12.4.18

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( ŞEREF-İ NEV-İ İNSAN A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

61 -*ŞEREF-İ NEV-İ İNSAN* *(A.S.M)*

Anlamı: Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile ihsanına mazhariyette İnsanlığın en büyük değeri, en makbulü, en yüksek makamın mazharı, İftihâr sebebi, şerefi olan Hz. Muhammed A.S.M

…Acaba bütün efâzıl-ı benî Âdemi arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i Nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-i kâinat ne istiyor?

Bak, dinle: Saadet-i ebediye istiyor. Bekà istiyor. Lika istiyor. Cennet istiyor. Hem, merâyâ-yı mevcudatta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet, hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mucibesi olmasaydı, şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti….Reşhalar

Allah’ım, her iki dünyanın efendisi, iki âlemin medar-ı fahri, dünya ve âhiretin hayatı, iki cihan saadetinin vesilesi, zülcenâheyn ve cin ve insin resulü olan şu Habîbine, onun bütün âl ve ashabına ve onun enbiyâ ve mürselîn kardeşlerine salât ve selâm et. Âmin….Bediüzzaman Said Nursî

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;* 

Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi, Ulûhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukàbil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak göstermek istemesine mukàbil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe yine o zâttır.

Hem Sâni-i Âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san’atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukàbil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukàbil, en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.

Hem Sahib-i Âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukàbil, en şâşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet hârika mu’cizeleriyle ve gayet kıymettar cevherler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukàbil, en âzamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı envâ-ı acaip ve ziynetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsar ve sanayiin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukàbil, en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudatın “nereden, nereye ve ne oldukları” olan şu üç sual-i müşkilin muammâsını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukàbil, en vâzıh bir surette ve en âzamî bir derecede hakaik-i Kur’âniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırması ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure, onun mukàbilinde, zîşuur olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukàbil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur’ân vasıtasıyla o marziyât ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem Rabbü’l-Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan bir rehber vasıtasıyla yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukàbil, en âzam bir derecede, en eblâğ bir surette, Kur’ân vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden, yine bilbedâhe o zâttır.

İşte, mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette bir Mirac-ı Azâm ile Kàb-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmeti açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktır……. Mu'cizât-ı Ahmediye (ASM) Zeylinin bir parça…………………..

…..Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir. Elbette, nev-i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir….Mektubat

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

*Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur*…Sözler

…meşhur şair Nâbiğa’nın kıssa-i meşhuresidir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bir şiirini okumuş. Şu fıkra:

………. “Şerefimiz göğe çıktı; biz daha üstüne çıkmak istiyoruz.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mülâtafe suretinde ferman etti:................................................... “Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki, şiirinde orayı niyet ediyorsun?” Nâbiğa dedi: “Göklerin fevkinde Cennete gitmek istiyoruz.” Sonra bir mânidar şiirini daha okudu.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etti:………… “Senin ağzın bozulmasın…..Mu’cizat-ı Ahmediye A.S.M

….Nurların şu mu’ciznümâ kerametlerini, ancak ve ancak mir’ât-ı Muhammediye (a.s.m.) ile müşahede edebiliriz. Bu hakikatin diğer bir marifeti olan:

Âyinedir bu âlem, herşey Hak ile kaim,

Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.

*Şu iki mısra-ı mânidârı, perişan arîzamı şereflendirmek niyetiyle derc ediyorum*.

Barla Lahikası Sabri R.H

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( SULTAN-I ERVAH A.S.M )

 “ Bismillâhirrahmânirrahim..”

60 -*SULTAN-I ERVAH* *(A.S.M)*

Anlamı: Ruhların sultanı olan Hz. Muhammed A.S.M

O zat (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslamiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir İmân ile meydana çıkmış ki, onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmi bir Zatta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu adilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez.

Hem, ümmi bir Zatın (a.s.m.) ef’al ve akval ve ahvalinden çıkan İslamiyet, her asırda üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii; ve akıllarının muallimi ve mürşidi; ve kalblerinin münevviri ve musaffisi; ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi; ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış….Mektubat

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol, bu asrın sahilinden dal, Ceziretü’l-Arab yarımadasına çık. O yarımadanın mahsulâtından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahrâya bak. Göreceksin ki:

Bir insan, tek başına, ne muîni var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi... Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına küre-i arzdan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de, insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cilt ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü ve inkişaf etmekle saadet-i dareyni intaç ve nev-i beşerin ahvâlini tanzim eder.

