“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
98 - *SAHİB-İ Mİ'RAC* *(A.S.M)*
Anlamı: En yüksek makam olan huzur-u
İlahiyeye mi’raç yolu ile çıkan ve o makama bu mahiyetiyle tek mazhar ve sahip Hz.
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
“Âyetlerimizden bir kısmını ona
göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübarek
kıldığımız Mescid-i Aksâya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan
münezzehtir. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.”
İsrâ Sûresi, 17:1.
“O ancak kendisine vahyolunanı
söyler. Onu muazzam kuvvetlere sahip olan öğretti ki, kendisine gerçek suretiyle
görünmüştür. O, ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet
kendisine iki yay kadar, hattâ daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi
Kendi kuluna vahyetti. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi onun gördüğü
hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki, onu bir kere daha hakikî
suretinde, Sidre-i Müntehâda gördü ki, onun yanında Me’vâ Cenneti vardır. O
zaman Sidre’yi Allah’ın nuru kaplamıştı. Göz ne şaştı, ne de başka birşeye
baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” Necm Sûresi,
53:4-18.
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
…Madem bu kâinat gayet muntazam bir
memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir.
Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır.
Madem böyle haşmetli bir Mâlik-i
Zülcelâl, bir Hâkim-i Zülkemâl, bir Sâni-i Zülcemâl vardır. Hem madem umum o
âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve havas ve
duygularıyla umumuna münasebettar ve nazarı küllî olan bir insan vardır.
Elbette o Sâni-i Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumî şuurlu olan insan ile ulvî,
âzamî bir münasebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitabı ve âli bir teveccühü
olacaktır.
Hem madem Âdem Aleyhisselâmdan
şimdiye kadar şu münasebete mazhar olanların içinde, âsârının şehadetiyle, yani
küre-i arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu daire-i tasarrufuna aldığı ve
kâinatın şekl-i mânevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi, en âzamî bir
mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî Sallallahu Aleyhi Vesellem
göstermiştir. Öyle ise, o münasebetin en âzamî bir mertebesinden ibaret olan
Mirac, ona elyak ve ona evfaktır…Sözler/Mi’raç Risalesi
…Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.)
merâtib-i kemâlâtta seyr ü sülûkünden ibarettir. Yani, Cenâb-ı Hakkın tertib-i
mahlûkatta tecellî ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı
rububiyetinde teşkil ettiği devâir-i tedbir ve icadda ve o dairelerde birer
arş-ı rububiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar olan bir semâ tabakasında
gösterdiği âsâr-ı rububiyeti birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi,
hem bütün kemâlât-ı insaniyeyi câmi’, hem bütün tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar,
hem bütün tabakat-ı kâinata nazır ve saltanat-ı Rububiyetin dellâlı ve
marziyât-ı İlâhiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için,
burâka bindirip, berk gibi semâvâtı seyrettirip, kat’-ı merâtip ettirerek,
kamervâri menzilden menzile, daireden daireye rububiyet-i İlâhiyeyi temâşâ
ettirip, o dairelerin semâvâtında makamları bulunan ve ihvânı olan enbiyayı
birer birer göstererek, tâ Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile
kelâmına ve rüyetine mazhar kılmıştır… Sözler/Mi’raç Risalesi
… Şu kâinatın Hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecellî-i
ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehâsından tâ mebde-i vahdete
bir hayt-ı ittisal suretinde bir Miracla, bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat
hesabına kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına makàsıd-ı
İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyine-i
mahlûkatında cemâl-i san’atını, kemâl-i rububiyetini müşahede etmek ve
ettirmektir.
Hem Sâni-i Âlemin, âsârın
şehadetiyle, nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de
mahbub-u lizâtihîdirler. Yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o Cemâl ve Kemâl
Sahibinin, cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz
muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever; çünkü
masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en
âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuurun
içinde, câmiiyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar
içinde, istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecellî
kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir… Sözler/Mi’raç Risalesi
… Erkân-ı imaniyenin hakaikini gözle görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti,
hattâ Zât-ı Zülcelâli gözle müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine
ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki, şu kâinatı perişan ve
fâni karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o
kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ı Ehadiye
vaziyeti olan hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur
etmiş……..
