6.6.17

Bediüzzaman'dan Ramazan Ayı Müjdeleri


·         Ramazan-ı Şerifteki savm (oruç), İslamiyetin erkan-ı hamsesinin ( beş esas şartın) birincilerindendir. Hem şeair-i İslamiyenin azamlarındandır.
 
·         Ramazan-ı Şerif'teki oruç, hakiki ve halis, azametli ve umumi bir şükrün anahtarıdır.
 
·         Ramazan-ı Şerif; bu fani dünyada, fani ömür içinde ve kısa bir hayatta baki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bakiyeyi tazammun eder, kazandırır.
 
·         Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine (toplumsal hayatına), hem hayat-ı şahsiyesine (kişisel hayatına), hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlahiyenin (Allah'ın verdiği nimetlerin)  şükrüne bakar hikmetleri var
 
·         Ramazan-ı Şerifteki oruç onbeş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilacı da oruçtur.
 
·         Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer.
 
·         Ramazan-ı şerifte hayrı birden bine çıkan evradlarımızla meşgul olup ilmi derslerimizle bu cüz'i, geçici sıkıntılara ehemmiyet vermemeğe çalışmak büyük bir bahtiyarlıktır.
 
·         Ramazan-ı Şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, za'fını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor.
 
·         Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki: Kendisi malik değil, memluktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en adi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakiki vazifesi olan şükre girer.
 
·         Ramazan-ı Şerifte güya alem-i İslam bir mescid hükmüne geçiyor; öyle bir mescid ki, milyonlarla hafızlar, o mescid-i ekberin kuşelerinde o Kur'an'ı, o hitab-ı semaviyi Arzlılara işittiriyorlar
 
·         Evet, bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur'an ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i katıadır.
 
·         Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a'mal, bire bindir. Kur'an-ı Hakim'in nass-ı hadis ile herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin, on değil bin ve ayet-ül Kürsi gibi ayetlerin her bir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cum'alarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir'de otuz bin hasene sayılır.
 
·         Bu mübarek Ramazan-ı Şerif'teki dualar, ihlas bulunmak şartıyla inşaallah makbuldür.
 
·         Ramazan-ı Şerif adeta bir ahiret ticareti için gayet karlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevi hasılat için, gayet münbit bir zemindir.Ve neşvünema-i a'mal için, bahardaki mah-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsi bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvani hacatına ve malayani ve hevaperestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş.
 
·         Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elim ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Said Nursi
 
·         Ramazan-ı Şerifte mü'minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevi sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır.
 
·         Kardeşliğimiz hatırı için, şaban ve ramazan hürmetine birbirine küsmemek ve kardeş olup barışmak lazım ve elzemdir.
 
·         Seksen sene ibadetli bir ömrü bahtiyarlara kazandıran Ramazan-ı mübarekte inşaallah Nur'un şirket-i manevisi o kazanca mazhar olacak. Bayrama kadar elden geldiği kadar Nurcular ihlas ile birbirinin dualarına manevi amin demeli ki, birisi o sekseni kazansa herbiri derecesine göre hissedar olur. En zaif ve en ağır yükü bulunan bu hasta kardeşinize elbette manevi yardım edersiniz.
 
·         Şu mübarek Şehr-i Ramazan, Leyle-i Kadr'i ihata ettiği için, kendisi de ömür içinde bir leyle-i kadirdir ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-ü bakidir.
 
·         Mah-ı Ramazan'da kazanç bire bindir.
 
·         Şimdiden biz tedbir ettik ki: İki Kur'an'ı, Risale-i Nur'un buradaki has talebeleri Ramazan-ı Şerif'te, her biri her günde bir cüz'ünü sizin ile beraber okumak ile, Ramazan'ın her gününde bir hatme-i Kur'aniye olarak, manevi ve çok geniş bir mecliste, Isparta ve Kastamonu'yu ihata eden bir dairede halka tutan Risale-i Nur talebelerinin ve o dairenin merkezinde sizler bulunmak cihetiyle Risale-i Nur şakirdlerinin etrafınızda olarak; Nakşi'de hatme-i hacegan tarzında, fakat çok büyük bir mikyasta Risale-i Nur'un bütün şakirdleri manen hazır ve o dairede bulunuyor niyetiyle, tasavvuru ile okunmak, o kudsi hatmeyi yapmak, Cenab-ı Hakk'ın rahmetinden tevfik niyaz ederiz.
 
·         Bu Ramazan-ı Şerif'te, Kur'an'ı zevk ve şevk ile okumak çok ihtiyacım vardı.
 
·         Demek Risale-i Nur'un sadık şakirdlerinden birisi, Leyle-i Kadr'in hakikatını ve Ramazan'ın yüksek mertebesini kazansa, umum hakiki sadık şakirdler sahib ve hissedar olmak, vüs'at-ı rahmet-i İlahiyeden çok kuvvetli ümidvarız.
 