“O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider?” diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’câzıyla cevaben diyecektir ki: Biz, Kelâm-ı Ezelîden ayrıldık, nev-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev-i beşer dünyadan kat-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten, teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız. Fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız…………………………………………………….Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı talim eden Cenâb-ı Hakka kasem ederim ki, o Beşîr ve Nezîrin (a.s.m.) basar ve basîreti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir; veya insanları kandırarak mağlâtalara düşürtmekten, meslek-i âlileri ganîdir, âlidir, temizdir, tâhirdir………… İşaratü'l-İ'caz

………………… nev’-i benî Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kur’ân, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı ve maddî-mânevî teçhiz ettiği ve umum o efradın derecâtına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âzâ ve cevârihlerini istimal ve istihdam ettiği halde……………Mektubat

…Ümmîliğiyle beraber en ekmel bir din ve İslâmiyet ve şeriatla ve en kavî bir iman ve itikad ve ibadetle ve en yüksek bir dâvet ve münacat ve duâ ile ve en eamm bir tebliğ ve misli görülmemiş harika ve müsmir, en etemm bir metanetle def’aten zuhurunun şehadetiyle, Muhammed Allah’ın resulüdür ve Sâdıku’l-Va’di’l-Emîndir….

…Evet, okumak yazmak öğrenmediği ve ümmî olduğu halde, on dört asrın ukalâsını, feylesoflarını hayrette bırakan ve edyân-ı semâviyede birinciliği kazanan bir din ile birden, tecrübesiz, def’aten meydana çıkması emsal kabul etmez bir hâlet olduğu gibi, sözlerinden, fiillerinden, hallerinden çıkan İslâmiyet her zamanda üç yüz elli milyon insanın ruhlarına, nefislerine, akıllarına terbiyekârâne ders vermesi ve mânevî terakkiyata sevk etmesi, emsalsiz bir hâlettir….Şualar

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
  
……………Bir kurt, keçilerden birisini tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış. Zi’b demiş: “Allah’tan korkmadın, benim rızkımı elimden aldın.” Çoban demiş: “Acaip, zi’b konuşur mu?” Zi’b ona demiş: “*Acip senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zât var ki sizi cennete davet ediyor, peygamberdir, onu tanımıyorsunuz.*”………..Mu’cizat-ı Ahmediye A.S.M

…Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen,hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir.

Eğer aklın varsa, uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvârında ve dünyevî inkılâbâtının müsâdemâtı altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevâlinden kederlenme.

Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîmin emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul…Lem’alar

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( MÜREBBİ-İ NÜFUS A.S.M )

 “ Bismillâhirrahmânirrahim..”

59 -*MÜREBBİ-İ NÜFUS* *(A.S.M)*

Anlamı: Nefislerin kötü arzularından ve fena şeylere yönelişlerinden, yüzleri hayra, iyiye, bekaya, güzele çevirip terbiye eden, yetiştiren, ders veren Hz. Muhammed A.S.M

…Madem bu kainatın mevcudatıyla Malikimi ve Halıkımı arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve adasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hakimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı fazileti ile ve Kuranı ile ışıklandıran Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz" diyerek, aklıyla beraber o asra girdi. Gördü ki, o asır, hakikaten o Zat (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. *Çünkü, en bedevi, en ümmi bir kavmi getirdiği nur vasıtasıyla kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemiş*…Şualar

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

…Evet, hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, o geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla Lâ ilâhe illâllah cümlesini binler defa tekrar ile o değişen perdelere ve âlemlere herbirisine Lâ ilâhe illâllah’ı lâmba yaptığı gibi, öyle de, o kesretli, geçici perdeleri ve o tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in’ikâs eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahit olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelînin şiddetli ve inatları kıran tehditlerini, her vakit Kur’ân’ı okumakla tahattur edip nefsin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur’ân gayet mânidar tekrar eder. Ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kur’âniyeyi hakikatsız tevehhüm etmekten, şeytan bile kaçar. Ve onları dinlemeyen münkirlere Cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir.

