“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
35 - MEVCUDATTAKİ KEMALÂTIN EN
MÜKEMMEL ENMUZECİ (A.S.M)
Anlamı: Kâinatta yaratılmış
her şeyin faziletlerinden üstün, eksiklikler ve noksanlıklardan arındırılmış, kemale
erdirilmişliğin örneği, timsali olan Hz. Muhammed
A.S.M
“Ben ve benden evvel gelen
peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, Lâ ilâhe illâllah
kelâmıdır.” ….Hz. Muhammed
A.S.M
Allahım! “Benim ve benden evvelki peygamberlerin sözleri içinde en
faziletlisi Lâ ilâhe illâllah’tır” buyuran zâta ve âl ve ashabına salât ve
selâm et.… Mektubat / Yirmi Altıncı Mektup
BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;
…. Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki:
"Madem bu kâinatın mevcudatıyla
Malikimi ve Hâlıkımı arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru
ve a’dâsının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar
hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve
Kur’ân’ıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabî Aleyhisselâtü Vesselâmı ziyaret etmek
ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz’" diyerek,
aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:
O asır, hakikaten, o zât (a.s.m.)
ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü, en bedevî ve en ümmî bir kavmi,
getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemiş.
Hem kendi aklına dedi: "Biz en
evvel, bu fevkalâde zâtın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini
ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Hâlıkımızı ondan sormalıyız"
diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden, burada, yalnız
dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek.
*Birincisi*: Bu zâtta (a.s.m.) hattâ
düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması;
ve *Ay yarıldı." Kamer Sûresi, 54:1. Attığın zaman da sen atmadın, ancak
Allah attı." Enfâl Sûresi, 8:17.* âyetlerinin sarahatiyle, bir parmağının
işaretiyle kamer iki parça olması; ve bir avucuyla a’dasının ordusuna attığı az
bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış
kendi ordusuna, beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde
içirmesi gibi, nakl-i kat’î ile ve bir kısmı tevatürle yüzer mu’cizâtın onun
elinde zâhir olmasıdır. Bu mu’cizâttan, üç yüzden ziyade bir kısmı, On
Dokuzuncu Mektup olan Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) namındaki harika ve kerametli
bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale
ederek dedi ki:
"Bu kadar ahlâk-ı hasene ve
kemâlâtla beraber bu kadar mu’cizât-ı bâhiresi bulunan bir zât (a.s.m.) elbette
en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül
etmesi kabil değil."
*İkincisi*: Elinde, bu kâinat
Sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade
insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’ân-ı Azîmüşşanın,
yedi vecihle harika olmasıdır. Ve bu Kur’ân’ın, kırk vecihle mucize olduğu ve
Kâinat Hâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz
ve Mucizat-ı Kur’âniye namlarındaki; Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir
risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: "Böyle
ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta
(a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz
ve bulunamaz."
*Üçüncüsü*: O zat (a.s.m.) öyle bir
şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla
meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel,
ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zatta (a.s.m.) zuhur eden o
şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve
müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.
Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl
ve akvâl ve ahvâlinden çıkan islâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın
rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri
ve musaffîsi ve nefislerinin mürebbîsi ve müzekkîsi ve ruhlarının medâr-ı
inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.
Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın
bütün envâında en ileri olması; ve herkesten ziyade takvâda bulunması ve
Allah’tan korkması; ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde tam
tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit
etmeyerek ve tam mânâsıyla ve müptediyâne fakat en mükemmel olarak, hem iptidâ
ve intihâyı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görünmemiş.
Hem binler dua ve münâcâtlarından
Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbâniye ile, öyle bir derecede
Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet,
telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife
yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcâtın
başında Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir
meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, "Cevşen’in dahi misli
yoktur" diyecek.
Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı
hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük
devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli
adâvet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir
korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da
çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve
davette dahi misli olmamış ve olamaz.