·         Bu mübarek Ramazan'da iştirak-i a'mal düstur-u esasiyle, her bir has kardeşimizin kırkbin dili bulunan bir melaike hükmünde, kırkbin diller ile, yani kardeşlerin adedince manevi dilleri ile ettikleri ve edecekleri dualar, rahmet-i İlahiye nezdinde makbul olmasını o lisanlar adedince, Cenab-ı Erhamürrahimin'den niyaz ediyoruz. Bu mahiyetteki Ramazanınızı tebrik ediyoruz.
 
·         Alenen nakz-ı sıyamla Ramazanın hürmetini kıran bedbahtlara gelen o musibet, masumları da incitir. Fakat Risale-i Nur şakirdleri ve masumları, o musibeti lehlerine döndürüp, hayırlı bir riyazete kalbederler. Kanaat ve iktisadla karşılarlar.
 
·         Risale-i Nur'un ekser hakikatları, Ramazan'da ve tesbihatda zuhuru gibi; bu Hülasat-ül Hülasa, aynen Ramazan'da ve tesbihatta zuhur etti.
 
·         Bu aşr-i ahir-i Ramazan'da her gece, hususan tek gecelerde Leyle-i Kadr'in bulunmak ihtimali kuvvetli olduğunu hadis-i şerif ferman ediyor. Onun için Nurcular, o nur-u azamdan istifadeye çalışmak gerektir.
 
·         ahiret ticareti için en çok karlı bir pazar ve manevi hayata bir bahar olan bu şuhur-u mübarekte hususan Leyle-i Berat Şa'ban-ı Muazzamın ortasında ve leyle-i kadr'in Ramazanın her gecesinde bulunmak ihtimali ile aramak ve Risale-i Nur'un her bir şakirdi şirket-i maneviye sırrıyla umum kardeşlerimin hesabına çalışmak vazifemizdir. Cenab-ı Hak muvaffak eylesin, amin.
 
·         Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddi musibetinden daha elim manevi bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me'yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?

Yine manevi cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş'e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskarane şarkıları ve bazan kızların sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslamiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.
 
·         Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i İlahiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, adil-i Hakim nimetinin hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakiki lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalade derecesini göstermekle, hakiki şükre sevketmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.
 
·         Bu hadise, hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delaletiyle bu hadise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.
 
·         Leyle-i Kadir gizli olmasından Ramazanın her gecesinde; hususan nısf-ı ahirede ve bilhassa aşr-ı ahirde ve bilhassa yirmibir, yirmiüç, yirmibeş, yirmiyedi, yirmidokuzda bulunması ihtimaliyle, onlarda aramalı diye hadiste vardır.
 
·         Demek vacib olmadığı halde, nafile nev'inde yedi yaşından hadd-i büluğa kadar, büyükler gibi namaz kılıp oruç tutan çocuklar; mütedeyyin büyükler gibi mükafat görmek için otuzüç yaşında olacaklar diye bir kısım tefsirler bu noktayı izah etmeden umum çocuklara teşmil etmişler, has iken amm zannetmişler.
 
·         Ve bir dua:
Sizin mübarek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ediyoruz. Cenab-ı Erhamürrahimin bu Ramazan-ı Mübareke'nin hürmetine Rahmeten-lil-alemin olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam'ın ümmetine rahmetiyle imdad eylesin! amin. asar-ı gazab-ı İlahi olan afat ve dalaletlerden muhafaza eylesin! amin. Ve Risale-i Nur şakirdlerini neşr-i envar-ı Kur'aniyede muvaffak eylesin! amin.


Risale Ajans


23.5.17

Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik” demeyiniz,

Ve yumît. Yani, mevti veren O’dur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır.

İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır. ...............

(Dokuzuncu Kelime’den)

Ey biçareler! Mezaristana göçtüğünüz vakit, “Eyvah, malımız harap olup sa’yimiz hebâ oldu. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik” demeyiniz, feryad edip meyus olmayınız. Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâlsizi celb edip yeraltında muvakkaten durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz................

On Birinci Kelime

Ve ileyhi’l-masîr. Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u Kibriyaya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.

İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyleyse, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. (....)


Yirminci Mektub

Birinci Suâliniz: Mü’minin mü’mine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?

Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde duâ makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimaı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.
Ezcümle, duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir duâ olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duânın ortasında bir duâ makbul olur.
• Hem bizahri’l-gayb, yani gıyaben ona duâ etmek,
• Hem hadiste ve Kur’ân’da gelen me’sur duâlarla duâ etmek; meselâ,
“Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum.” (en-Nevevî, el-Ezkâr, 74; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:517.)
“Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.” (Bakara Sûresi, 2:201.) gibi câmi duâlarla duâ etmek
• Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble duâ etmek,
• Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,
• Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,
• Hem Cumada, hususan saat-i icabede,
• Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,
• Hem Ramazan’da, hususan Leyle-i Kadirde duâ etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyyen me’muldür.
O makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, duâ kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.
Mektûbât,
***
Üçüncü Nükte
Duâ-yı kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir: Ya ayn-ı matlubu ile makbul olur; veyahut daha evlâsı verilir.
Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. “Duâsı kabul olunmadı” denilmez. “Daha evlâ bir sûrette kabul edildi” denilir. Hem bazen kendi dünyasının saadeti için duâ eder. Duası âhiret için kabul olunur. “Duâsı reddedildi” denilmez. Belki, “Daha enfâ bir surette kabul edildi” denilir, ve hâkezâ...
Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muâmele eder. Hasta, tabibin hikmetini itham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. “Tabip beni dinlemedi” denilmez. Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi.