Hem meselâ, Asâ-yı Mûsâ gibi çok hikmetleri ve faideleri bulunan kıssa-i Mûsâ’nın (a.s.) ve sair enbiyanın kıssalarını çok tekrarında, risalet-i Ahmediyenin hakkaniyetine bütün enbiyanın nübüvvetlerini hüccet gösterip, “Onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risaletini hakikat noktasında inkâr edemez” hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, herbir uzun ve mutavassıt sûreyi birer küçük Kur’ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-ı imaniye gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki mukteza-yı belâğattır ve *hâdise-i Muhammediye, bütün benî Âdemin en büyük hadisesi ve kâinatın en azametli meselesi olduğunu ders vermektir*.

Evet, Kur’ân’da Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla Lâ ilâhe illâllah rüknüne denk tutulan Muhammedun Resulullah ve risalet-i Muhammediye kâinatın en büyük hakikati ve Zât-ı Ahmediye bütün mahlûkatın en eşrefi ve hakikat-i Muhammediye tabir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatine dair pekçok hüccetleri ve emareleri, kat’î bir surette Risale-in Nur’da ispat edilmiş. Binden birisi şudur ki:  Es-sebebu ke’l-fâil düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nurla nurlandırması, değil yalnız cin, ins, melek ve zîhayatı, belki kâinatı, semâvât ve arzı minnettar eylemesi ve istidat lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanâtın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle, milyonlar, belki ruhanilerle beraber milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan sulehâ-yı ümmeti hergün o zâta salât ve selâm ünvanıyla rahmet duaları ve mânevî kazançlarını en evvel o zâta bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur’ân’ın üç yüzbin hurufunun herbirisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden, yalnız kıraat-i Kur’ân cihetiyle defter-i a’mâline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o zâtın şahsiyet-i mâneviyesi olan hakikat-i Muhammediye istikbâlde bir şecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacağını Allâmü’l-Guyûb bilmiş ve görmüş, o makama göre Kur’ân’ında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyyesine ittibâ ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır.

İşte Kur’ân’ın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i mâneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder-meğer maddiyyunluk tâunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına müptelâ ola!

*Bazen insan, göz hastalığından dolayı güneş ışığını inkâr eder. Ağız da hastalıktan dolayı bazen suyun tadını alamaz*….. kaidesine dahil olur..Şualar

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

…bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sabık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hadisatını sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilseydi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.

*Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir*….Sözler

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( MUALLİM-İ UKÛL A.S.M )


 “ Bismillâhirrahmânirrahim..”

58 -*MUALLİM-İ UKÛL* *(A.S.M)*

Anlamı: Şuur sahiplerine, dinin esaslarını, imanın hakikatlerini, Allah’ın marziyatını, imtihanın inceliklerini, tevhidi, nübüvveti, haşri, adaleti, hidayetin iktiza ettiği şeyleri, Kur’an’ı Ta'lim eden, öğreten Hz. Muhammed A.S.M

… İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu….Sözler

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

…Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor, o Hâkimin küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette, o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazifeyle muvazzaf olacaklar, tâ iki cihetle münasebeti bulunsun: hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun; hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun….Sözler

… Hâlıkımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı tayin etmiş ve en son elçi olarak göndermiş… Şualar

… evlâd-ı beşerin sinn-i tekemmül ve kühûlette ( olgunluk çağında) olan üstadı ve medrese-i Ceziretü’l-Arapta menba-ı ulûm-u âliye ve muallimi olan zât-ı Muhammed A.S.M…………….. Muhakemat

…. Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser Esmâ-i Hüsnânın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak burhandır.

Elhasıl, madem kâinat mevcuttur ve inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları, san’atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal, nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez.

Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir. Elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz.

Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı âzam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedânî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez.

Âlem-i hakikatin ve hakikat-i kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır.

*Günlerin âşireleri ve mahlûkatın zerreleri sayısınca ona ve âl ve ashabına salât ve selâm olsun*...Lem’alar

…………Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gaye ne olacağını müş’ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın “Nereden? Nereye? Necisin?” üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni-i Zülcelâl, onun mukabilinde zîşuurdan marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete müptelâ, istidatça ubûdiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?

Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir burhan-ı kat’îdir ki, Ulûhiyet risaletsiz olamaz.

Şimdi, acaba âlemde muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan beyan olunan evsâf ve vezaife daha ehil ve daha cami’ kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risalete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir?

Hayır, asla ve kat’a! Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır…. Onuncu Söz / Mukaddime

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

…asrımıza ve yaralarımıza baktıkça, bütün gün ruhum çırpınmakta iken, “Acaba bu karma karışık zamanda, benim gibi böyle mânevî yaralı gençler, o Mahkeme-i Kübrâda, Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud ve Tekaddes Hazretlerinin huzurunda ve Peygamberimiz muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizden nasıl şefaat dileyebilirler?” diyerek, bütün gün ruhum ağlardı. Madem muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma, binlerce maddî ve mânevî yaralılar, dilsizler, nüzûl olmuş, bütün kalbi kararmış, imanı yok bedevî adamlar, muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına vardığında, bir saat, birgün sohbet-i Nebevîde bulunur; sonra kavim ve kabilelerine rehber ve muallim olarak döndüler. Ve madem kıyamete kadar bâki bıraktığı Kur’ân ve Kur’ân’ın tayin etmiş olduğu mânevî doktorlar, kıyamete kadar gelecek mü’minlere maddî ve mânevî doktorluk vazifesini görecekler…………………………….. Bu asrın mânevî doktoru ve ilâçları ise, Kur’ân’dan tereşşuh eden Risaleti’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’dur. Onlara sıkı sarılalım.”

Âciz talebeniz
Ali Ulvi

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( VESİLE-İ SAADET A.S.M )

 “ Bismillâhirrahmânirrahim..”

57 -* VESİLE-İ SAADET * *(A.S.M)*

Anlamı: Allah’a yakınlık, rızasına ermek, o kutlu mutluluğa erişmek kendisi vesilesi ile olan Hz. Muhammed A.S.M

… Gel, bu zamandan tecerrüt edip, fikren Asr-ı saadete ve hayalen Ceziretü’l-Araba gidiyoruz. Ta ki, Resul-i Ekremi (aleyhissalâtü vesselâm) vazife başında ve ubûdiyet içinde görüp ziyaret ederiz.

Bak: O zât nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubûdiyetiyle ve duasıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennetin vesile-i icadıdır…Sözler

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

….* sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habîb-i Rabbü’l-Âlemîn olan Zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm.*….Mektubat

…Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor.

Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.

Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak.

Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev’iyle konuşacaktır.

Madem insan nev’iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.

Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır…Mektubat

…Saadet-i ebediyenin defînesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mi’rac vâsıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcelâlin rahmetinin bâkî cilvelerini müşâhede etmiş ve saadet-i ebediyeyi katiyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki; bîçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firâk içindeki mevcudâtı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrât ile adem ve firâk-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşânede oldukları hengâmda şöyle bir müjde ne kadar kıymettar olduğu ve idâm-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fânî cin ve insin kulağında öyle bir müjde ne kadar saadetâver olduğu tarif edilmez. Bir adama idâm edileceği anda, onun affıyla, kurb-u şâhânede bir saray verilse, ne kadar sürûra sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver…. Sözler

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

..Ümmeti ise her namazdaEy Peygamber, Allah’ın selâmı üzerine olsun.” demeleri, o selâm-ı İlâhîdeki emir ve fermana bir imtisaldir. Hem ona karşı biat etmektir. Ve hergün biatını, yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdit ve tazelemektir. Hem, risaletini bir tebriktir. Hem, umum âlem-i İslâm hergün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.

Evet, her insan, kendi vücudunun mahvolmasıyla müteellim olduğu gibi, hanesinin harap olmasıyla da elem çekiyor. Ve vatanının bozulmasıyla gayet müteessir oluyor. Ahbabının firak ve vefatıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususî dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, mânevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.