Hem, imanda, öyle fevkalâde bir
kuvvet ve harika bir yakîn ve mucizâne bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir
ulvî itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkâr ve akideleri ve
hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve
münkir oldukları halde onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne
itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi
ve mâneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün
ehl-i velâyet, onun, her vakit, mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en
yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.
İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve
misilsiz bir İslâmiyet ve harika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve
cihan-pesendâne bir dâvet ve mucizâne bir iman sahibinde, elbette hiçbir
cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.
*Dördüncüsü*: Enbiyaların
(aleyhimüsselâm) icmâı, nasıl ki vücud ve vahdâniyet-i İlâhiyeye gayet kuvvetli
bir delildir; öyle de, bu zâtın (a.s.m.) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam
bir şehadettir. Çünkü enbiya aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına
medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mucizeler ve vazifeler varsa, o zatta
(a.s.m.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı
kàl ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zâtın (a.s.m.) geleceğini haber
verip insanlara beşaret vermişler¦ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli
işârâtından yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup’ta
güzelce beyan ve ispat edilmiş¦öyle de, lisan-ı halleriyle, yani
nübüvvetleriyle ve mucizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri
ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip dâvâsını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kàl
ve icmâ ile vahdâniyete delâlet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile
de, bu zâtın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.
*Beşincisi*: Bu zâtın düsturlarıyla
ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka hakikate,
kemâlâta, kerâmâta, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya, vahdâniyete
delâlet ettikleri gibi, üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine icmâ
ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir
kısmını nur-u velâyetle müşahede etmeleri; ve umumunu, nur-u iman ile, ya
ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik
etmeleri, üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş
gibi gösterdiğini gördü.
*Altıncısı*: Bu zâtın, ümmîliğiyle
beraber, getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtirâ ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği
mârifet-i İlâhiyenin dersiyle ve talimiyle mertebe-i ilmiyede en yüksek makama
yetişen milyonlar asfiya-yı müdakkikîn ve sıddîkîn-i muhakkikîn ve dâhi
hükema-i mü’minîn bu zâtın üssül’esas dâvâsı olan vahdâniyeti kuvvetli
bürhanlarıyla bil’ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin
ve bu üstad-ı âzamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla
şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Meselâ,
Risale-i Nur, yüz parçasıyla, bu zâtın sadakatının birtek bürhanıdır.
*Yedincisi*: âl ve Ashâb namında ve
nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemâlâtla en meşhuru ve en
muhterem ve en namdarı ve dindar ve keskin nazarlı taife-i azîmesi, kemâl-i
merakla ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zâtın bütün gizli ve âşikâr
hallerini ve fikirlerini, vaziyetlerini taharrî ve teftiş ve tetkik etmeleri
neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli
olduğuna ittifakla ve icmâ ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları,
güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.
*Sekizincisi*: Bu kâinat, nasıl ki
kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir
saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temâşâgâh gibi tasarruf eden
Sâniine ve Kâtibine ve Nakkaşına delâlet eder. Öyle de, kâinatın hilkatindeki
makasıd-ı İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî
hikmetlerini talim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek
ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve o
kitab-ı kebîrin mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf,
bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde
bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade
yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir
memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.
*Dokuzuncusu*: Madem bu san’atlı ve
hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve san’atkârlığının kemâlâtını teşhir
etmek; ve bu süslü ziynetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek;
ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd
ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ
ağızların en ince zevklerini ve iştahların her nev’ini tatmin edecek bir
surette ihzar edilen Rabbânî it’amlar ve ziyafetlerle kendi rubûbiyetine karşı
minnettarâne ve müteşekkirâne ve perestişkârâne ibadet ettirmek; ve mevsimlerin
tebdili ve gece-gündüzün tahvili ve ihtilâfı gibi azametli ve haşmetli
tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkıyetle kendi
ulûhiyetini izhar ederek, o ulûhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve
itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları
izale ve semâvî tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle,
hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var.