Mektûbât 

Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap..

"Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."


 Sözler, On dokuzuncu Söz.

22.5.17

Yâ Rabbî ve yâ Rabbe's-Semâvâti ve'l-Arâdîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Küll-i Şey!

Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlûkâtı bütün keyfiyâtıyla teshîr eden kudretinin ve irâdetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle! 
Ve matlûbumu bana musahhar kıl! Kur'ân'a ve îmâna hizmet için, insanların kalblerini Risâle-i Nur'a musahhar yap! Ve bana ve ihvânıma, îmân-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshîr ettiğin gibi, Risâle-i Nur' a kalbleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risâle-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azâbından ve Cehennem ateşinden muhâfaza eyle ve Cennetü'l-Firdevste mesut kıl!

Âmin, âmin, âmin!


Lemalar | Münâcat |

Acz, fakr, şefkat ve tefekkür tarîkı

[Bu küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir.]

Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa,

daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.

Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsâl eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsâl eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder. Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, “letâif-i aşere” gibi on hatve değil; ve tarîk-ı cehriye gibi “nüfûs-u seb’a,” yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.
Şu kısa tarîkın evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır.

Birinci hatvede “Felâ tüzekkû enfüseküm” [Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.)] âyeti işaret ediyor.

İkinci hatveye “Velâ tekûnû kellezîne nesullâhe fe ensâhüm enfüseküm” [Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi: 19.)] âyeti işaret ediyor.
Üçüncü hatveye “Mâ esâbeke min hasenetin fe minellahi ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” [Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.)”] âyeti işaret ediyor.

Dördüncü hatveye “Külli şey’in hâlikun illâ vechehu” [Her şey helâk olup gidicidir; O’na bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.)] âyeti işaret ediyor.

Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki:

Birinci Hatvede, “Felâ tüzekkû enfüseküm” âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Ma’bud-u Hakikinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, “Meni’t-tehaze ilâhehû hevâhu” [Nefsinin arzusunu kedisine ma’bud edinip onun her emrine uyan kimse. (Furkan Sûresi: 43.)] sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.
İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

İkinci Hatvede, “Velâ tekûnû kellezîne nesullâhe fe ensâhüm enfüseküm” dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevâli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.

Üçüncü Hatvede, “Mâ esâbeke min hasenetin fe minellahi ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı, dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi, “Kad eflaha men zekkâkâ” [Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi: 9.)] sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.

Dördüncü Hatvede, “Külli şey’in hâlikun illâ vechehu” dersini verdiği gibi; nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder. Ma’buduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki:
Her şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuddur, hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibâriyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.

Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakikiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve firâklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan, her şeyi bulur.


Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Zeyl

23.1.17

Tefvizname

Hak şerleri hayreyler 
Zannetme ki gayreyler
Ârif onu seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Sen hakk'a tevekkül kıl
Tefviz et ve rahat bul
Sabreyle ve razı ol
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

21.11.16

Muhabbet-i İlâhiye...


  • Felek mest, 
  • melek mest, 
  • nücum mest, 
  • semavat mest, 
  • şems mest, 
  • kamer mest, 
  • zemin mest, 
  • anasır mest, 
  • nebat mest, 
  • şecer mest, 
  • beşer mest, 
  • seraser zîhayatt mest, 
  • heme zerrat-ı mevcudat beraber mest, der mestest..

"Yâni; Muhabbet-i İlâhiye’nin tecelisinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istîdadına göre mestdir.

Malûmdur ki; her kalp, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur.

Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever.

Acaba -sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan binbir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbûb-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, O’nun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?”


Sözler

13.11.16

İlimlerin şâhı ve padişahı,

“Temelleri yıptarılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?"
"İnsan, saray gibi bir binadır, temelleri erkân-ı  imâniyedir. İnsan, bir şeceredir, kökü esâsât-ı imâniyedir. İmânın rükünlerinden en mühimmi, imân-ı billâhdır, Allah'a imândır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, imân ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir.”


Sözler / Konferans 

10.11.16

Küçük bir sohbet..

Esselâmu Aleyküm Ve Rahmetüllâhu Ve Berekâtuhu

Değerli Dostlar Merhaba;

İ’lem eyyühe’l-aziz! Misafir olan bir kimse, seferinde çok yerlere, menzillere uğrar. Uğradığı her yerin âdetleri ve şartları ayrı ayrı olur. Kezalik, Allah’ın yolunda sülûk eden zat çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rastgelir ki, bunların da her birisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır….diye devam eder Bediüzzaman..

Din nasihattır diye buyurur Hazreti Muhammed S.A.S..

Gerçek âkıl sahipleri lehinde olanı ve olmayanı bir birinden ayıran bir görüşe sahip olular..Kısa hayat yolculuğunu anlamlı geçirebilmek gibi bir gayeyi benimserler..ağır yüklerinden kurtulmak için kendilerine fayda verecek olan önerilere ve yol gösterimlerine karşı ayak diremezler..

