21.4.11

Evlilik kader midir?


Evlilik kader midir? sorusu çok garip bir sorudur. Bu soruyu ancak Allah’ın ezeliyetini ve ilminin nihayetsizliğini bilmeyenler sorabilir. Çünkü “Evlilik kader midir?” demek, “Allah bu iki kişinin evleneceğini ezelde biliyor muydu?” demektir.

Zira kader, Allah’ın ilminin bir unvanıdır. Evliliğin kader olmaması için, Allah’ın evlenen o iki kişiden habersiz olması gerekir. Bu ise ilmi her şeyi, her mekânı ve her zamanı kuşatan Allah hakkında düşünülemez. O hâlde sorumuzun cevabı, “Evlenmek elbette kaderdir.” olacaktır. Ancak burada iki farklı durum söz konusu olabilir:

1- Allah, ezelî ilmi ile evlenecek kadın ve erkeğin, kendi cüz-i iradelerini kullanarak birbirleriyle evlenmek isteyeceklerini bilmiş ve zamanı geldiğinde onların bu arzularını külli iradesiyle yaratacak olduğundan dolayı, ezelde kader defterlerine birbirleriyle evleneceklerini yazmıştır. “İlim maluma tabidir.” kaidesiyle bu yazı onların arzu ve iradelerine tabidir. Yani kader defterinde şunlar birbiriyle evlensin değil, şunlar birbiriyle evlenecek diye yazılmıştır. Elbette böyle bir yazı insanı zorlayıcı değildir.

2- Bazen de ya bir şükür ya da sabırla imtihan olmaları için, kulun cüz-i iradesi karışmaksızın Allah iki kişiyi karşılaştırır ve onları birbirleriyle evlendirir. Eğer bu evlilik güzel bir evlilik olmuşsa bu, kadın ve erkekten şükrün istenildiği bir nimettir. Eğer bu evlilik kötü bir evlilik olmuşsa bu evlilik, sabrın istendiği bir imtihan olur. Erkek kadınla, kadında erkek ile imtihan edilir. Demek ki, yapılan bütün evliliklerde kulların cüz-i iradeleri esas alınmamaktadır. Başka bir ifadeyle, ihtiyâri fiillerden olan evlilik, bazen ıztırâri fiiller gibi kulun müdahalesi ve seçmesi olmaksızın meydana gelir. O hâlde şu hükümleri birer kaide olarak bilmeliyiz.

- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, ancak Allah onun olmasını murad etmezse o fiil vücuda gelmez ve meydana çıkmaz. Eğer vücuda gelmeyen bu arzu, bir hayır ise kul niyetinin mükâfatını görür.

- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, Allah da onun olmasını murad ederse o fiil vücuda gelir ve yaratılır. Bu fiilin yaratılmasına kulun cüz-i iradesi sebep olduğundan dolayı, kul bu fiilinden mesuldür. Hayırlı bir iş ise mükâfat, kötü bir iş ise ceza görür.

- Kulun hiçbir müdahalesi olmaksızın, sırf Allah’ın dilemesiyle yaratılan fiiller: Bu tür fiillerde kulun cüz-i iradesi işe karışmaz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi şükürle veya sabırla imtihan olmaları için Allah onu icad eder.

İşte evlilik bazen ikinci gruba giren bir fiildir. Kulların cüz-i iradelerini kullanmaları neticesinde Allah istediklerini yaratır. Bazen ise üçüncü gruba giren bir fiil olur. Allah kullarının iradelerini karıştırmaksızın onları birbirleriyle evlendirir. Ancak her iki durumda da evlilik kaderdir. Ve Allah’ın ezelî takdiridir.

Katil öldürmeseydi, maktul yine ölür müydü?


Kader konusunda merak edilen bir soru da, bir cinayet hadisesinde, eğer katil öldürmeyecek olsaydı, maktulün yaşayıp yaşamayacağı meselesidir. Acaba katil öldürmeseydi, maktul başka bir sebepten dolayı yine ölecek miydi? Yoksa yaşamaya devam mı edecekti?

Sorumuzun cevabına geçmeden önce, cevapta kullanacağımız “sebep” ve “netice” kavramlarının manasını öğrenelim. Bir cinayette katil sebeptir. Zira bu hadise onun müdahalesi ile vukua gelmiştir. Maktul yani öldürülen kişi ise neticedir. Zira katilin fiilinden o etkilenmiştir. Demek sebep dediğimizde katili, netice dediğimizde ise maktulu anlayacağız.

Şimdi geldik sorumuzun cevabına: Cenab-ı Hak bu alemde, her neticeyi bir sebebe bağlamıştır.

Mesela, bir çocuk neticedir. Sebep ise anne ve babasıdır. Cenab-ı Hak, o çocuğun yaratılmasını o anne ve babadan takdir etmiştir.

Buna, “kaderin sebep ile neticeye aynı anda taalluku” denilir. Bu sırrı bilmeyen bir kısım insanlar, sebep ile netice için ayrı birer kader olduğunu zannettiklerinden, yani anne-baba ile çocuğu ayrı ayrı nazara aldıklarından dolayı, bunun neticesi olarak “Madem ki, onun kaderinde dünyaya gelmek yazılmıştır. Anne-baba olmasa da dünyaya gelecektir.” gibi yanlış bir hükme ulaşmışlardır.

Diğer bir kısım ise sebeplere hakiki tesir verdiklerinden, “Anne-babası olmasaydı, o çocuk dünyaya gelmezdi.” demişlerdir.

Hâlbuki bu konudaki en doğru söz şudur: “Kader sebep ile neticeye bir baktığından, sebebin yokluğu farz edildiğinde, netice için söylenebilecek bir söz yoktur. Yani eğer anne-babası olmasaydı, çocuk dünyaya gelir miydi? Bu soruya Ehl-i sünnet alimleri: “Ne olacağı bizce meçhuldür, bu konuda bir fikir yürütülemez.” şeklinde cevap vermektedirler.