İşte, aklı başında herbir adam ruhsuz, kalbsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın Mirac gecesinde gözüyle gördüğü saadet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i imanın Cennetteki hayat-ı bakiyesinin beşaretini ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, mânevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm hergün çok defa “Ey Peygamber, Allah’ın selâmı üzerine olsun.” dediği gibi, onun da getirdiği hediye-i mâneviyesiyle, hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına, hem mahlûkatın hakikî kıymetleri ve kemalâtları onun risaletiyle tezahür etmesine mukabil, bütün mahlûkat mânen “Ey Peygamber, Allah’ın selâmı üzerine olsun.” bu mezkûr hakikatin lisanıyla derler.

Ve ümmet mabeyninde şeâir-i İslâmiyeden olan birbirine “ Es selamu aleyküm “demeleri sünnet olması, bu büyük hakikatin şuaı olmasındandır. ….Bâkî olan sadece Odur. Said Nursî

…İşte, ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz…Lem’alar

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( ŞEMS-İ HİDAYET A.S.M )


 “ Bismillâhirrahmânirrahim..”

56 -*ŞEMS-İ HİDAYET* *(A.S.M)*

Anlamı: Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak gösterip, dalaletten ve bâtıl yoldan uzaklaştıran hidayet güneşi Hz. Muhammed A.S.M

……….*hidayette saadet-i dâreyn vardır. Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira, hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir*… İşaratü'l-İ'caz

“*Birtek adam seninle hidâyete gelse, sahrâ dolusu kırmızı koyun, keçilerden daha hayırlıdır*.”Hz.Muhammed A.S.M

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

…Acaba bütün efâzıl-ı benî Âdemi arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-i kâinat ne istiyor?

Bak, dinle: Saadet-i ebediye istiyor. Bekà istiyor. Lika istiyor. Cennet istiyor. Hem, merâyâ-yı mevcudatta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet, hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mucibesi olmasaydı, şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti.

Evet, nasıl ki onun risaleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubûdiyeti dahi öteki dârın açılmasına sebeptir. Acaba ehl-i akıl ve tahkike “İmkân dairesinde, şu varlık âleminden daha mükemmeli, daha üstünü yoktur.” dedirten şu meşhud intizam-ı fâik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at ve misilsiz cemâl-i Rububiyet, hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin; en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ!. Yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yahu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa, yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak, yine o zâtın garaib-i icraatını ve acaib-i vezâifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temâşâsında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidayetten aldıkları feyizle çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Bayezid-i Bistâmî, Şah-ı Geylânî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.

Meşhudâtımızın tafsilâtını başka vakte tâlik edip, o mu’ciznümâ ve hidayet-edâya, bir kısım kat’î mu’cizâtına işaret eden bir salâvat getirmeliyiz.

Rahmânü’r-Rahîmden, Arş-ı Âzamdan gelen Furkan-ı Hakîmin kendisine indiği Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin sevapları sayısınca milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun. Risaleti Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen; nübüvveti irhâsâtla, cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşerin kâhinleriyle müjdelenen; bir işaretiyle ay parçalanan Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin sevapları sayısınca milyonlar salât ve selâm olsun. Davetine ağaçların koşup geldiği, duâsıyla yağmurun hemen iniverdiği, sıcaktan korumak için bulutların ona gölge yaptığı, bir ölçek yemeğiyle yüzlerce insanın doyduğu, parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı, onun hürmetine Allah’ın, kertenkeleyi, ceylânı, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı, taşı ve toprağı konuşturduğu, Miracın sahibi ve gözünün asla şaşmadığı o mu’cize-i kübrâda ruyetullaha mazhar olan Efendimiz ve Şefîimiz Muhammed’e, Kur’ân’ın ilk indiği andan zamanın sonuna kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin hava dalgalarının aynalarına Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince, milyonlar salât ve selâm olsun. Bütün bu salâvatlardan herbiri hürmetine bizi bağışla, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin…Mektubat

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

……….. “Halıkımız bizden ne suretle razı olacak ve bugün ne gibi bir sa’y ile sahife-i hayatımı kapatacağım? Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşân Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin, dalâlet yolunu tutan veyahut dalâlete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarik-i hidâyete getirmek için sa’y etsek hoşnudiyet-i Peygamberîyi (a.s.m.) celb edebiliriz?” …….Hüsrev R.H / Ruhlarına Fâtiha

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( BÜRHAN-I HAK A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

55 -*BÜRHAN-I HAK* *(A.S.M)*

Anlamı: Doğrunun,gerçeğin..vâcib ,lâzım ,sâbit olan şeylerin,dâva,iddia, vukuu vacip, geleceği şüphesiz,mahz-ı hakikate dair esasların. Kur’an’ın, İslam’ın, Hakkın hak delili Hz. Muhammed A.S.M

……… İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan yani risaleti cihetiyle bir burhan-ı Hak, bir sirac-ı Hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün.

