerini karıştırmaksızın onları birbirleriyle evlendirir. Ancak her iki durumda da evlilik kaderdir. Ve Allah’ın ezelî takdiridir.

Katil öldürmeseydi, maktul yine ölür müydü?


Kader konusunda merak edilen bir soru da, bir cinayet hadisesinde, eğer katil öldürmeyecek olsaydı, maktulün yaşayıp yaşamayacağı meselesidir. Acaba katil öldürmeseydi, maktul başka bir sebepten dolayı yine ölecek miydi? Yoksa yaşamaya devam mı edecekti?

Sorumuzun cevabına geçmeden önce, cevapta kullanacağımız “sebep” ve “netice” kavramlarının manasını öğrenelim. Bir cinayette katil sebeptir. Zira bu hadise onun müdahalesi ile vukua gelmiştir. Maktul yani öldürülen kişi ise neticedir. Zira katilin fiilinden o etkilenmiştir. Demek sebep dediğimizde katili, netice dediğimizde ise maktulu anlayacağız.

Şimdi geldik sorumuzun cevabına: Cenab-ı Hak bu alemde, her neticeyi bir sebebe bağlamıştır.

Mesela, bir çocuk neticedir. Sebep ise anne ve babasıdır. Cenab-ı Hak, o çocuğun yaratılmasını o anne ve babadan takdir etmiştir.

Buna, “kaderin sebep ile neticeye aynı anda taalluku” denilir. Bu sırrı bilmeyen bir kısım insanlar, sebep ile netice için ayrı birer kader olduğunu zannettiklerinden, yani anne-baba ile çocuğu ayrı ayrı nazara aldıklarından dolayı, bunun neticesi olarak “Madem ki, onun kaderinde dünyaya gelmek yazılmıştır. Anne-baba olmasa da dünyaya gelecektir.” gibi yanlış bir hükme ulaşmışlardır.

Diğer bir kısım ise sebeplere hakiki tesir verdiklerinden, “Anne-babası olmasaydı, o çocuk dünyaya gelmezdi.” demişlerdir.

Hâlbuki bu konudaki en doğru söz şudur: “Kader sebep ile neticeye bir baktığından, sebebin yokluğu farz edildiğinde, netice için söylenebilecek bir söz yoktur. Yani eğer anne-babası olmasaydı, çocuk dünyaya gelir miydi? Bu soruya Ehl-i sünnet alimleri: “Ne olacağı bizce meçhuldür, bu konuda bir fikir yürütülemez.” şeklinde cevap vermektedirler.

Zira ortada bir gerçek vardır ki o da, çocuğun, anne-babasından meydana gelmiş olmasıdır. Anne-babanın yokluğu farzedildiğinde, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine ne ile hüküm edilecektir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın, o çocuğu başka bir anne-babadan gönderip göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütülemez.

Ya da birisi Erzurum’dan, diğeri İstanbul’dan gelen iki kişinin Ankara’da buluştuklarını farz edelim.

Bunlardan birisi şöyle dese: “Buraya gelmeseydik, görüşemezdik.” Diğeri ise şöyle dese: “Kaderde görüşmemiz yazılmış, buraya gelmeseydik yine görüşürdük.”

Bu sözlerden ikisi de yanlıştır. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın ilmi ve kader yazısı, malum olan onların buluşmalarına tabidir. Eğer malum olan, bu iki kişinin Ankara’ya gitmeleri, yok farz edildiğinde başka bir yerde buluşup buluşmayacakları konusunda hiçbir şey söylenemez.

Şimdi geldik sorumuza. Acaba katil öldürmeseydi, maktul yine ölecek miydi? Yoksa yaşayacak mıydı? Böyle bir sorunun sorulabilmesi için, Allah’ın sebep ile neticeyi aynı anda ezelî ilmi ile bilmemesini farz etmek gerekir. Yani Allah, katilin falan şahsı öldüreceğini ezelî ilmi ile bilemedi ve maktule bir ömür takdir etti. Daha sonra katil maktulü daha, takdir edilen ecelin sonuna ulaşmadan yakaladı ve öldürdü. Sanki onu öldürmeseydi, o daha yaşayacaktı. Bu ise mümkün değildir. Zira Allah’ın ezelî ilmi, sebep ile neticeyi aynı anda kuşatır. Allah ezelde, katilin falan şahsı öldüreceğini bildiği için, falan şahsa o kadar bir ömür tayin etmiştir. Eğer katil o kişiyi öldürmeyecek olsaydı, belki Allah o kişiyi, o saatte başka bir sebepten öldürebilirdi ya da ona daha fazla bir ömür takdir edebilirdi.