Zira ortada bir gerçek vardır ki o da, çocuğun, anne-babasından meydana gelmiş olmasıdır. Anne-babanın yokluğu farzedildiğinde, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine ne ile hüküm edilecektir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın, o çocuğu başka bir anne-babadan gönderip göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütülemez.

Ya da birisi Erzurum’dan, diğeri İstanbul’dan gelen iki kişinin Ankara’da buluştuklarını farz edelim.

Bunlardan birisi şöyle dese: “Buraya gelmeseydik, görüşemezdik.” Diğeri ise şöyle dese: “Kaderde görüşmemiz yazılmış, buraya gelmeseydik yine görüşürdük.”

Bu sözlerden ikisi de yanlıştır. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın ilmi ve kader yazısı, malum olan onların buluşmalarına tabidir. Eğer malum olan, bu iki kişinin Ankara’ya gitmeleri, yok farz edildiğinde başka bir yerde buluşup buluşmayacakları konusunda hiçbir şey söylenemez.

Şimdi geldik sorumuza. Acaba katil öldürmeseydi, maktul yine ölecek miydi? Yoksa yaşayacak mıydı? Böyle bir sorunun sorulabilmesi için, Allah’ın sebep ile neticeyi aynı anda ezelî ilmi ile bilmemesini farz etmek gerekir. Yani Allah, katilin falan şahsı öldüreceğini ezelî ilmi ile bilemedi ve maktule bir ömür takdir etti. Daha sonra katil maktulü daha, takdir edilen ecelin sonuna ulaşmadan yakaladı ve öldürdü. Sanki onu öldürmeseydi, o daha yaşayacaktı. Bu ise mümkün değildir. Zira Allah’ın ezelî ilmi, sebep ile neticeyi aynı anda kuşatır. Allah ezelde, katilin falan şahsı öldüreceğini bildiği için, falan şahsa o kadar bir ömür tayin etmiştir. Eğer katil o kişiyi öldürmeyecek olsaydı, belki Allah o kişiyi, o saatte başka bir sebepten öldürebilirdi ya da ona daha fazla bir ömür takdir edebilirdi.

Demek sorumuzun altında, Allah’ın ezelî ilminin katil ve maktule aynı anda taallukunun düşünülememesi; sanki Allah’ın maktule ömür takdir ederken, katilinden habersiz olması gibi bir hezeyan yatmaktadır. Demek ki bu sorunun altında yatan cehalet, ilmin maluma tabi olması kaidesi ile Allah’ın ezeliyet sıfatını bilmemektir. Eğer ilahî takdirin, sebep ile neticeyi aynı anda nazara alarak yazıldığı bilinseydi, bu soru sorulmazdı.

Şimdi bu soruya verilecek tek cevabı bir kere daha tekrar ederek bu meseleyi tamamlayalım: Allah’ın ezelî ilmi, sebep olan katili ve netice olan maktulu aynı anda kuşatmıştır. Allah katilin, iradesini kullanarak maktulü öldüreceğini bildiği için, maktule o kadar bir ömür takdir etmiştir. Eğer katil öldürmeyecek olsaydı, maktule ne olacağı sadece Allah’ın bilebileceği bir iştir. Belki Allah ona daha uzun bir ömür takdir ederdi, belki de başka bir sebeple canını alırdı.

Kaderin hakiki sebeplere bakması ve ona göre hükmetmesi


Şu âlemin sultanı olan Allah-u Teâlâ, zulümden ve adaletsizlikten nihayet derecede münezzehtir. İlahî kader, hakiki sebeplere bakar ve ona göre hükmeder.

Mesela bir avcı, bir aslanı tüfeğiyle öldürür. Bunu gören insan aslana acır, avcıyı merhametsizlikle itham eder. Ve bu olaya meydan verdiği için Allah’ın da adaleti hakkında şüpheye düşer. Bunun sebebi insanın görüşünün dar olması ve resmin tamamını görememesidir.

Evet, aslanı öldüren avcı zulmetmiştir. Yavru aslanları anasız bırakmıştır. Ancak Allah adalet etmiştir. Çünkü aslanın yaratılış vazifesi ve kendine mahsus ibadeti, ölen hayvanların leşlerini yemek ve bir nevi temizlik vazifesi yapmaktır. Ancak bu aslan haddini aşarak bir ceylana saldırmış ve ceylanı öldürerek yavrularını anasız bırakmıştır. İşte aslanın bu tecavüzüne bir ceza olarak Allah da avcıyı ona musallat eder. Ceylana yaptığının aynısını, avcının eliyle ona yapar. Avcı zulmederken, Allah adalet eder. İşte bu Allah’ın adaletidir. Ancak aslanın ceylana yaptığını bilmeyen ve resmin tamamını göremeyen insan, bu hikmetten ve adaletten bütün bütün habersiz olarak Allah’ın adaletini ve merhametini sorgulamaya başlar.

Ya da bir adam, hırsızlık suçundan hâkim karşısına çıkar. Hâlbuki adamın hırsızlık suçu ile hiçbir ilgisi, hatta bilgisi bile yoktur. Hâkim ise onun hırsız olduğuna hükmeder ve ona ceza verir. Bu hadisede hâkim zulmetmiştir. Çünkü hırsızlık suçunu işlemeyen bir kişiye ceza vermiş ve onu hırsızlık ile itham etmiştir. Ancak Allah yine adalet etmiştir. Zira bu adamın yıllar evvelinden bir cinayeti vardır. Bu cinayette yakalanmamış ve suçunu Allah’tan başka kimse bilmemektedir. İşte Allah, onun cezasını çekmediği cinayet suçundan dolayı hırsızlık suçundan ceza almasına müsaade etmiştir. Bu adaletin ta kendisidir. Ama insan burada da resmin tamamını göremediğinden ve hırsızlıktan suçsuz olan kişinin evvelki hayatında işlemiş olduğu cinayeti bilmediğinden, haddinden tecavüz ederek Allah’ın adaletini sorgulamaya başlar. Hatta bazen bir adım daha ileriye giderek Allah’ı adaletsizlikle itham eder. Hâlbuki ilahî kader, hakiki sebeplere bakar ve ona göre hükmeder.