İşte, bak: Nasıl berk-i hâtıf gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illâllah’ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?...Reşhalar


*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

Sual: Sâniin vücud ve vahdetine en vâzıh delil nedir?

Cevap: En parlak burhanı muhammed’dir (a.s.m.). Ve Nübüvvet-i Ahmediyyenin en metin burhanı, nübüvvet-i mutlakadır…. Şuâât/Bediüzzaman

…*Nübüvvet-i Muhammediye (a.s.m.) ise, tevhidin en büyük bir delilidir*… İşaratü'l-İ'caz

… Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir…Lem’alar

… Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.

Ve kezâ, bütün nimet hazinelerini açmak salâhiyetinde olan, nimet-i imana vesile olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi öyle bir nimettir ki, nev-i beşer ilelebed o zâtı (a.s.m.) medh ü senâ etmeye borçludur… Yirmi Dokuzuncu Lem'a / İkinci Bab Tercümesinden

… Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki, mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlâhiyeyi ve muntazam hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini san’atçığıyla yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve san’atlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz’î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef’âl ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor.

Hem İslâmiyetin kâinata ve beşere ait hakikatlerinin şehadetiyle mükerrem beşer içinde en eşref ve en âlâsı, ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet, hem istikrâ-i tâmme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu’cizatı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur’ân hakikatlerinin şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır…. Hutbe-i Şâmiye

İşte, bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesâili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin.

Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervane etrafında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafında pervaz eder. Ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhanesinde, binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.

Hem öyle acaip bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâptan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz.

Bak, onun lisanında “Güneş dürülüp toplandığında...” Tekvir Sûresi, 81:1 • “Gök yarıldığı zaman...” İnfitar Sûresi, 82:1 • “Çarpacak olan felâket...” Kària Sûresi, 101:1. gibi sûreleri işit. Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre serap hükmündedir.

Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir….Sözler

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

Mustafa Sungur’un müdafaasıdır.

Afyon Ağırceza Mahkemesine; İddia makamı, benim de Nurcular cemiyetine dahil olup halkı hükûmet aleyhine teşvik ettiğim iddiasıyla cezalandırılmamı istiyor.

Evvelâ: Nurcular cemiyeti diye bir cemiyet yoktur. Ve ben böyle bir cemiyete mensup değilim. Ben bin üç yüz elli seneden beri her asırda üç yüz elli milyon mensupları bulunan ve kâinatın medar-ı iftiharı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın kurduğu muazzam ve nuranî ve bütün insanlık için ebedî saadet ve selâmeti müjdeleyen kudsî ve İlâhî İslâmiyet cemiyetine mensubum. Elhamdülillâh, onun evâmir-i kudsiyesine de bütün kuvvetimle itaat etmeye azmetmişim. Talebeliği hakkımda bir suç sayılan Risale-i Nur ise, bana dinî ve imanî vazifelerimi öğreten ve İslâmiyetin en yüce ve en mukaddes bir din ve beşerin yegâne medar-ı saadeti olduğunu ve Kur’ân ise bütün varlıkların sahibi, her yerde hazır, nâzır; zerrelerden yıldızlara, güneşlere kadar bütün mevcudat idare-i ezeliyesinde bulunan Zât-ı Zülcelâlin bir emr-i İlâhîsi, ezel ve ebed ve bütün hâdisat ihâta-i nazarında bir eser-i mu’cizânesi ve Kur’ân bütün kitapların fevkinde kırk vech ile mu’cize ve saadet-i ebediyeyi nev-i beşere müjdelemesiyle müştakları ebediyen kendine minnettar kılan bir Şems-i Sermedînin bir mükâleme-i ezeliyesi ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Hâlık-ı Kâinat tarafından gönderilmiş, bütün hal ve ahvâliyle bütün insanların en ekmeli, en sadık ve en yücesi ve kemâlâtça en yükseği ve getirdiği İslâmiyet nuruyla insanlara en büyük müjdeyi ve en kudsî teselliyi bahşeden ve On dört asrı ve beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesinde idare eden ve bin üç yüz yıldan beri gelen bütün ümmetin kazandığı sevabın bir misli onun defter-i hasenatına geçen ve kâinatın sebeb-i vücudu, Habibullah olduğunu, hem âhiret, Cennet ve Cehennemin kat’iyen hak ve muhakkak olduğunu harika burhanlarla ve parlak hüccetlerle ispat eden bir mu’cize-i Kur’ân’dır.