Demek sorumuzun altında, Allah’ın ezelî ilminin katil ve maktule aynı anda taallukunun düşünülememesi; sanki Allah’ın maktule ömür takdir ederken, katilinden habersiz olması gibi bir hezeyan yatmaktadır. Demek ki bu sorunun altında yatan cehalet, ilmin maluma tabi olması kaidesi ile Allah’ın ezeliyet sıfatını bilmemektir. Eğer ilahî takdirin, sebep ile neticeyi aynı anda nazara alarak yazıldığı bilinseydi, bu soru sorulmazdı.

Şimdi bu soruya verilecek tek cevabı bir kere daha tekrar ederek bu meseleyi tamamlayalım: Allah’ın ezelî ilmi, sebep olan katili ve netice olan maktulu aynı anda kuşatmıştır. Allah katilin, iradesini kullanarak maktulü öldüreceğini bildiği için, maktule o kadar bir ömür takdir etmiştir. Eğer katil öldürmeyecek olsaydı, maktule ne olacağı sadece Allah’ın bilebileceği bir iştir. Belki Allah ona daha uzun bir ömür takdir ederdi, belki de başka bir sebeple canını alırdı.

Kaderin hakiki sebeplere bakması ve ona göre hükmetmesi


Şu âlemin sultanı olan Allah-u Teâlâ, zulümden ve adaletsizlikten nihayet derecede münezzehtir. İlahî kader, hakiki sebeplere bakar ve ona göre hükmeder.

Mesela bir avcı, bir aslanı tüfeğiyle öldürür. Bunu gören insan aslana acır, avcıyı merhametsizlikle itham eder. Ve bu olaya meydan verdiği için Allah’ın da adaleti hakkında şüpheye düşer. Bunun sebebi insanın görüşünün dar olması ve resmin tamamını görememesidir.

Evet, aslanı öldüren avcı zulmetmiştir. Yavru aslanları anasız bırakmıştır. Ancak Allah adalet etmiştir. Çünkü aslanın yaratılış vazifesi ve kendine mahsus ibadeti, ölen hayvanların leşlerini yemek ve bir nevi temizlik vazifesi yapmaktır. Ancak bu aslan haddini aşarak bir ceylana saldırmış ve ceylanı öldürerek yavrularını anasız bırakmıştır. İşte aslanın bu tecavüzüne bir ceza olarak Allah da avcıyı ona musallat eder. Ceylana yaptığının aynısını, avcının eliyle ona yapar. Avcı zulmederken, Allah adalet eder. İşte bu Allah’ın adaletidir. Ancak aslanın ceylana yaptığını bilmeyen ve resmin tamamını göremeyen insan, bu hikmetten ve adaletten bütün bütün habersiz olarak Allah’ın adaletini ve merhametini sorgulamaya başlar.

Ya da bir adam, hırsızlık suçundan hâkim karşısına çıkar. Hâlbuki adamın hırsızlık suçu ile hiçbir ilgisi, hatta bilgisi bile yoktur. Hâkim ise onun hırsız olduğuna hükmeder ve ona ceza verir. Bu hadisede hâkim zulmetmiştir. Çünkü hırsızlık suçunu işlemeyen bir kişiye ceza vermiş ve onu hırsızlık ile itham etmiştir. Ancak Allah yine adalet etmiştir. Zira bu adamın yıllar evvelinden bir cinayeti vardır. Bu cinayette yakalanmamış ve suçunu Allah’tan başka kimse bilmemektedir. İşte Allah, onun cezasını çekmediği cinayet suçundan dolayı hırsızlık suçundan ceza almasına müsaade etmiştir. Bu adaletin ta kendisidir. Ama insan burada da resmin tamamını göremediğinden ve hırsızlıktan suçsuz olan kişinin evvelki hayatında işlemiş olduğu cinayeti bilmediğinden, haddinden tecavüz ederek Allah’ın adaletini sorgulamaya başlar. Hatta bazen bir adım daha ileriye giderek Allah’ı adaletsizlikle itham eder. Hâlbuki ilahî kader, hakiki sebeplere bakar ve ona göre hükmeder.