Bu hakikati Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şu hadisiyle de anlayabiliriz:

Allah’ın Resulü ashabına şöyle dedi:

“Beş şey, beş şeye karşılıktır.”

Sahabeler Efendimiz’in bu sözü üzerine: “Ey Allah’ın Resulü! Beş şeyin, beş şeye karşılık olması ne demektir?” dediler.

Peygamber Efendimiz de şöyle buyurdu:

“Bir kavim Allah’a verdiği sözü bozarsa, o kavme düşmanları musallat edilir.

Bir kavim, Allah’ın indirdiği hükümlerden başka bir şeyle hükmederse, bu kavimde fakirlik yayılır.

Bir kavimde zina çoğalırsa, o kavimde ölümler de çoğalır.

Bir kavim ölçü ve tartıyı eksik ederse, bitkilerden men edilir ve kuraklık senelerine yakalanırlar.

Ve bir kavim zekâtı vermezse, onlara yağmur gönderilmez.”

Hadiste görüldüğü gibi, bazı günahlara bazı cezalar takdir edilmiştir. Allah’a karşı ahdi bozmak düşmanların saldırmasıyla, Allah’ın indirdiğinden başka bir şeyle hükmetmek fakirlik ile, zinanın yaygınlaşması ölümlerin çoğalması ile, ölçü ve tartıyı eksiltmek bitkilerin çıkmaması ve kuraklık ile, zekâtı vermemek de yağmursuzluk ile cezalandırılır.

Allah’ın muamelesi ve ilahî kader bu gibi sebeplere bakar. İnsan ise bu sebepleri düşünmekten âciz olduğu için, düşmanlarının saldırısına uğrayan zayıf bir millet gördüğünde ilahî kadere dil uzatır. O zayıf kavmin Allah’a karşı olan sözlerini bozduklarını aklına bile getirmez.

Ya da fakir bir toplum gördüğünde kaderi tenkit eder. Onların fakirliğine hükmedilmesinin sebebi olan, o kavmin Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyip başka şeylerle hükmetmelerini düşünmez.

Ya da bir deprem ile 50 bin-100 bin kişi aynı anda öldüğünde kadere isyan etmeğe başlar. Belki de bu depremin bir sebebi olan, o kavimdeki zinanın yaygınlaşmasını, neredeyse o kavmin her sokağında bu iğrenç günahın işlenmesini görmez. Yağmurlar yağmadığı, bitkiler bitmediği zaman Allah’ın merhametini, adaletini ve kaderi tenkit eder. Ancak o kavmin bu muameleyi hak etmek için zekâtı vermediklerini, ölçü ve tartıda hile yaptıklarını görmez.

Sözün özü: Her musibet ve ceza, bir günahın karşılığıdır. Ve ilahî kader o günahtan haberdar olduğundan, ona göre hükmeder. Hatta birçok kere de o günahın cezasından vazgeçerek affeder.

Katli yaratan Allah iken niçin sebebe katil deniliyor?


Güneş’in doğmasından kuşların uçmasına, bulutların seyranından balıkların yüzmesine, rüzgârların tasrifinden çiçeklerin açmasına, hayatın yaratılmasından bir tohumun çatlayıp ondan filizin çıkmasına kadar, kâinattaki ne kadar fiil varsa, bütün bu fiillerin faili Allah-u Teâlâ’dır. Her şey onun icadıyla vücud bulur. Her canlı onun yaratmasıyla hayat bulur. Âlemdeki bütün sanatlar, nakışlar, süslemeler, atomlardan tutun semadaki yıldızlara kadar her şey onun mülküdür ve icadıdır.

Böyle olunca da şöyle bir soru akla gelebilmektedir: Katili yaratan Allah’tır, silahı yaratan da Allah’tır, katilin silahı tetiklediği parmağı yaratan da Allah’tır. Mermiyi namludan çıkararak maktule ulaştıran yine Allah’ın kudretidir. Maktulun canını alan ve ruhunu kabzeden de yine O’dur. Yani öldürme hadisesinde ne kadar faaliyet varsa hepsinin gerçek faili Allah’tır. Katile ait olan ise sadece, öldürme meyli ve cüzi iradesini bu yönde kullanmasıdır. Hâl böyle iken niçin öldürene katil denilmektedir? Zira onun, katli ve ölümü yaratmada hakiki bir tesiri söz konusu değildir?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce Arapça dil bilgisi kaidesi olarak üç kelimenin manasını öğrenmeliyiz. Bunlardan:

Birincisi masdar.

İkincisi ism-i fail ve

Üçüncüsü ise hâsıl-ı bi-l masdardır.

Masdar: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şeklidir. Yani fiil köküdür. Okumak, yazmak, öldürmek, katletmek gibi bütün -mek’li ve -mak’lı kelimeler bu sınıfa girer. Bu kelimelerin hariçte vücutları yoktur. Mesela bir yazıyı ya da yemeği parmak ile gösterebilirken ve gözümüzle görebilirken, yazmak veya yemek yapmak masdarını görmemiz ve göstermemiz mümkün değildir. Bu fiilleri işleyen kimseyi görebiliriz, ancak masdarların kendisini asla göremeyiz. Çünkü masdarların vücudu yoktur. Yani bunlar Arapça’da “şey” kelimesinin manasına dâhil değildir. Zira Arapça’da “şey” denilince, varlığı olan, el ile tutulabilen, göz ile görülebilen eşya anlaşılır. Masdarların ise vücudu yoktur.

İsm-i fail: Kendisinden fiil ve iş çıkan kimsenin sıfatıdır. Kâtip, yazar, katil gibi kelimeler ism-i faile örnek olabilecek kelimelerdir.