Elbette ve herhalde, o gaybî Zâtın
yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi ve onun mezkûr maksatlarına tam
hizmet ederek, hilkat-i kâinatın
tılsımını ve muammâsını hall ve keşfeden ve daima o Hâlıkının namına hareket
eden ve Ondan istimdat eden ve muvaffakiyet isteyen ve Onun tarafından imdada
ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî denilen bu zât (a.s.m.) olacak.
Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr
dokuz hakikatler bu zâtın sıdkına şehadet ederler. Elbette bu âdem, benî âdemin
medar-ı şerefi ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona "Fahr-i âlem"
ve "Şeref-i Benî âdem" denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan
ferman-ı Rahmân olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın haşmet-i saltanat-ı mâneviyesinin
nısf-ı arzı istilâsı ve şahsî kemâlâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu
âlemde en mühim zât budur; Hâlıkımız hakkında en mühim söz onundur.
İşte gel, bak? Bu harika zâtın yüzer
zâhir ve bâhir kat’î mucizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı
hakikatlerine istinaden, bütün dâvâlarının esası ve bütün hayatının gayesi,
Vâcibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmâsına delâlet ve
şehadet ve o Vâcibü’l-Vücudu ispat ve ilân ve i’lâm etmektir.
Demek bu kâinatın mânevî güneşi ve
Hâlıkımızın en parlak bir bürhanı, bu Habibullah denilen zattır ki, onun
şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icmâ var.
Birincisi: "Eğer perde-i gayb
açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek" diyen İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve
yerde iken Arş-ı âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ eden Gavs-ı âzam
(k.s.) gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı
azîmeyi câmi ve âl-i Muhammed nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem olan cemaat-i
nuraniyenin icmâ ile tasdikleridir.
İkincisi: Bedevî bir kavim ve ümmî
bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâli ve kitapsız ve
fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve
malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve
hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, şarktan garba
kadar cihanpesendane idare eden ve Sahabe nâmıyla dünyada namdar olan cemaat-ı
meşhurenin, ittifakla, can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren ve kuvvetli
imanla tasdikleridir.
Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı
bulunan ve her fende dâhiyâne ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan,
ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-ı uzmâsının,
tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek bu zâtın vahdâniyete
şehadeti, şahsî ve cüz’î değil; belki, umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün
şeytanlar toplansa karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye
hükmetti.
…….. Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki,
Kur’ân’ının azamet-i saltanatı ve dininin haşmet-i vüs’ati ve kemâlâtının
kesreti ve hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi ahlâkının ulviyetiyle, fahr-i
âlem ve şeref-i nev-i benî âdem olan zât (a.s.m.), Onun vahdet içindeki vücub-u
vücuduna delâlet eder. Kezâ, o zât (a.s.m.), zâhir ve bâhir ve musaddık ve
musaddak yüzlerce mucizâtının kuvvetiyle ve dininin sâtı’ ve kàtı’ binlerce
hakaik-i diniyesinin kuvvetiyle ve Ehl-i Beytinin icmâıyla ve basar sahibi
Ashabının ittifakıyla ve ümmetinden burhan ve nuranî basiret sahibi
muhakkiklerin tevafukuyla, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna şehadet ve onu
ispat eder…....Şuâlar
SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN HİSSEMİZ;
SANA MUASIR BİR VÜCUT OLAMADIĞIMDAN
MÜTEESSİRİM; EY MUHAMMED! (A.S.M)
Muhtelif devirlerde, beşeriyeti
idare etmek için taraf-ı Lâhutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semavî
kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için,
hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir
cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır.
Lâkin Muhammedîlerin (a.s.m.) Kur’ân’ı, bu kayıttan âzâdedir. Ben, Kur’ân’ı her
cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin
(a.s.m.) düşmanları, bu kitap Muhammed’in (a.s.m.) zâde-i tab’ı olduğunu iddia
ediyorlarsa da, en mükemmel, hattâ en mütekâmil bir dimağdan böyle harikanın
zuhurunu iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak
mânâsını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle kabil-i telif değildir. Ben şunu
iddia ediyorum ki, Muhammed (a.s.m.) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin
böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.