Çünkü kimse layemut değildir..bunu bilir,hayatlarına sonsuz değer kazandıracak pratik şeylere talip olurlar.
Yine dünya hayatının bir imtihan olduğunu idrak edenler..her önüne gelen soruya cevap her şıkka bir kabul işareti koymazlar.

Kendilerini tanımayı, davranışları ile sebep sonuç ilişkisini, kazanıp kaybetme meselesini önemserler. Yine olur olmaz şeylerin kalplerine girmesine izin vermezler.

Manzarayı okumak için müteyakkız ve uyanık davranırlar..vicdanlarının ebed sesini işitip..Rableri ve sınanmaları gerçeğinde hüznü zanlarını bozmazlar…

Derlerin geçiciliği,zevklerin zevali,var olmanın mutlak bir hedefi,gelip gitmenin yaşamaktan var olan isteği,dünyanın ve içindekilerin mütemadiyen halden hale girmesi,yıldızlardan gezegenlere,mikroplardan balinalara kadar bir mana ve devranın döngüsüne kulak kabartır..ve uyumlu ve ahenkli bir vazıyet alırlar.
Özel istekleri ile değil ,kendilerinden istenilenler ile barışırlar..bozgunculuk yapmazlar..tahrip etmek için zaaf ve fırsat aramazlar..sırlarını ortalığa saçmazlar..düşmanlarını sevindirecek haller takınmazlar…

Ömür sermayesi ile yaptıkları ticareti gözden geçirirler..hatalarında ısrar etmezler…Vaki olan hakikatlere insaf nazarı ile bakıp,ihtimallerden neşet eden yorumların olasılıklarına kendilerini kaptırıp fikri midelerini bulundurmazlar..

Vefalı olurlar..kadirşinas olurlar..nezaket sahibidirler…

İnsan bazen aldanır..doğru gidişinin önüne bir çok maniler çıkabilir.Muhtelif gerekçelerin vehmi örtüsü muhakemeyi örtebilir..konuşacak bir çok sözcük ağzına tıka basa dolabilir..ve insan içinde ne varsa onu rast geldiği yerde kusabilir.

El ne var diye baktığında ise kendine karşı samimi olursa koca hiçliği,ruh sıkıntısını,zihni daralmayı,başarısızlığı ve istikrarsızlığı gayet net görebilir ..hatasında ısrar etmeme zarafetini gösterip,tekrar ayağa kalkabilme dirayetini bulabilir.

Ancak uyku devam ediyorsa,öfke büyür..izan gözüne kan bürür..hiç bir şeyi değerlendiremeyecek bir hale giriftar olur..

Unutmamalı ki; hakikatten hakkını isyan değil insan alır…

Din ve teklif muhatabı olan insana ;iman,ibadet ve rıza denkleminde be sabır ,sebat,şükür,istikamet ,dua vb bileşenleri ile huzur ve güven halini verir..Çelişki marifet ile yerini emniyete bırakır.
Eğer insan mutlu değilse bir şeyler ter gidiyordur.
İnancı ona yetmiyor ve önünü göremiyorsa bir şeyler eksiktir.
Hep ben kaygısı ve çıkar koruma eğilimi varsa istifade defterindeki notlar yerli değildir.
Ruhunu doğruluk, haklılık kisvesi ile istila eden erdem gulyabanisi, fiilin ve fikrin ameli nihayeti ile kucağına yalnızlık bırakıyorsa, bir ölçme biçme hatası kaçınılmazdır.

Kişi aslından belki hayat bulduğu yerden uzaklaştığında, kurda kuşa yem olur hadisesi bir gerçektir. Cephe değiştiren insanlar hamisiz kalırlar.

Peşin hükümlülük haddi zatında bir felakettir.İnsan kendi çocuğunu işlediği bir suça inanmamak için elinden geleni yapar..kendisini etkileyecek şeylerin riskinden çekinir..iyi niyet beslemeye gayret eder..ancak tüm hayatını subliminal etkileyecek şeytani telkin stratejisine kendini açık hale getirmekten çekinmez…
Yanlış anlamak,istediği gibi kavramak ,görmek istediği gibi görmek de başka bir kırılgan noktadır….vs vs vs…

Değerli dostlar aslında insanın tüm girdiği menzillerdeki mücadelesi iki ayaklı bir mücadeleden başka bir ey değildir.

Bir ayağı..Allah’ı ve icraatlarını ve kurduğu ve işlettirdiği bu düzenden razı mısın?Sana temas eden tüm olumsuzluklara ve akıbetlere rağmen onun ilahlığını garazsız bir hüsnü kabul ile kabul ediyor musun..yarattığı bu alemi,harekete geçirdiği sitemi,ilan ettiği irade eve hakimiyetini,yaratma fiili ile gösterdiği sanat,ilim kudret gibi halıkıyetine karşı amenna diyebiliyor musun… gibi durumlara samimi cevap verebilmektir.

Diğer ayağı ise ;belki soru atfı aynı görünen ancak ruha nüfuz edecek bir cevabı olmayan,lafzı benzeşmelerin oyalamasında akim felsefi bir cidal nevidir.