Hâsıl-ı bi-l masdar: Hakiki tesir sahibinden meydana gelen ve ortaya çıkan şeydir. Mesela “yazmak” masdardır, yazılan şey ise hâsıl-ı bi-l masdardır. Ya da “bir şeye vurmak” masdardır, vurulduğunda çıkan ses hâsıl-ı bi-l masdardır. Ya da silahı çekerek adam öldürmede “ateş etmek” masdardır. Tabancadan çıkan ses ve adamın ölmesi ise hâsıl-ı bi-l masdardır.

Şimdi geldik, ‘Niçin öldürene katil deniliyor?’ sorumuzun cevabına:

Öldürene katil deniliyor. Çünkü ism-i fail olan “katil” kelimesi, hariçte vücudu olmayan “katletmek” masdarından türemektedir. Yoksa hâsıl-ı bi-l masdar olan, adamın ölmesinden türememektedir. Öldürme hadisesinde hâsıl-ı bi-l masdar olan “ölüm” Allah’ın mahlukudur ve adamı gerçekte öldüren Allah’tır. Ancak ifade ettiğimiz gibi, fail sigası hâsıl-ı bi-l masdardan değil, masdardan türemektedir. Masdar ise yaratılmamış olup “şey” tabirinin manasına dâhil değildir ki, Allah’a verilebilsin ve hâşâ Allah’a katil denilebilsin. Bilakis, “katletmek” fiilinin yaratılmasına sebep olan kişinin sıfatı, masdardan türetilir ve ona katil denilir. Zira varlığı olmayan ve şey tabirine girmeyen masdarı, vücuda çıkaran ve hâsıl-ı bi-l masdarın yaratılmasına sebep olan odur. O hâlde katil unvanına da o layıktır.

Bu ince meseleyi kısaca bir daha özetleyecek olursak, şöyle ifade edebiliriz: “katil” ismi, “katletmek” masdarından türeyen bir kelimedir. Masdarları yaratan ise Allah değildir. Çünkü masdarların bir vücudu yoktur ki yaratılmış olsun. Allah masdarı değil, hâsıl-ı bi-l masdarı yaratır ki; cinayette bu, ölüm hadisesidir. İşte katil; “katletmek” masdarından, hâsıl-ı bi-l masdarın yaratılmasını kendi cüzi iradesiyle talep ettiğinden dolayı “katil” unvanını alır.

Küfür topraklarında doğan ve İslam’ı hiç duymayan kişinin durumunun ne olduğu


Zamanın ve mekânın insanın üzerinde, iman ve İslam noktasında negatif veya pozitif bir etkisi olmakla birlikte, zaman ve mekân unsurları, neticeyi tek başına belirleyen bir sebep de değildir. Bu ikisi, sadece imtihana avantajlı ya da dezavantajlı bir şekilde başlamamızı sağlayan iki faktördür. İslam topraklarında doğan bir kimse imtihana avantajlı başlarken, küfür topraklarında doğan bir kimse ise bu imtihana dezavantajlı başlamış olur.

Ancak avantajlının avantajını kaybettiği, dezavantajlının imtihanı başarıyla tamamladığına misaller o kadar çoktur ki, had ve hesaba gelmez.

Mesela Hz. Nuh’un oğlunun, babası peygamber olmasına rağmen imansız ölmesi. Hz. Lut’un eşinin, kocası peygamber olmasına rağmen imansız ölmesi buna delildir. Evet, Hz. Nuh’un oğlu ve Hz. Lut’un eşi, imtihana avantajlı hem de çok avantajlı başlamışlardı. Birisinin babası, diğerinin eşi peygamberdi. Ama onlar buna rağmen imtihanı başarıyla tamamlayamadılar.

Yine Hz. Musa, firavunun sarayında yetişmiş, firavunun evlatlığı idi. Ancak firavun, Hz. Musa’dan istifade edemedi ve imansız öldü. Bununla birlikte aynı sarayda olan, firavunun eşi Asiye validemiz, imanını kurtardı ve ettiği şu dua ile de Kur’an’a geçti: “Ey Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap ve beni Firavun’dan ve amelinden ve zalimler kavminden kurtar.”

Demek aynı sarayda yan yana yaşayan iki kişiden birisi imansız ölüyor ve Allah düşmanı olarak Kur’an’da bahsi geçiyor iken, o kişinin eşi mümin olarak ölebiliyor.

Yine Peygamber Efendimiz’in amcaları olan Ebu Talip ve Ebu Leheb, Peygamberimiz’le yan yana yaşamalarına ve hakkı ondan dinlemelerine hatta birçok mucizesine şahit olmalarına rağmen imansız olarak ölürken; Peygamberimiz’i hiç görmeyen Veysel Karani, Efendimiz’e ve Allah’a âşık olabiliyor ve aşkından tarihin sayfalarına geçebiliyor.

Demek mesele sadece İslam topraklarında doğmak değil. Hatta çok uzağa gitmeğe gerek bile yok, toplumumuza baksak yeterlidir. Memleketimiz bir İslam memleketi ve halkının %99’u Müslüman olmasına rağmen, meyhanelerin camilerden daha fazla olması ve az olan camiler boş iken, çok olan meyhanelerin hıncahınç dolu olması ispat eder ki: Sadece Müslüman topraklarda doğmak neticeyi belirleyen bir faktör değildir.

Evet, o meyhaneleri dolduran insanlar, İslam topraklarında dünyaya gelmişler ve günde 5 defa ezanı işitmek devletine ulaşmışlardır. Dahası İslam ile ilgili birçok meseleyi çocukluklarından beri dinlemişlerdir, ancak bunların hiçbirini Allah’a yakınlığa vesile yapamamışlardır. Namazsız, zikirsiz, tefekkürsüz olarak, günah ve isyan içinde bir hayat sürmektedirler.