Bu hakikati Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şu hadisiyle de anlayabiliriz:

Allah’ın Resulü ashabına şöyle dedi:

“Beş şey, beş şeye karşılıktır.”

Sahabeler Efendimiz’in bu sözü üzerine: “Ey Allah’ın Resulü! Beş şeyin, beş şeye karşılık olması ne demektir?” dediler.

Peygamber Efendimiz de şöyle buyurdu:

“Bir kavim Allah’a verdiği sözü bozarsa, o kavme düşmanları musallat edilir.

Bir kavim, Allah’ın indirdiği hükümlerden başka bir şeyle hükmederse, bu kavimde fakirlik yayılır.

Bir kavimde zina çoğalırsa, o kavimde ölümler de çoğalır.

Bir kavim ölçü ve tartıyı eksik ederse, bitkilerden men edilir ve kuraklık senelerine yakalanırlar.

Ve bir kavim zekâtı vermezse, onlara yağmur gönderilmez.”

Hadiste görüldüğü gibi, bazı günahlara bazı cezalar takdir edilmiştir. Allah’a karşı ahdi bozmak düşmanların saldırmasıyla, Allah’ın indirdiğinden başka bir şeyle hükmetmek fakirlik ile, zinanın yaygınlaşması ölümlerin çoğalması ile, ölçü ve tartıyı eksiltmek bitkilerin çıkmaması ve kuraklık ile, zekâtı vermemek de yağmursuzluk ile cezalandırılır.

Allah’ın muamelesi ve ilahî kader bu gibi sebeplere bakar. İnsan ise bu sebepleri düşünmekten âciz olduğu için, düşmanlarının saldırısına uğrayan zayıf bir millet gördüğünde ilahî kadere dil uzatır. O zayıf kavmin Allah’a karşı olan sözlerini bozduklarını aklına bile getirmez.

Ya da fakir bir toplum gördüğünde kaderi tenkit eder. Onların fakirliğine hükmedilmesinin sebebi olan, o kavmin Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyip başka şeylerle hükmetmelerini düşünmez.

Ya da bir deprem ile 50 bin-100 bin kişi aynı anda öldüğünde kadere isyan etmeğe başlar. Belki de bu depremin bir sebebi olan, o kavimdeki zinanın yaygınlaşmasını, neredeyse o kavmin her sokağında bu iğrenç günahın işlenmesini görmez. Yağmurlar yağmadığı, bitkiler bitmediği zaman Allah’ın merhametini, adaletini ve kaderi tenkit eder. Ancak o kavmin bu muameleyi hak etmek için zekâtı vermediklerini, ölçü ve tartıda hile yaptıklarını görmez.

Sözün özü: Her musibet ve ceza, bir günahın karşılığıdır. Ve ilahî kader o günahtan haberdar olduğundan, ona göre hükmeder. Hatta birçok kere de o günahın cezasından vazgeçerek affeder.

Katli yaratan Allah iken niçin sebebe katil deniliyor?


Güneş’in doğmasından kuşların uçmasına, bulutların seyranından balıkların yüzmesine, rüzgârların tasrifinden çiçeklerin açmasına, hayatın yaratılmasından bir tohumun çatlayıp ondan filizin çıkmasına kadar, kâinattaki ne kadar fiil varsa, bütün bu fiillerin faili Allah-u Teâlâ’dır. Her şey onun icadıyla vücud bulur. Her canlı onun yaratmasıyla hayat bulur. Âlemdeki bütün sanatlar, nakışlar, süslemeler, atomlardan tutun semadaki yıldızlara kadar her şey onun mülküdür ve icadıdır.