Sana muasır bir vücut olamadığımdan
dolayı müteessirim, ey Muhammed (a.s.m.)! Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap,
senin değildir; o Lâhutîdir. Bu kitabın Lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu
ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin
gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben,
huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.
Prens Bismarck
…………… Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:
…………. “Rabbim bana edebi güzel bir
surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve
Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat’iyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak,
habibinde cem etmiştir. Onun Sünnet-i
Seniyyesini terk eden, edebi terk eder. Edepsiz kişi Allah’ın lütfundan mahrum olur.. kaidesine mâsadak olur, hasâretli bir edepsizliğe
düşer…Lem’alar
“
Bismillâhirrahmânirrahim..”
36 -*KÂİNATIN İLLET-İ
GAİYESİ**(A.S.M)*
Anlamı: Bütün
yaratılan mevcudat ve âlemlerin hilkatinden maksud ve maslahattaki semereye,
fayda, vazife gibi neticeye terettüp eden, istenilen sonucu veren, tüm varlık
gayesi hakikatinde toplanan Hz. Muhammed A.S.M
…………… Yani, “O zâta
şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi,
kâinatı dahi icad etmezdi” denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i
Kur’âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı
sâmiye, şu hakikate şahid-i katı’dır… On Dokuzuncu Nükteli İşaret/Altıncı
Esas
…………"Şu gördüğün
büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (a.s.m.) o
kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir: Eğer o âlem-i kebir, bir şecere
tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur.
Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük
bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."…Mesnevi-i Nuriye
*BU İSMİN/SIFATIN
HAKİKATİNE DAİR;*
İ’lem eyyühe’l-aziz!
Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak
için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, meselâ, letafetine dikkat
edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezâlik, insanın da
istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşıldığı gibi,
ruhânî ulviyyetine ve ebediyete olan derece-i iştiyakına da dikkat edilirse, en
evvel insan bu âlemden daha lâtif bir âlemde ruhen yaratılmış da teçhizat almak
üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır.
Ve keza, insan, hilkat
semeresi olduğundan anlaşılır ki: İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenâb-ı Hak
şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak
bütün ehl-i kemâlin ve belki nev-i beşerin nısfının ittifakıyla efdalü’l-halk,
seyyidü’l-enâm Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır… Mesnevi-i
Nuriye | Zerre
…Bu Kâinat Sahibinin
tezahür-ü rububiyetine ve sermedî ulûhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî
bir ubûdiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Bu
Kâinatta güneşin lüzumu gibi elzemdir ki, nev-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük
peygamberi (a.s.m.) ve Fahr-i Âlem ve “Eğer sen olmasaydın kâinatı
yaratmazdım.” hitabına mazhar ve hakikat-i Muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i
âlem, hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, Bu Kâinatın hakikî
kemâlâtı ve sermedî bir Cemîl-i Zülcelâlin bâki âyineleri ve sıfatlarının
cilveleri ve hikmetli ef’âlinin vazifedar eserleri ve çok mânidar mektupları
olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı
saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatleri, hakikat-ı Muhammediye
(a.s.m.) ve risalet-i Ahmediye ile tahakkuk ettiğinden, nasıl Bu Kâinat onun
risaletine gayet kuvvetli ve kat’î şehadet eder; öyle de, başta âlem-i İslâm,
bütün beşer ve bütün zîşuur, Cehennemden acı ve korkunç olan ademden,
hiçlikten, idam-ı ebedîden, fena-yı mutlaktan kurtulmak için, daimî aşk ve
şevkle her zamanda ve câmi’ mâhiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat
lisanlarıyla bütün dualar ve ibadetler ve ricalarının dilleriyle istedikleri
hayat-ı bâkiyeyi kuvvetli, kat’î beşaret veren risalet-i Ahmediye (a.s.m.) ve
hakikat-i Muhammediyeye (a.s.m.) şehadet edip nev-i beşerin medâr-ı iftiharı,
eşref-i mahlûkat olduğuna imza bastığı gibi, her zamanda üç yüz elli milyon ehl-i
imanın *Bir şeye sebep olan yapan gibidir*.sırrınca, hergün işledikleri bütün
hasenatlar ve hayırların bir misli Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın defter-i
hasenatına girmesi ve o tek şahsiyet-i Muhammediye (a.s.m.), yüzer milyon,
belki milyar âbid-i muhsin kadar küllî bir ubudiyete ve füyuzâtına mazhar bir
makam kazanması, o zâtın risaletine pek kuvvetli şehadet edip imza basar….On
Beşinci Şuâ
……küllî hakikat-i
Muhammediye (asm) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A’zam’ın
tecellî-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i
aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya
ona bakar; sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder….Emirdağ
Lâhikası
…..Bu kadar garip, acib,
güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır.