… zât-ı Ahmediye (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve
Ebedin marziyâtını, doğrudan doğruya, Mirac semeresi olarak, hakkalyakîn
işitip, getirip beşere hediye etmiştir…..
… İşte, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) öyle bir Zât-ı Zülcelâlin şuûnâtını ve
acaib-i san’atını ve âlem-i bekàda hazâin-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere
söylemiş. İşte, beşer bu zâtı kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse,
ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın….
… Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse
hediye etmiştir. Evet, Mirac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve
Rahmân-ı Zülcemâlin rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i
ebediyeyi kat’iyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun
müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki:
Biçare cin ve ins, kararsız bir
dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve
harekât-ı zerrât ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i
mevhume-i canhıraşânede oldukları hengâmda, şöyle bir müjde ne kadar kıymettar
olduğu; ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin
kulağında öyle bir müjde ne kadar saadet-âver olduğu tarif edilmez.
Bir adama, idam edileceği anda, onun
affıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin
ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver….
… Rüyet-i cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi
mümkün olduğunu cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve ne derece leziz ve
hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin:
Yani, her kalb sahibi bir insan,
zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve
ihsanın derecâtına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir; canını
feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda
etmek derecesine çıkar.
Halbuki, bütün mevcudattaki cemâl ve
kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemeâtın
güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz
rüyete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelâli ve’l-Kemâlin
saadet-i ebediyede rüyetine muvaffak olması ne kadar saadet-âver ve medar-ı
sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu, insan isen anlarsın….
… İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi
olduğu, Mirac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir….. Sözler/Mi’raç Risalesi
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
… Seninle biz sahrâ-yı kebir gibi
bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan,
elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, meyus ve ümitsiz bir
vaziyette olduğumuz dakikada, birden, bir zât, o karanlık perdesinden geçip,
sonra gelip bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal
bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş,
yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa, ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
İşte, o sahrâ-yı kebir bu dünya
yüzüdür. O kum denizi, bu hadisat içinde harekât-ı zerrât ve seyl-i zaman
tahrikiyle çalkanan mevcudat ve biçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi
dağidar olan istikbali, müthiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle görüyor.
Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur.
İşte, semere-i Mirac olan marziyât-ı İlâhiye ile, şu dünya gayet kerîm bir
Zâtın misafirhanesi, insanlar dahi Onun misafirleri, memurları, istikbal dahi
Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü
vakit, ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.
Makam-ı istimâda olan zât diyor ki:
“Cenâb-ı Hakka yüz binler hamd ve şükür olsun ki, ilhaddan kurtuldum, tevhide
girdim, tamamıyla inandım ve kemâl-i imanı kazandım.”
Biz de deriz: Ey kardeş, seni tebrik
ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şefaatine
mazhar etsin. Âmin……….. Sözler/Mi’raç
Risalesi
… İşte, ey tenbel nefsim! Bir nevi mirac hükmünde olan namazın hakikati,
sabık temsilde bir nefer mahz-ı lütuf olarak huzur-u şahaneye kabulü gibi,
mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Mâbûd-u Cemîl-i Zülcelâlin
huzuruna kabulündür. Allahu ekber deyip, mânen ve hayalen veya niyeten iki
cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip, bir mertebe-i külliye-i
ubûdiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura
müşerref olup, “Yalnız Sana ibadet ederiz.” hitabına herkesin kabiliyeti
nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir. Adeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla
Allahu ekber, Allahu ekber demekle kat’ı meratip ve terakkiyat-ı mâneviyeye ve
cüz’iyattan devâir-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz
haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvanıdır. Güya herbir Allahu
ekber bir basamak-ı miraciyeyi kat’ına işarettir. İşte, şu hakikat-i salâttan
mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuâına
mazhariyet dahi büyük bir saadettir…Sözler