“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
97 - *RİSALET GÜNEŞİ* *(A.S.M)*
Anlamı: Allah C.C tarafından
elçilikle görevlendirilen ve bu müessesenin en parlak ,en etkili aydınlatıcı
ışığı olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
“Allah kime risalet görevini
vereceğini en iyi bilendir.” (En’am, 6/124)
“Bütün dinlere üstün kılmak üzere
Resulünü hidayet ve hak din ile gönderen Odur. Buna şahit olarak Allah yeter.”
Fetih Sûresi, 48:28.
…Ve bilhassa, kâinat semâsında daim
parlayan ve hiçbir vakit gurub etmeyen, âlem-i hakikatin şemsü’ş-şumusu olan
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ihbaratı ve risalet güneşi olan Zât-ı Ahmediyenin
(a.s.m.) şehâdâtı ve müşahedâtı, hiç kabil midir ki, bir şüphe kabul etsin?...
Sözler
…Evet, Kur’ân’da Zât-ı Ahmediyeye en
büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla Lâ ilâhe illâllah
rüknüne denk tutulan Muhammedun Resulullah ve risalet-i Muhammediye kâinatın en
büyük hakikati ve Zât-ı Ahmediye bütün mahlûkatın en eşrefi ve hakikat-i
Muhammediye tabir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki
cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatine dair
pekçok hüccetleri ve emareleri, kat’î bir surette Risale-in Nur’da ispat
edilmiş…Mesnevi-i Nuriye
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
“De ki: Ey insanlar! Ben sizin
hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın gönderdiği peygamberim. Ondan
başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Dirilten de Odur, öldüren de.” A’râf
Sûresi, 7:158.
Şu Pencere, semâ-i risaletin güneşi,
belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın
penceresidir…………………………………….. Tevhidin bir burhan-ı nâtıkı olan Zât-ı Ahmediye
Aleyhissalâtü Vesselâm, risalet ve velâyet cenahlarıyla, yani kendinden evvel
bütün enbiyanın tevatürle icmâlarını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve
asfiyanın icmâkârâne tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle, bütün hayatında
bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip ilân etmiş ve âlem-i İslâmiyet gibi
geniş, parlak, nuranî bir pencereyi marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazâlî,
İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkàdir-i Geylânî gibi milyonlar
muhakkıkîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da
gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu
itham edip bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi, sen söyle….Sözler
Arkadaş! Ulûhiyet, risalet, ahiret,
kâinat arasında hakikatte telâzum vardır. Yani, bunlardan birisinin vücut ve
sübutu, ötekisinin de vücut ve sübutunu istilzam eder. Birisine iman, ötekisine
de imanı icab ettirir.
Evet, meselâ, herbir kelimesi bir
kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu
mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır.
Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye iman etmekle kitab-ı kâinata şahit
olabilirler.
Ve keza, pek çok san’at harikalarına
ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz
vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin vücuduna tâbidir.
Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler.
Ve keza, deniz ve nehirlerin
yüzünde, şemsin aksini gösteren kabarcıklardaki güneşin parıltısı, şemsin
vücudunu inkâr etmekle mümkün olmadığı gibi, aklı bozuk olmayanlar için,
kemâl-i intizamla tahavvül ve teceddüd eden şu kâinatın şuhudu, Bâni ve Sâniin
vücub-u vücudunun tasdikiyle olabilir. Çünkü, şu muhteşem kâinatı meşiet ve
hikmetiyle tesis ve kaza ve kaderinin düsturlarıyla tafsil ve âdetinin
kanunlarıyla tanzim ve inayet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin ve esmâ ve
sıfâtının cilveleriyle tenvir eden, ancak ve ancak Bâni ve Sânidir.
Evet, Hâlık-ı Vâhid kabul edilmediği
takdirde, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince sonsuz ilâhların kabulüne
mecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, herbir ilâhın şu kâinatı halk etmeye
kàdir olması lâzımdır. Çünkü, zîhayatın herbir cüz’îsi, zevilhayatın küllüne,
yani umumuna bir fihristedir. Cüz’îyi halk eden, küllîyi de halk etmeye kàdir
olmalıdır.
Ve keza, ziyasız güneşin vücudu
mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i
rusül ile olur.
Ve keza, hadd-i kemâle bâliğ olan en
yüksek bir cemâlin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifi
lâzımdır.
Ve keza, kemâl-i cemâle bâliğ olan
kemâl-i hüsn-ü san’at, resullerin delâletiyle olur.
Ve keza, rububiyet-i âmme,
ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn resullerin vahdet-i İlâhiyeyi halka
ilân etmeleriyle mümkün olur.
Ve keza, bir hüsün sahibinin isteği
olmasa ve bir ayine bulunmasa ve tarif edici bir şahıs tavassut etmezse, onun
hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün değildir. Bu da ancak resuller
vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, ubudiyetiyle Hâlıkın hüsnüne ayinedir; risaleti
cihetiyle de halka izhar ve ilân eder.
Ve keza, bir zâtın cevahirle,
zîkıymet eşya ile dolu hazinelerini açıp halka göstermek ve arz etmekle o zâtın
kudretini, zenginliğini, saltanatını ilân etmek için, ancak o zâtın
müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir memur lâzımdır. İşte o memur
resuldür.
Arkadaş! Bu sıfatları hâiz, bu
vazifeleri en mükemmel görebilecek Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan
başka âlemde bir şahıs yoktur. En câmi, en kâmil, en fâzıl o zâttır. Tam tamına
teşhir, tebliğ, tarif, tavsif, izhar, ilân eden, o zâttır….. Mesnevi-i Nuriye
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
“Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat
neşreder ki: Eğer onun o nuranî daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir Sûrette
kâinata baksan; elbette kâinatın şeklini bir matemhâne-i umumî hükmünde ve
mevcûdatı birbirine ecnebi, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve
bütün zevil-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde
görürsün. Şimdi bak: Onun neşrettiği nur ile o matemhâne-i umumî, şevk u cezbe
içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebi, düşman mevcûdat, birer dost ve
kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i samite; birer munis memur, birer
müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldı ve o ağlayıcı ve şekva edici kimsesiz
yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine
girdi”….Sözler
*O zâtın şefaati altına girip ve
nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi, sünnet-i
seniyyeye ittibâdır*…Lem’alar