Demek mesele, imtihana avantajlı başlamakla bitmiyor. Toplumumuz, elindeki avantajı kullanamayan binlerce insanla doludur. Buraya kadar yaptığımız izah ile şunu anlatmak istedik: Müslüman olmayan bir beldede doğan bir kişi de pekâlâ İslam ile tanışabilir ve çok iyi bir Müslüman olabilir. Ve tarih bunun binlerce örneğiyle doludur.

Bu izahlardan sonra şimdi meselenin fetva yönüne geldik:

İki peygamberin devirleri arasında, önceki peygamberin getirdiği dinin unutulmasından başlayarak sonraki peygamberin gelişine kadar geçen zamana “fetret devri” ve bu zamanda yaşamış ve iki peygambere yetişememiş kimseye de ehl-i fetret denilir. Kendinden önceki peygamberin dininin unutulduğu ve kendinden sonraki peygambere de yetişemediği için bu ismi almıştır. Ehl-i fetret; namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerle ve dinin diğer emirleriyle mükellef değildir. Bu hususta ittifak vardır. Ahirette onlara bu ibadetleri yapmadıklarından dolayı hiçbir hesap ve ceza olmayacaktır. Çünkü bunların bilinmesi bir peygamberin tebliğine bağlıdır. Hâlbuki bu kişiler, bir peygambere ulaşamamışlardır. Bu yüzden ibadet ve emirlere muhatap değildirler. Fakat bu kimselerin, Allah’a iman etmekle mükellef olup olmayacakları hususunda ihtilaf vardır.

İmam Maturidi’ye göre: Ehl-i fetret, ibadet ve emirler ile mükellef değil ise de, Allah’a iman ile mükelleftir. Çünkü Cenab-ı Hak, onlara aklı vermiş ve şu âlemi varlığına ve birliğine delil olacak sayısız mahluklarla doldurmuştur. Bir iğnenin ustasız, bir harfin kâtipsiz ve bir memleketin sahipsiz olamayacağını bilen insan, şu âlemdeki sanat eserlerinden sanatkârları olan Allah’a ulaşmalıdır. Ve ona iman etmelidir. Akıl, bir peygamberin davetini işitmese de bunu tek başına yapabilecek bir kabiliyettedir. Dolayısıyla fetret asrında yaşamış insanlar, eğer Allah’a iman etmeden ölürlerse, İmam Maturidi’ye göre bunlar kâfir olarak ölmüş sayılırlar.

İmam Eş’ari ise: Ehl-i fetretin, Allah’a imanla da mükellef olmadığı görüşündedir. Çünkü İmam Eş’ari’ye göre, insanları peygamber vasıtasıyla imana davet eden Allah-u Teâlâ, fetret ehline bir peygamber göndermemekle onları imana davet etmemiştir. O hâlde sorumlu olmamaları gerekir. Zira sırf akıl ve fikir, Allah’ı bilmede yeterli değildir. Dolayısıyla İmam Eş’ari’ye göre, fetret devri insanları, iman etmemekten dolayı cehenneme girmeyeceklerdir.

Peygamber Efendimiz’in gelişinden sonraki insanların durumu hakkında ise; İmam Gazali şöyle bir tasnif yapar ki, bu tasnif günümüzdeki Hristiyan ve Yahudilerin akıbetlerini merak edenler için de bir cevap niteliğindedir. İmam Gazali şöyle demektedir: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in gönderilmesinden sonra, inanmayan insanlar üç sınıftır:

1. Sınıf: Peygamber Efendimiz’in davetini duymamış ve kendisinden haberdar olmamış kimselerdir. Bu sınıf kesin olarak cennet ehlidir.

2. Sınıf: Peygamberimiz’in davetini, gösterdiği mucizelerin durumunu ve güzel ahlakını duymuş olmakla birlikte iman etmemiştir. Bu sınıfta kesin olarak cehennem ehlidir.

3. Sınıf: Bu iki derece arasında bulunan sınıftır. Hz. Peygamberimiz’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar, Hz. Peygamber’i ta küçüklüklerinden beri ismi Muhammed olan ve -hâşâ- peygamberlik iddiasında bulunan yalancı bir peygamber olarak tanımışlardır. Peygamber Efendimiz hakkında, menfi propagandadan başka hiçbir şey duymamışlardır. İmam Gazali bu sınıfta olanlar hakkında kesin konuşmamakla birlikte şöyle devam eder: Kanaatime göre bunların durumu, 1. grupta olanların, yani Peygamberimiz’i hiç duymamış olanların hâli gibidir. Çünkü bunlar Peygamberimiz’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıtlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için, insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.

Bugün gerek Hristiyan ve Yahudi âleminde ve gerekse başka ülkelerde İmam Gazali’nin tasnifindeki üç gruba giren insanları bulmak mümkündür.

Zira teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan ilkel kabilelerin varlığı malumdur. Bunlar ne bir televizyon görmüş ne de bir telefon tutmuştur. Dolayısıyla bunlar İmam Gazali’nin tasnifinde, Efendimiz’in ismini hiç duymamış kimselere dâhil olurlar ki, İmam Gazali’ye göre bunlar cennet ehlidir.

Dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde 2. gruba giren insanlar da vardır. Bunlar Efendimiz’in peygamberlik sıfatlarını işitmişler, ama buna rağmen iman etmemişlerdir. Hatta teknolojinin gelişimi ve bilgiye ulaşmanın kolaylığı ile, bu grup en kalabalık grup olmaktadır. Bunlar Kur’an’ın birçok ayetinin ifadesiyle cehennem ehlidir. Çünkü İslam, kendinden önce gelen bütün dinleri neshetmiş ve hükümden kaldırmıştır.