Bu ikinci ayağı canlı tutan,birinci ayaktaki tatminsizliktir.Bu kabul soruları ve sorunlarının önünde muhatabın bir istekliliği veya farkındalığı söz konusu değilse,kâr zannettiği bir zarar içerisindedir.

Değerli Dostlar..okumakta ve okunmasında ısrar ettiğimiz,Nur Risaleleri bize yaratıcımızı tanıtan,görüş açımızı genişlendiren,Rabbimizin rububiyeti noktasında ,her şey güzeldir deyip onu isbat eden,görünen çirkinliklerin güzellikleri göstermek için var edilmiş izafi çirkinlikler olduğu isbat eden..dünya menzilini ebedi hayat mezili ile bağlayan..necisin nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun diye en müşkül soruların cevabını veren..Rabbimizin bizden istediği nedir,nasıl bir şuur,huzur ve kulluk beklediğini gösterip,ona itaat etme meylini oluşmasına önemli sebep olan ve mukabele etmeyi,şükretmeyi sevdiren eserledir.
Risale-i Nur okumakla..inandığımızı söylediğimiz şeylerin hakikatleri ortaya çıkar..isim ve sıfat ve şuunatı ile Rabbimizin marifetine yaklaşırız..Onu severiz ve sevildiğimizi hissederiz…
Peygamberimizin hakikati ile ilgili bilgi ve sünnetine uymak noktasında hisse sahip oluruz…
Her an Allah’ın sevdiği şeyleri yapmak için içimizde bir duygu bulur,Peygamberimizin yolundan gitmek için isteklilikle dolarız..
Çünkü Rabbimiz kullarının ;
Kendisinden söz etmesini,
Ona şükretmesini,
Yarattıklarını tefekkür etmesini,
Namaz kılmasını,
Onun rızası için oruç tutulmasını,
İmkanlar nisbetinde,hac ve zekat emirlerinin uygulanmasını,
Bozgunculuk yapılmamasını,
Fitne çıkartılmamasını,
Suz-i zanda bulunulmamasını,
Kendisine dönüleceğinin bilinmesini,
Hesap verileceğini idrak etmesini,
Kendisi ve dini için mücadele edilmesi gibi şeyleri istemektedir.
Elbette bu isteklerin amacı,hedefi neticesi ilahi bir planın içerisindedir.Elbette bu isteklerin muhataplarında şuur olması ve bilerek itaat etmesi bu emrin karşılık bulmasının gereğidir. Malumaliniz aklı olmayanlar mes'ul değillerdir.Demek aklı olanlar mes'uldür ve bu mes'uliyet bağlamında akıllarını bu istekler doğrultusunda kullanmak zorundadırlar..

Yoksa haşa Allah’a kendi var ettiği dini öğretmek hamakatinde bulunmak intihardır.

Güya onun  bilinmek ve itaat edilmek amacının dışında bir gayesi var mış gibi algılamak..bu algıyla içtihatlar yapmak..ortalığı kan gölüne çevirmek İslâma yapılmış bir cinayettir.Aldanmışlıktır..yanlış anlamaktır…Ukalalıktır…

Risale-i nur iman tevhid, haşir ve nübüvvet denkleminde hizmet eden eserlerdir. Allah rızası dışında hiçbir gayeyi hedef edinmemiştir. Kendisi ile yapılacak insaflı mütalaa tüm nazik sorulara cevap verecek kabiliyettedir… Fakat garaz, kin, öfke, tekzip, küçük görme, basite alma, alaycı yaklaşmaya cevap vermeye tenezzül etmemektedir. Çünkü gayesi yüksektir…

O’nun hakikate müşteri olmayana verecek bir şeyi yoktur..istemeyene karşı yeterli değildir..talip olmayana eksiktir..adavet eden için çelişkiler doludur..onu önemli görmeyen için değersizdir..insafsız nazarla yaklaşan için hatalar doludur…Baştan sona kusurludur..okunmaması lazımdır…

Değerli dostlar;

Nurları anlamak ve yaşamak için iki önemli esas vardır..
Birisi:Masanın bu tarafına oturmaktır..
Diğeri:Asla vazgeçmemektir..

Yaratılan tüm mevcudat kendilerine koyulan program ve istidat ile hayat başlarına ne açarsa açsın hiç vazgeçmezler. Çekirdek çatlamaktan, yaprak sararmaktan, sel akmaktan, güneş çıkmaktan, filiz sürgün vermekten, doğmak ve ölmekten ne pahasına olursa olsun vazgeçmezler. Onları anlamlı kılan ve onlardan anlam mahsulü alan hakikat budur.

Allah Resulü  A.S.M vazgeçmemiştir..Sahabeleri vazgeçmemiştir…Bediüzzaman vazgeçmemiştir..İmamı Gazali vazgeçmemiştir..İmamı Azam vazgeçmemiştir..Abdülkadir Geylani vazgeçmemiştir..nur talebeleri  Bediüzzaman’ın tabiriyle,yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde vazgeçmemişledir. Sizde ne olursa olsun vazgeçmeyenlerden vazgeçmeyin..vazgeçmenizi söyleyenler ,vazgeçenlerden başkaları değildir.Çünkü bu vazgeçişi  hazmetmenin başka yolu yoktur.