“Eğer bu zat (asm) olmasa idi kâinat da olmazdı” meâlinde “Levlâke levlâke lemâ
hàlaktü’l-eflâk” olan hadis-i kudsî şu hakikati tenvir ediyor…..Mesnevî-i
Nuriye
“Ve herhalde, zîhayat
içinde o fert zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envâı içinde en mükemmeli
zîşuurdur. Ve herhalde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur
içinde hadsiz terakkiyâta müstaid, insandır. Ve insanlar içinde, herhalde o
fert Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü, zaman-ı Âdem'den şimdiye
kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira, o
zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı
mâneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı
mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir
üstâd-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en
yüksek derecesine sahip olmuş; bidâyet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan
okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan
başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”
“Size daha çok
söyleyeceklerim var; fakat, şimdi siz bunları kaldıramazsınız. Ben gideyim, ta
ki, dünyanın Efendisi, gerçeğin ruhu, hakkı bâtıldan ayıran Zât gelsin ve size
bütün hakikatleri anlatsın.” (Yuhanna, Bab 16/12-14)
*SÜNNET-İ SENİYE
NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
…. Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâma der: “Eğer ehl-i dalâlet arka verip senin şeriat ve
sünnetinden i’raz edip Kur’ân’ı dinlemeseler, merak etme.
Ve de ki: Cenâb-ı Hak
bana kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize, ittibâ edecekleri
yetiştirir. Taht-ı saltanatı herşeyi muhittir; ne âsiler hududundan
kaçabilirler ve ne de istimdat edenler medetsiz kalırlar.”
Öyle de, mânâ-yı
işarîsiyle der ki: “Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün
mevcudat seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden
mufarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana
girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak
etme.
De ki: Cenâb-ı Hak bana
kâfidir. Madem O var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun
başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi,
nihayetsiz cünud ve askerinden, başkalarını gönderir…..Lem’alar
. . . O (Bediüzzaman),
Nur’un hâdimidir. Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve
behiyeleri, zekât ve sadakaları ve bu teberru ve terekeleri alsaydı, bugün bir
milyoner olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer’in (r.a.) dediği gibi: “Sırtıma
fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah’ın habibi Muhammed-i
Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve
yarı yolda kalırım” diyor.
“Bütün eşya ve eflâki
senin için yarattım, Habibim” fermanına, “Ben de senin için onların hepsini
terk ve feda ettim” diye verilen cevab-ı Hazret-i Risaletpenâhîye ittibâ ve
imtisalen, o da dünya ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk ve hattâ terki
de terk ederek, bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nazenînini envâr-ı
Kur’âniyenin intişarına sarf ve hasretmiştir. İşte bunun için, şimdi çektiği
bütün zahmetler, rahmet; yaptığı hizmetler, hikmet olmuş, celâli yüzünden
cemalini de gösterip, âlem, bir gülzâr-ı kemal bulmuştur…Emirdağ Lahikası
.