Bununla birlikte zamanımızda İmam Gazali’nin tasnifinden 3. gruba giren insanlar da yok değildir. Hristiyan veya Yahudi âleminin ücra bir köşesinde, toplum hayatından uzak olarak yaşayan ve çocukluğundan beri, kendisine Peygamberimiz’in kötü tanıtıldığı insanlar olabilir. İmam Gazali Hazretleri bu kimseler hakkında kesin bir hüküm söylememekle birlikte bu kimselerin cennet ehli olan 1.sınıfa benzediklerini bildirmektedir. En iyisini Allah bilir.

Bizler bu meseleyi zamanımızın büyük bir âlimi olan, Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri’nin görüşüyle noktalıyoruz ve hakikatin kendisini, “şaşırmayan ve unutmayan” Rabbimiz’in ilmine havale ediyoruz:

“Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyecekleri hususunda bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hatta İmam Şafi ve İmam Eş’ari’ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mesul olmazlar. Çünkü mesuliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderildiğinin ve peygamberin vazifesinin mahiyeti de bilinmiş olması gerekir ki, mesuliyet mevzu bahis olabilsin. Eğer peygamberlerin irşatları, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeplerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olmayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azap görmezler.”

Kaderde cennete veya cehenneme gideceğimiz belli iken niçin bu dünyaya geliyoruz?


Kaderde cennete veya cehenneme gideceğimiz belli iken niçin bu dünyaya geliyoruz?


Kader hakkında düşünen ve kaderin sırlarına vâkıf olmayan kişilerin, kendi kendilerine en çok sordukları ve cevabını en çok merak ettikleri sorulardan bir tanesi de şudur:

“Allah benim cennete veya cehenneme gideceğimi biliyor. Ve bunu kader defterimde yazmış. O hâlde beni bu dünyaya niçin gönderiyor?”

Bu sorudan anlaşılıyor ki, soru sahibi, akıbetinin ne olacağının Allah tarafından bilinmesinden dolayı bu âleme gelişini hikmetsiz zannetmektedir. Ona göre eğer Allah cennete veya cehenneme gideceğini bilmeseydi yaratılışın bir manası olabilirdi. Ama madem biliyor, o hâlde bu yaratılış manasızdır.
Bu soru son derece mantıksız bir sorudur. Zira bizim yaratılışımızın gayesi ve bu dünyaya gönderilişimizin hikmeti ile Allah’ın akıbetimizi bilmesi arasında hiçbir münasebet yoktur. Başka bir ifade ile bu dünyaya gönderilişimizin hikmeti, Allah’ın cennete veya cehenneme gideceğimizi bilmesiyle yok olmamaktadır.

Bu sorunun sahibi, kâinatın ve kendisinin yaratılış sebebini bilmemektedir. Yaratılış maksadından habersiz olması, bu soruyu sormasına sebep olmuştur. Ona göre, bu dünyaya sadece “Cennete mi yoksa cehenneme mi gidecek?” bu sırrın belli olması için gelmiştir. Ve madem Allah da onun nereye gideceğini ve akıbetini ezelî ilmi ile bilmektedir, o hâlde bu dünyaya gönderilmesi ona göre abestir. Demek soru sahibi, yaratılışın hikmetinden gafildir. O hâlde bu sorunun cevabını, âlemin ve insanın yaratılış hikmetinde aramalıyız. Bu hikmet anlaşıldığında, sorumuz cevabını bulacaktır Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, insanının yaratılış sebebini şu ayetiyle bildirmektedir:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat:56)

Demek insanın yaratılışının gayesi, Allah’a ibadet etmek ve ona kul olmaktır. Kulluğun ve ibadetin esası da şu sayacağımız emirlerdir:

1- Allah-u Teâlâ şu âlemdeki sanat eserleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek istemektedir. İşte insanın yaratılış vazifesi; kendi sanatının mucizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek isteyen yaratıcısına iman edip onu mevcudat aynalarında tecelli eden kutsi isimleri ile tanımaktır.

2- Allah-u Teâlâ şu âlemdeki rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek istemektedir. İnsanın vazifesi ise; rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek isteyen Rabbi Rahim’ine itaat edip ibadet ile kendini ona sevdirmektir.

3- Allah-u Teâlâ şu âlemde insana maddi ve manevi nimetlerinin lezzetleriyle ikram etmektedir. Buna karşı insanın vazifesi; maddi ve manevi nimetlerin lezzetleriyle kendine ikramda bulunan ve onu besleyen Allah’a karşı fiiliyle, hâliyle, diliyle, hatta elinden gelse bütün duygu ve azalarıyla şükür ve hamd-ü sena etmektir.

4- Allah-u Teâlâ şu âlemde yarattığı varlıklar ile azametini ve kemalini göstermektedir. Her bir mevcut o azamet ve kemale, boyu nisbetinde bir aynadır. İşte insanın vazifesi; mevcudat aynalarında azametini ve kemalini gösteren Rabb’ine karşı tam bir mahviyet içinde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

5- Allah-u Teâlâ şu âlemde nihayetsiz servet ve hazinelerini sergilemektedir. Bu servete seyircilik yapan insanın vazifesi ise; sonsuz cömertliğini nihayetsiz servet ve hazineleriyle gösteren Rabb’ine karşı fakirliğini hissedip yalnız ondan istemektir.

6- Allah-u Teâlâ şu âlemi bir sergi hükmünde yaratmış ve o sergide sanatını teşhir etmiştir. Buna karşı insanın vazifesi; yeryüzünü bir sergi hükmünde yaratıp bütün sanat eserlerini o sergide teşhir eden sanatkârına karşı ‘maşaallah, bârekallah’ diyerek takdir edip ‘Sübhanallah , Allah-u Ekber’ diyerek, hayret ile mukabele etmektir.

7- Allah-u Teâlâ şu âleme birliğinin nihayetsiz damgalarını vurmuştur. İnsanın vazifesi; kâinat sarayında, taklit edilmeyen mühürler ile ve kendine has turralar ile her şeye birliğinin damgasını vuran Allah’ı bir olarak bilmek ve öyle şehadet etmektir.