Risale-i Nur ise, kelime ve cümleleriyle nur-u Kur’ân’dan ve Nur-u Muhammedîden (a.s.m.) gelen ezelî ve ebedî bir Nur olduğuna şehadet ediyor. O da Kur’ân’a mensubiyeti ve has bir tefsiri cihetiyle ve bu itibarla semâvîdir, arşîdir. İşte halkı hükûmet aleyhine teşvik edici zannedilen Risale-i Nur, bütün Sözleri, bütün Lem’a ve Şuâları ve bütün Mektubatıyla hakaik-i İlâhiye ve desâtir-i İslâmiyeyi ve esrar-ı Kur’âniyeyi ders veriyor. Acaba böyle muhterem ve çok yüksek ve ahlâk ve fazileti ve hakaik-i imaniyeyi kat’î ders veren Risale-i Nur’u okumak ve onun ebedî saadetler bahşeden yazılarını istinsah etmek veya bir mü’minin istifadesi için iman cihetinde ona hizmet etmek bir suç mudur? Halkı hükûmet aleyhine teşvik midir? Ve böyle mübarek ve muazzam bir eserin müellifi ve kemâlât-ı insaniyenin zirve-i bâlâsında, en yüksek bir mertebe-i iman ve ahlâk ve faziletle mücehhez bir nur âbidesini ziyaret ve bu asırda iyilik ve doğrulukla ve sarsılmaz iman ve itikadlarıyla İslâmiyet şerefini ve Kur’ân’ın hakaikini koruyan ve yükselten ve Allah’ın rızasını kazanmaktan başka gayeleri olmayan Risale-i Nur talebeleriyle iman ve Kur’ân yolunda kardeşlik peydâ etmek bir cemiyet kurmak mıdır? Acaba hangi temiz ve âdil vicdanlar buna ceza verebilir?............Ruhlarına Fâtiha

…Bâri’ Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden dilerim ve niyaz eylerim ki, âhir ömrüme kadar bu yolda hatve-endâz olayım ve buyurulduğu gibi “sıddık, fedakâr, hakikî âhiret kardeşiniz ve hizmet-i Kur’âniyede kuvvetli arkadaşınız ve tarik-i Hakta ve ebed yolunda enîs yoldaşınız” olmaya bihakkın kesb-i istihkak ve liyakat edeyim. Ve minellahi’t-Tevfîk…. Binbaşı Asım R.H .. Ruhlarına Fâtiha

ESMA VE SIFAT-I NEBİ NOTLARI - ( EN NURANÎ BİR SEMERE-İ ŞECERE-İ HİLKAT A.S.M )

“ Bismillâhirrahmânirrahim..”

54 -*EN NURANÎ BİR SEMERE-İ ŞECERE-İ HİLKAT* *(A.S.M)*

Anlamı: Yaratılış ağacının en nurlu, ışıklı, nura yakışır, parlak, münevver meyvesi olan Hz. Muhammed A.S.M

“*Bu âlemin hem çekirdeği hem meyvesi O’dur*”… Mektubat

……..”Nasıl ki nur-u Muhammedî ve hakikat-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı Nübüvvetin hem fatihası, hem hâtimesidir. Bütün enbiya onun asl-ı nurundan istifaza ve hakikat-i dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (a.s.m.) cephe-i Âdem’den, tâ zât-ı mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek, intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.

Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Mi’rac’da kat’î bir surette isbat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş.” Barla Lahikası

*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*

…şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni’-i Zülcelal’in ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i a’zamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin nümunesini ve esasatını câmi’ olsun. Çünki binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nev’den başka şecere yok. Öyle ise ona menşe’ ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünki çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir. Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde sâbıkan isbat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise: Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.Sözler

….Ve keza, insan, hilkat semeresi olduğundan anlaşılır ki: İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenâb-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemâlin ve belki nev-i beşerin nısfının ittifakıyla efdalü’l-halk, seyyidü’l-enâm Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır…Mesnevi-i Nuriye
 ....................

Üçüncü cihet: Bu kadar tekrar ile kat’î verilecek olan bir şeyin vermesini istemesinin sırr-ı hikmeti şudur:

İstenilen şey, meselâ, Makam-ı Mahmud, bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatleri ihtiva eden bir hakikat-ı âzamın bir dalıdır. Ve hilkat-i kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi dua ile istemek ise, dolayısıyla o hakikat-i umumiye-i uzmânın tahakkukunu ve vücut bulmasını ve o şecere-i hilkatin en büyük dalı olan âlem-i bâkinin gelmesini ve tahakkukunu ve kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dâr-ı saadetin açılmasını istemektir.

Ve o istemekle, dâr-ı saadetin ve Cennetin en mühim bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavât-ı insaniyeye kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azîm bir maksat için, bu hadsiz dualar dahi azdır.

Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-i kübrasına işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salâvat ve rahmet dualarını bütün ümmetten istemesi ayn-ı hikmettir….Şualar

*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*

….Evet, Kur’ân-ı Hakîm, *nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor*. Öyle de, Kur’ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, *netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür*. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette, herbir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. *Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür*. *Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür.*

Ezcümle: Kâinatta görünen hüsn-ü san’at dahi risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) delâlet ve şehadet eden kat’î bir delildir. Zira, şu ziynetli masnuatın cemâli, hüsn-i san’at ve ziyneti izhar eder. San’at ve suretin güzelliği, Sânide güzelleştirmek ve ziynetlendirmek isteği mevcut olduğuna delâlet eder. Güzelleştirmek ve zînetlendirmek sıfatları, Sâniin san’atına olan muhabbetine delâlet eder. Bu muhabbet ise, masnuatın en ekmeli insan olduğuna delildir. Çünkü o muhabbetin mazhar ve medarı insandır. İnsan dahi masnuatın en câmi ve en garibi olduğundan, şecere-i hilkate bir semere-i şuuriyedir. İnsan bir semere gibi olduğu cihetle kâinatın eczası arasında en câmi ve baîd bir cüzdür. İnsan zîşuur ve câmi olduğu cihetle, nazarı âmm, şuuru küllî olur. Nazarı âmm olduğundan şecere i hilkati tamamıyla görür, şuuru da küllî olduğundan, Sâniin makasıdını bilir. Öyleyse, insan Sâniin muhatab-ı hâssıdır.

Evet, âmm ve şumullü olan nazar ve şuurunu Sâniin ibadetine ve muhabbetine sarf ve san’atını istihsan, takdir ve teşhirine tevcih ve nimetlerinin şükrüne istimal eden bir fert, verdiği nimetlere karşı şükür isteyen ve yarattığı mahlûkatı ibadete, şükre davet eden Sâniin has muhatap ve habibidir….Mesnevi-i Nuriye

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin itibarıyla küçük, âciz, zayıf bir cüzsün. Lâkin Sâni-i Hakîm lütfu ile, lâtif san’atı ile seni cüz’lükten küllîliğe çıkartmıştır. Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duyguların ile âlem-i şehadet üzerinde cevelân etmekle filcümle cüz’iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza, insaniyet itâsıyla bilkuvve “küll” hükmündesin. Ve keza, iman ve İslâmiyet ihsanıyla bilkuvve “küllî” olmuşsun. Ve keza, mârifet ve muhabbetin in’âmıyla muhit bir nur olmuşsun. Binaenaleyh, dünyaya ve cismanî lezâize meyledersen, âciz, zelil bir “cüz’î” olursun. Eğer cihazatını insaniyet-i kübrâ denilen İslâmiyet hesabına sarf edersen, bir “küllî” ve bir “küll” olursun…Mesnevi-i Nuriye