Evet dostlar..imtihan her yerdedir..her an devam eder..Kazanıp kazanmadığımızı anlamak için ..yukarı dada değindiğimiz gibi..bir elimize bir de kalbimizde ne var diye bakacağız…

Eğer fikrimiz,Rabbimizin bizden ne istediği ile meşgul değil,hareketlerimiz onu razı etmek üzere değilse..sadece konuşuyor bir kalıcı sonuç elde edemiyor bir visal coşkusu taşıyamıyorsak ..mutlu değilsek,bir güven hissetmiyorsak,endişe içinde günlerimiz geçiyorsa,ne yapacağımızı bilmiyor bir hedefimiz yoksa,insanlar bizden uzaklaşıyor sevgisizlik hissediyor ,yalnızlaşıyorsak,dostlarımız kayboluyor ve biz sürekli mazeretler üretiyor birilerini suçluyorsak bir şeyleri tekrar değerlendirmek (istersek) acil ve kaçınılmazdır….

Selam ve dua

..



7.11.16

Kat’iyen bil ki,

Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi,iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz.Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra,esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?

İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur…


Risale-i Nur / Mektubat

26.10.16

EBCED, HEVVEZ, HUTTİ VE RASTGELELİK

Hazırlanmış bir sofranın üzerinde, sözgelişi, 10 çatal, 10 kaşık, 10 tabak gördüğümüzde, bu sofraya 10 kişinin oturacağını yüzde yüze yakın, kesin bilgi ifade eden bir tahmin yürütürüz. Çünkü kesin bilgi edinme yollarının başında gelen, vahiy kaynağının dışında, gözle görülen husustur. Semavî kimliği belli olan Kur’an sofrasında serilen ve akla hitabeden tevafuklar, söz konusu misalden çok daha açıktır. Ve buraya davet edilen hikmet misafirlerini, birer ilâhî işaret olarak kabul etmek gerekir. 
Yine, bir ifadenin içerisinde yer alan kelimelerin diziliş şekilleri ve harfleri, o ifadenin anlamına ne kadar yakınsa, münasebet ipçikleriyle ne kadar  bir örgü kurabiliyorsa, o ifadenin ulvileşmesine o ölçüde katkı sağlar. Bu husus, Belağat ilminin önemli bir kaidesidir.  İşte, Kur’an’ın kelime ve harflerinde değişik şekilde görülen tevafuklar, doğru olarak gösterilebildiği ölçüde, birer belağat ve birer edebî sanatı ifade ettikleri gibi, aynı zamanda gaybî haberler veren birer işaret lambaları görevini görürler.
Ebced hesabının menşei hakkında farklı rivâyetler vardır. İslâm öncesinde 22 harften meydana gelen ve “Ebced, Hevvez, Hutti, Kelemen, Sa’fez, Kareşet” kelimelerinin sayısı olan altı rakamı gözönünde bulundurularak, Medyen hükümdarlarından altı kişinin adı, İlâhî isimlerin altı anahtarı, hafta günlerinin adı v.s. gibi kesin bilgiyi ifade etmeyen değişik rivayetler sözkonusu edilmiştir.    Tâhirü’l-Mevlevî’ye göre, Arap ebcedinin İbranî ve Arâmî alfabesinden alındığına şüphe yoktur.  Nitekim Arap edebiyatının ünlü isimlerinden Müberred ve Sîrâfî gibi âlimlere göre de Arap ebcedi, yabancı menşe’lidir.
Ebced düzenini, ‘Arap alfabesinin ilk tertibi; harflerin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi ‘ şeklinde tarif eden Türkiye Diyanet Vakfı tarafından çıkarılan İslâm Ansiklopedisinin verdiği bilgiler de,  bu sistemin, İbrânîce ve Ârâmîce’nin de etkisiyle Nabatîce’den Arapçaya geçmiş bulunduğu ve Hz.Peygamber devrinde de olduğu gibi kullanıldığı şeklindedir.