8- Allah-u Teâlâ şu âlemdeki her şeyi kendisine itaat ettirerek saltanatının haşmetini göstermektedir. İnsanın vazifesi; kâinatta görülen Allah’ın bu saltanatını, itaat ederek tasdik etmektir. Yani zerrelerden güneşlere kadar her şeyin kendisine boyun eğdiği zata itaat ederek, O’na boyun eğmektir ve O’nun saltanatını tasdik etmektir.

9- Allah-u Teâlâ şu âlemin her köşesini isimlerinin nakışları olan sanat eserleriyle süslemiştir. İnsanın vazifesi ise; Allah’ın kutsi isimlerinin nakışlarından olan bu sanat eserlerini diğer insanlara da gösterip dellallık ve ilancılık vazifesini icra etmektir.

10- Allah-u Teâlâ bu âlemdeki her mahluku bir kitap hükmünde yaratıp onda güzel isimlerini yazmıştır. İşte insanın vazifesi; kudret kaleminin mektupları hükmünde olan mevcudat sayfalarını, arz ve sema yapraklarını tefekkür etmektir. Ve onlarda yazılan güzel isimleri keşfetmektir.

İşte Cenab-ı Hak, böyle ulvi maksatlar ve yüce gayeler için bu âlemi yaratmış ve insanı bu âleme zikredilen maksatlar için göndermiştir. Yani yaratılışımızın ve şu anda bu âlemde bulunmamızın sebebi bu vazifeleri icra etmektir. Bu maksatların hiçbirisi bizim cennete veya cehenneme gideceğimizin Allah tarafından bilinmesiyle yok olmamaktadır.

İşte bu yüzden Cenab-ı Hakk’ın ezelî ilmi, akıbetimizi bilmesi bizim bu âleme boşuna geldiğimiz manasına gelmez. O hâlde biz: “Kaderimde cennete veya cehenneme gideceğim belli iken bu dünyaya niçin gönderildik?” diyemeyiz. Zira âlemin yaratılmasındaki en yüce gaye, insanların cennete veya cehenneme gitmesi değil, Allah’a iman ve itaattir. Ve az önce saydığımız vazifeleri yapmaktır.

Eğer insan bu âleme niçin geldiğini, bu kâinatın niçin böyle muhteşem bir şekilde yaratıldığını ve tüm bunlardaki ilahî maksatları bilseydi, elbette böyle manasız bir soru sormayacak, ilahî kaderin her şeyi bilmesinin bu saydığımız hikmetleri ve gayeleri yok etmeyeceğini anlayacaktı.

Hem insan küçük bir âlem olarak yaratılmıştır. Büyük âlemde tecelli eden bütün isimler, bir küçük âlem olan insanda da tecelli etmektedir. İnsanın yaratılışının bir sebebi de Allah’ın isimlerine yaptığı bu aynadarlıktır. Hatta diyebiliriz ki, şu koca âlemde ve meleklerde tecelli edemeyen isimler, şu küçücük insanda tecelli ederler.

Mesela insan günah işler ve af diler. Allah da onu affeder. İşte Allah’ın affetmesiyle insanda; Gafur, Afuv, Tevvab, Gufran gibi isimler tecelli etmektedir ki, bu isimler sadece insanda gözükebilir. Bu isimler dağlarda, denizlerde, güneşlerde, meleklerde tecelli edemez. Çünkü onlar günah işlemez.

Allah’ın böyle cemalî isimleri, sadece insanda tecelli edebileceği gibi, celalî bir çok isimde sadece insanda gözükebilir.

Mesela bir kul isyan eder ve Allah onu cezalandırır. İşte bu cezalandırmakta “Muntakim” ismi, onun kaçamayıp yakalanmasında “Vâcid” ismi, Allah’a karşı mağlup olmasında “Aziz” ismi, onu hesaba çekmesiyle “Hasib” ismi, onu alçaltmasıyla “Muzil” ve “Hafid” ismi ve daha birçok isimler o insanda tecelli eder ki, bu isimlere koca âlem aynadarlık yapamaz. Çünkü onlar isyan edemez. Bu isimler ise ancak isyan eden kulda tecelli edebilir.

O hâlde eğer isyan ederek cehenneme gidecek kullar bu âleme gönderilmeseydi, biraz önce saydığımız isimler ve daha onlar gibi onlarca isim asla tecelli edemeyecekti. Hâlbuki bu isimler de kendini tanıttırmak ve bildirmek istemektedirler. Hatta isyanın bir neticesi olan cehennem de, günahkâr kullar olmadığı için yaratılmayacak ve celalî isimler ahiret âleminde de gözükemeyecekti.

Demek cehenneme gideceği bilinen bir kulun bu âleme gelmemesini temenni etmek, bu âlemin, celalî isimlerin tecellisinden mahrum olmasını talep etmektir ki, bu talep kâinatın yaratılış maksadını bilmemenin bir neticesidir.

Hem bu soru sahibi şu hakikatı da unutmamalıdır. Tecrübeli bir öğretmen sınıfındaki öğrencileri imtihana tabi tutmadan onlara not verip bir kısmını cezalandırıp bir kısmını mükâfatlandırsa, elbette ceza görecek olan öğrenciler öğretmene itiraz edip “Eğer sen bizi imtihan etseydin, biz zayıf not almazdık.” diyerek öğretmeni suçlayacaklardı. Aynen öyle de Cenab-ı Hak bizleri şu dünya imtihanına sokmadan cennete veya cehenneme gönderse, o vakit cehenneme giden insanlar bu karara karşı çıkıp “Eğer sen bizi imtihan etseydin, biz cehenneme gitmeyecektik.” diye itiraz edeceklerdi.

Cenab-ı Hak ezelî ilmi ile bizim akıbetimizi bildiği hâlde bu neticeyi bizlere de bildirmek ve hesap gününde itiraza mahal bırakmamak için şu dünyayı bir imtihan yurdu olarak yaratmış, bizleri de bu âleme bir memur olarak göndermiştir.

