“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
61 -*ŞEREF-İ NEV-İ İNSAN* *(A.S.M)*
Anlamı: Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti
ile ihsanına mazhariyette İnsanlığın en büyük değeri, en makbulü, en yüksek makamın
mazharı, İftihâr sebebi, şerefi olan Hz. Muhammed A.S.M
…Acaba bütün efâzıl-ı benî Âdemi arkasına alıp, arz üstünde durup,
Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i Nev-i insan ve ferîd-i
kevn ü zaman ve bihakkın fahr-i kâinat ne istiyor?
Bak, dinle: Saadet-i ebediye istiyor. Bekà istiyor. Lika istiyor.
Cennet istiyor. Hem, merâyâ-yı mevcudatta ahkâmını ve cemâllerini gösteren
bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet,
hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mucibesi olmasaydı, şu zâtın
tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına
sebebiyet verecekti….Reşhalar
Allah’ım, her iki dünyanın efendisi, iki âlemin medar-ı fahri, dünya ve
âhiretin hayatı, iki cihan saadetinin vesilesi, zülcenâheyn ve cin ve insin
resulü olan şu Habîbine, onun bütün âl ve ashabına ve onun enbiyâ ve mürselîn
kardeşlerine salât ve selâm et. Âmin….Bediüzzaman Said Nursî
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
Onuncu Sözün İkinci İşaretinde
işaret edildiği gibi, Ulûhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine
mukàbil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki âzamî
ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlemin nihayet
kemâldeki cemâlini bir vasıtayla mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak göstermek
istemesine mukàbil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe
yine o zâttır.
Hem Sâni-i Âlemin nihayet cemâlde
olan kemâl-i san’atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine
mukàbil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zâttır.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret
tabakatında vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukàbil, en âzamî bir derecede,
bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.
Hem Sahib-i Âlemin nihayet derecede
âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin
mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak
görmek ve göstermek istemesine mukàbil, en şâşaalı bir surette âyinedarlık eden
ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet
hârika mu’cizeleriyle ve gayet kıymettar cevherler ile dolu hazine-i
gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve
bildirmek istemesine mukàbil, en âzamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici
ve tarif edici, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı
envâ-ı acaip ve ziynetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur
mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve
mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsar ve sanayiin mânâlarını, kıymetlerini
ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukàbil, en âzamî bir surette
cin ve inse, belki ruhanîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vasıtasıyla
rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu
kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve
mevcudatın “nereden, nereye ve ne oldukları” olan şu üç sual-i müşkilin
muammâsını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukàbil, en
vâzıh bir surette ve en âzamî bir derecede hakaik-i Kur’âniye vasıtasıyla o
tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli,
bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırması ve kıymetli
nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure, onun mukàbilinde, zîşuur
olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini
istemesine mukàbil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur’ân vasıtasıyla o marziyât
ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem Rabbü’l-Âlemîn, meyve-i âlem
olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir
ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya
müptelâ olduğundan bir rehber vasıtasıyla yüzlerini kesretten vahdete, fâniden
bâkiye çevirmek istemesine mukàbil, en âzam bir derecede, en eblâğ bir surette,
Kur’ân vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini
en ekmel bir tarzda ifa eden, yine bilbedâhe o zâttır.
İşte, mevcudatın en eşrefi olan
zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan
hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en
ekmel bir surette ifa eden zât, elbette bir Mirac-ı Azâm ile Kàb-ı Kavseyne
çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmeti açacak, imanın
hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktır……. Mu'cizât-ı Ahmediye (ASM) Zeylinin bir parça…………………..
…..Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir.
Elbette, nev-i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında
bulunmak zarurîdir….Mektubat
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
*Madem rû-yi zemin bir sofra-ı
Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur*…Sözler
…meşhur şair Nâbiğa’nın kıssa-i
meşhuresidir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bir şiirini
okumuş. Şu fıkra:
………. “Şerefimiz göğe çıktı; biz daha üstüne çıkmak istiyoruz.” Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm, mülâtafe suretinde ferman etti:................................................... “Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki,
şiirinde orayı niyet ediyorsun?” Nâbiğa dedi: “Göklerin fevkinde Cennete gitmek
istiyoruz.” Sonra bir mânidar şiirini daha okudu.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm
dua etti:………… “Senin ağzın
bozulmasın…..Mu’cizat-ı Ahmediye A.S.M
….Nurların şu mu’ciznümâ
kerametlerini, ancak ve ancak mir’ât-ı Muhammediye (a.s.m.) ile müşahede
edebiliriz. Bu hakikatin diğer bir marifeti olan:
Âyinedir bu âlem, herşey Hak ile
kaim,
Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür
dâim.
*Şu iki mısra-ı mânidârı, perişan
arîzamı şereflendirmek niyetiyle derc ediyorum*.
Barla Lahikası Sabri R.H