Keşfu’z-Zünûn’da, cifir ve ebced ilminin, konunun uzmanları olan mânevî ilimlerde derinleşen simalar için bir çok esrarın anahtarı hükmünde bulunduğu ve Hz.Ali tarikiyle özellikle Ehl-i Beyte tevârüs eden bir ilim olduğu belirtilmiştir. Bu ilmin eski peygamberlerin kitaplarında da yer aldığına dair rivâyetlere işaret eden Katip Çelebi,“Bu ilme, ancak âhirzamanda gelecek olan Hz.Mehdî, hakkıyle vâkıf olur” diyen bazı âlimlerin görüşlerine de yer vermiştir.
Bazı oryantalistler tarafından tertip edilen ve Mısır’da tercüme edilerek neşredilen “Dairetü’l-Mearifi’l-İslâmiyye”de belirtildiğine göre, harflerin, rakamlara delâlet etmek üzere kullanılma geleneği, İbrânî ve Arâmîlerde de vardı. Hemze’den, kaf’a kadar olan harflerin, birden yüze, son dokuz harf de 200’den 1000’e kadar rakamlara delalet ediyordu.
Kur’an’da Ebced hesabının  varlığını kabul eden Ebu’l-Aliye gibi alimlerin görüşlerine yer veren Kadı Beydâvî, onların dayandıkları Ebcedle ilgili meşhur hadisi kabul etmiştir. Ancak Hz.Peygamber’in onlara karşı gösterdiği  davranışın, onların söylediklerini kabul ettiği anlamına gelmeyeceğini aksine onlara karşı gösterdiği tebessümü, onların cehaletine karşı bir tepki olabileceğini vurgulamıştır. Bununla beraber, Kur’an’da Ebced hesabının varlığını kabul edenlerin, kabul gerekçelerini şöyle özetlemiştir: “Her ne kadar ebced hesabı, yabancı kaynaklıdır, fakat, Araplar dahil insanlar arasında, o kadar meşhur bir yere sahip olmuştur ki, âdetâ, yabancı kökenli olan mişkât, siccîl, kıstas kelimeleri gibi artık Arapçalaşmıştır. Onun için onun göstereceği delâletler, diğer Arapça ifadeler gibi makbuldur.”
İbn Aşûr gibi bazı âlimlerin bildirdiğine göre, ebced hesabı, kadim zamandan beri kullanılagelen bir sistemdir. Hz.Davud’un kitabındaki bazı neşideler bu hesabın simgelerini taşıyor. Yine Romalıların bu sistemle rakamlar kullandıkları bilinmektedir. Bu sistemin Araplara, Romalılar veyahut Yahûdiler tarafından geçtiği tahmin edilmektedir.  İbn Aşûr, mukattaat harfleri ve ebcedle ilgili rivâyet edilen hadîsi anlatırken “Hz.Peygamber’in onlara karşı diğer bazı harfleri zikretmesi O’nun bu harfleri ümmetin ömrü için birer işaret kabul ettiği anlamına gelmez.” şeklinde bir değerlendirme yapmıştır. Ancak kendisi, hadîsin sıhhati konusunda bir şey söylemediği gibi, ebced hesabını inkâr ettiğini gösteren bir ifadesi de sözkonusu değildir.
Hâkim‘in Müstedrek adlı hadis kitabının tahkikli neşrini gerçekleştiren Yusuf Abdurrahman Maraşlı, söz konusu kitap için hazırladığı fihristin mukaddemesinde “ebced” konusuna da değinmiştir. O’na göre, İslâm öncesi dönemlerde Yahudî ve Hristiyanlar tarafından kullanılan ebced sistemi, İslâm’ın zuhûrundan itibaren yaklaşık bir asır kadar eserlerin tertibinde kullanılmış daha sonra terkedilmiştir. Fakat, “ebced hesabı”, bir matemetik sistem olarak, tarih boyunca kullanılmaya devam etmiştir.  Daha önce 22 harfden oluşmuş bu sisteme müslümanların işi ele almaları ile, peltek se, hı, zel, dad, zı, ğayın” harfleri ilave edilmiş ve sayı 28’e ulaştırılmıştır.
Muhammed Hamidullah’ın görüşü de şu merkezdedir: Ayın 28 menzili gibi, Arap alfabesi de 28 tanedir. Bunların her biri 1’den 1000’e kadar rakamları ifade eder. Sûre başlarında bulunan hece harfleri ise 14 tane olup yüksek mânâlar ifade etmektedir.
Güzel bir tevafuktur ki, Ebced sisteminin asıl adı olan “Ebû câd”kelimesinin matematik değeri, 17’dir.  İslamın ortaya çıktığı sırada, Mekke’de yazı bilenlerin sayısı da 17’dir.