Böyle olunca da şöyle bir soru akla gelebilmektedir: Katili yaratan Allah’tır, silahı yaratan da Allah’tır, katilin silahı tetiklediği parmağı yaratan da Allah’tır. Mermiyi namludan çıkararak maktule ulaştıran yine Allah’ın kudretidir. Maktulun canını alan ve ruhunu kabzeden de yine O’dur. Yani öldürme hadisesinde ne kadar faaliyet varsa hepsinin gerçek faili Allah’tır. Katile ait olan ise sadece, öldürme meyli ve cüzi iradesini bu yönde kullanmasıdır. Hâl böyle iken niçin öldürene katil denilmektedir? Zira onun, katli ve ölümü yaratmada hakiki bir tesiri söz konusu değildir?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce Arapça dil bilgisi kaidesi olarak üç kelimenin manasını öğrenmeliyiz. Bunlardan:

Birincisi masdar.

İkincisi ism-i fail ve

Üçüncüsü ise hâsıl-ı bi-l masdardır.

Masdar: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şeklidir. Yani fiil köküdür. Okumak, yazmak, öldürmek, katletmek gibi bütün -mek’li ve -mak’lı kelimeler bu sınıfa girer. Bu kelimelerin hariçte vücutları yoktur. Mesela bir yazıyı ya da yemeği parmak ile gösterebilirken ve gözümüzle görebilirken, yazmak veya yemek yapmak masdarını görmemiz ve göstermemiz mümkün değildir. Bu fiilleri işleyen kimseyi görebiliriz, ancak masdarların kendisini asla göremeyiz. Çünkü masdarların vücudu yoktur. Yani bunlar Arapça’da “şey” kelimesinin manasına dâhil değildir. Zira Arapça’da “şey” denilince, varlığı olan, el ile tutulabilen, göz ile görülebilen eşya anlaşılır. Masdarların ise vücudu yoktur.

İsm-i fail: Kendisinden fiil ve iş çıkan kimsenin sıfatıdır. Kâtip, yazar, katil gibi kelimeler ism-i faile örnek olabilecek kelimelerdir.

Hâsıl-ı bi-l masdar: Hakiki tesir sahibinden meydana gelen ve ortaya çıkan şeydir. Mesela “yazmak” masdardır, yazılan şey ise hâsıl-ı bi-l masdardır. Ya da “bir şeye vurmak” masdardır, vurulduğunda çıkan ses hâsıl-ı bi-l masdardır. Ya da silahı çekerek adam öldürmede “ateş etmek” masdardır. Tabancadan çıkan ses ve adamın ölmesi ise hâsıl-ı bi-l masdardır.

Şimdi geldik, ‘Niçin öldürene katil deniliyor?’ sorumuzun cevabına:

Öldürene katil deniliyor. Çünkü ism-i fail olan “katil” kelimesi, hariçte vücudu olmayan “katletmek” masdarından türemektedir. Yoksa hâsıl-ı bi-l masdar olan, adamın ölmesinden türememektedir. Öldürme hadisesinde hâsıl-ı bi-l masdar olan “ölüm” Allah’ın mahlukudur ve adamı gerçekte öldüren Allah’tır. Ancak ifade ettiğimiz gibi, fail sigası hâsıl-ı bi-l masdardan değil, masdardan türemektedir. Masdar ise yaratılmamış olup “şey” tabirinin manasına dâhil değildir ki, Allah’a verilebilsin ve hâşâ Allah’a katil denilebilsin. Bilakis, “katletmek” fiilinin yaratılmasına sebep olan kişinin sıfatı, masdardan türetilir ve ona katil denilir. Zira varlığı olmayan ve şey tabirine girmeyen masdarı, vücuda çıkaran ve hâsıl-ı bi-l masdarın yaratılmasına sebep olan odur. O hâlde katil unvanına da o layıktır.

Bu ince meseleyi kısaca bir daha özetleyecek olursak, şöyle ifade edebiliriz: “katil” ismi, “katletmek” masdarından türeyen bir kelimedir. Masdarları yaratan ise Allah değildir. Çünkü masdarların bir vücudu yoktur ki yaratılmış olsun. Allah masdarı değil, hâsıl-ı bi-l masdarı yaratır ki; cinayette bu, ölüm hadisesidir. İşte katil; “katletmek” masdarından, hâsıl-ı bi-l masdarın yaratılmasını kendi cüzi iradesiyle talep ettiğinden dolayı “katil” unvanını alır.