İnsan, nefsi emmaresi sebebiyle, iyiliği ve güzelliği kendisinden bilirken, kusuru ve kabahati başkasına verir.

Mesela taşıdığı camı düşürüp kırdığında, sanki cam kendi fiiliyle kırılmamış gibi, “Cam kırıldı.” der. “Camı kırdım.” demez.

Ya da arabasıyla kaza yaptığında, “Araba çarptı, kaza oldu.” der, “Arabayı çarptım, kaza yaptım.” demez.

Bunlar gibi, ne zaman kendisinden kötü bir şey meydana gelse suçu başkasına atar. Hatta misallerimizde olduğu gibi, kendi başına hareket edemeyen cansız eşyalara bile isnad eder. Asla suçu üzerine almaz.

Hatta nefsin bu mertebesi, en çok, zayıf not alan öğrencilerde gözükür. Zayıf notları her zaman öğretmen verir, onlar asla almaz. Bununla birlikte eğer o kişiden güzel bir şeyler çıkarsa nefis o zaman, o güzelliğe hemen sahip çıkar, kendine mal eder. Kimseyle paylaşmaz.

Dersinden zayıf bir not aldığında “Öğretmen verdi.” diyen o öğrenci, geçer bir not aldığında asla “Öğretmen verdi.” demez, “Onu ben aldım, ben başardım.” der.

Ya da arabasıyla kaza yaptığında “Araba çarptı.” diyerek suçu arabaya atan kimse, ani bir refleksi ile kazadan kurtulduğunda “Araba kurtuldu.” demez, “Direksiyonu bir kırdım, kazadan kurtuldum.” der. Misalleri çoğaltmak mümkündür.

Sözün özü: İnsanın, iyiliklere ve güzelliklere sahip çıkarken, kötülükleri ve çirkinlikleri başkasına isnad etmesidir. İşte kader ve cüz-i iradeye iman, bu noktada insanın nefsi emmaresini terbiye eder. O kişi güzellikleri ile gururlandığında, kadere iman karşısına çıkar ve der ki:

“Haddini bil, bunlar senin kaderinde yazılmış, yapan sen değilsin! Bu güzellikleri sana kader taktı. Nasıl ki kuru bir üzüm salkımının, dalına takılmış olan üzümlere sahiplik iddiası batıldır. Zira o kuru dal, o leziz üzümlere sanatkâr olamaz. Belki o üzümler ona, rahmeti sonsuz Rabb’i tarafından takılan hediyelerdir. Aynen sen de, öyle kuru bir çubuksun! Sendeki bütün güzellikler de kaderin sana bahşettiği hediyelerdir.”

İşte kadere imandan bu dersi alan insan, kendindeki güzelliklerden dolayı böbürleneceğine şükür ve hamd etmeye başlar.

Eğer o insan, işlediği kötülükleri başkasına isnad ederse, bu seferde karşısına cüz-i iradeye iman çıkar ve der ki:

“Mesulsün ve mükellefsin, bu kötülük senin malındır! Çünkü onu sen istedin!”

İşte kadere iman, nefsi gururdan kurtarmak için; cüz-i iradeye iman ise kişiye mesuliyetini bildirmek için iman hakikatlerinin arasına girmişlerdir.

Kadere iman insanı tembelleştirmez mi?


Kadere iman asla insanı tembelleştirmez. Zira insan; Allah’ın ezeliyet sıfatının mahiyetini, ilmin maluma tabi olması kaidesini ve ilahi takdirin kendi çabalamasına ve cüz-i iradesini hayırlarda kullanmasına bağlı olduğunu bildiğinde sebeplere yapışır. Vazifesini yapar ve neticenin Allah tarafından yaratılması için hâl ile ve dil ile dua eder.

Hatta bu ilmi meseleleri bilmese bile, kaderin değişen levhası olan “levh-i mahvı isbatı” kendine esas tutar. Kaderin bu levhasındaki yazıların tahakkukunun şartlara bağlandığını bilerek, şartları yerine getirmek için çalışır.

Hatta kaderin değişen bu levhasından bile haberi olmasa, kadere iman yine de kişiyi tembelleştirmez. Çünkü insanlar, kaderi geçmiş olaylarda ve başa gelmiş musibetlerde, hüznün ve ümitsizliğin bir ilacı olarak kullanmaktadırlar.

Mesela yapmış oldukları bir kazada, evlerinin yanmasında, eşyalarının çalınmasında, deprem ile evlerinin yıkılmasında ve bunlar gibi diğer bütün musibetlerde “Kaderde varmış, ne yapalım! Önüne geçmek mümkün değil.” diyerek bir teselli bulurlar.

Yoksa kaderi, gelecek için kullanmazlar. Yani “Okula gitmeme gerek yok, kaderimde ne yazılıysa o olacak.” ya da “Dükkânımı açmama gerek yok, zaten kazanacağım belli.” diyerek, okula gitmekten ve dükkânını açmaktan geri kalmaz.

Hatta kadere iman, gelecek için de insana cesaret vermektedir. Çünkü ona karşı düşmanlık vaziyetini gösteren ve hiçbirisine gücü yetmediği mahluklara karşı, “Kaderde olmayan bize asla ulaşamaz.” diyerek bir ferah bulur.

İşte bu sırlardan dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde:

“Kadere iman eden, kederden emin olur; yani kederlenmez.” buyurmuşlardır.

Demek kadere iman insanı asla tembelleştirmemektedir. Hem bugüne kadar, kadere imandan dolayı çalışmayı terk eden kimse de görülmemiştir. Bilakis kadere iman, insana bir teselli vermekte, musibetlerin acısını hafifleştirmekte ve geleceğe daha güvenle bakmasının sağlamaktadır.

Sözün özü: Kadere iman öyle bir iksirdir ki, kim bu iksiri içse bütün elemlerden, korkulardan, endişelerden ve tasalardan kurtulur.