20.10.16

Duaya Ulaşmak

Dua tam bir ibadettir..Hz Muhammed Aleyhisselatu vesselam…

Dua bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir.(kulluğun büyük sırrı)

Belki ubûdiyetin ruhu (Allah’a CC kulluğun,hayat kaynağı,cevheri,canı) hükmündedir.Bediüzzaman

Duanın şe’ni,(özelliği) terdad ile takrirdir.(tekrar ile sağlamlaştırma) Bediüzzaman
........
Allah’a CC verine fıtraten verilen misaka sadık kalmak uzun soluklu ve daimi bir durum, hayatlı bir daire, titiz yaşanılacak bir ömür çizgisidir.
İbadet denilen hakikat,yaratan ve yaratılan arasındaki münasebeti karşılıklı bir konumda tutan yegane yoldur.Muhtelif şekli olan ibadetin şuurlu dili ise duadır.Gizli, açık seslendirilen isteklilik hali..düşünceyi,arzuyu itiraf eden,hal ve kal’e tercüman olan aracı fiil duadır.
İnsan kendini ne kadar tanırsa acizliğinin ve fakirliğinin farkına varır.İhtiyaçlarını kavrar.Gereksinimlerini giderecek bir yol arar.Çünkü insanlığı kaybolmamış bir insan,Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle ;” İnsan insaniyete layık bir şerefle yaşamak ister”…
Biraz daha akıl yürüten bir insan maddi manevi ihtiyaçlarını nasıl tedarik edebileceğini düşünmeye ve taharriye başlar.Bir çok sebep dairesinin kapısını çalar…
Ve sonunda “isteyende aciz kendisinden istenen de” buyrulan hakikatin kapısına yanaşır…Esbab yolunun bittiğini anlayan veya sebeplerin mahiyeti asliyesini kavrayan bir iz’an “Esbab ise bahanelerdir, vesait de perdelerdir” penceresinden nefes almaya başlar…
Tüm bu iletişim ve etkileşim bir birine bağlı olan; iman, tanımak bilmek, sevmek üçlüsünün sonucudur.
Bir maliki, yaratanı olduğuna sağlam iman etmemiş birisinde, onu tanımak merakı oluşmaz. O’nu tanımak merakı oluşmayan bir inanç ise taklidi ve örfi bir inançtır. Zayıftır, hatalıdır, tehlikelidir.
Ancak yaratanın varlık ve birlik delilleri ile hüccetlendirilmiş olan bir iman..iman sahibinde tanımak,bilmek hissini ve sevkini meydana getirir.Bu nedenle sonsuz bağ ve bu bağlar arasında hadsiz ilişkileri olan bir münasebeti,bildim,buldum zannetmek ;küçük bir lem’ayla kifayet edip ışığın kaynağına ulaşamamak anlamına gelir.
Daha yok mu? Yaklaşımıyla genişleyerek yürümeye devam eden bir isteklilik ve ilgi bilmek tanımak ufkunda, sonsuz nur bulmaya neden olur. Muhatabı hakkında elde ettiği her bilgi,ulaştığı her nimet,aklını,kalbini,ruhunu olgunlaştırıp kamil bir noktaya doğru çekecektir.Bilmek ve bilinmek denge noktası ise bir çok sırrı,muhabbetti,aşkı ve vuslat iştiyakını netice verecektir.
İşte dua bu bilmek bilinmek denge yolculuğundaki tekellümdür.Konuşmaktır.Arz-ı haldir.Talepleri,edepleri ifade etme aracı,sevgiyi ilan vasıtasıdır.Razılık ilamını hadsiz nazarlara açan ve temaşaya davet eden,kulluk mayasının gereğinin teşhidir.
Yani aslında dua,yakın geleceği ilgilendiren bireysel talepleri elde edebilmek için bir usul olmaktan çok daha yüksek bir değere sahiptir.
Ve dua,edilen muhatabı itibariyle hakiki ihtiyaç,iştiyak ve samimiyete ve istenilen şeyin değeri ile ilgili bir denkleme de sahiptir.Bazı dünyevi meseleler duanın temas edebileceği her şeyi dikkate alır.Bir amaca uğraşmak,o amaca tayin edilmiş maksad veya fetvaya namzet,yada akıbete düçar veyahut nimete mazhar olanların yaşam dairelerindeki tüm münasebeti kapsar.Bir çocuğun gözyaşına takdir edilmiş şekerlemenin veya bir ailenin sofrasına gelecek ekmeğin temas edebileceği,yağmurdan toprağa,topraktan başağa ilaahir ..bir etkileşim alanına sahiptir.Manzaranın bütününü göremeyen cinayetkar hırsın müdahale talebi meşieti ilahiye tafaından geri verilir.Üstadımızın dediği gibi,Meşieti ilahiye meşieti beşeriyeyi geri verir.Kader konuşur cüz-i ihtiyari susar.
İşte çok istimal edilen “HAYIRLISI”kelimesi kader bezminde hudutları malum olmayan sınırlara müdahil olmaktan edeple içtinap edip teslim olmanın bir ifadesidir.
“Eğer hak onların keyiflerine tâbi olsaydı, gökler ve yer fesâda uğrardı.” Mü’minûn Sûresi, 23:71. Buyrulduğu ve yine üstadın şiddetli ifadesiyle;
“Ey müteşekkî! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’îhevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, nakmet olarak gördüğün şey belki ayn-ı nîmettir? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvâzi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin? Hitabı ile karşılaşır.
Eğer talepte edep olmaz ise bütünüyle bir mahrumiyettir. Çünkü talep dillendirilen bir ihtiyaçtan ileri gelmektedir. Hakikatte bir hak kaybının feveranı değildir.Velev öyle olsa Allah’ın adil olduğunu bilen bir iman teslimiyet yolunu tercih ederek,kaderin adaletini bekleyecektir.Evet bir aczin ve ihtiyacın lisanı olmuş bir lisanın mahviyet ve tevazu içinde bulunması ve ilan ettiğine tevekkül etmesi esastır.
Tereddüt göstermek, delil sorgulamak, acabalar içinde olmak, dua edilen hakkında bilgisizliğe ve inanç zafiyetine delalet eder.
Örneğin; İşitir,bilir.Görür ve lakayt kalmaz…Kudretli ve merhametli..vermeyi sever ve muktedir..kullarının mutlak hayrını ister..yaratan ve yarattığına hakim..her şey onun izni ile meydana gelir..vb bilen bir yakarışın vehimle münasebet kurup çelişkiye düşmesi talihsizliktir.
Evet, duanın dua olabilmesi için, imtihanın kavranması, ihtiyacın gerçekliliği, talepteki içeriğin nefsi zaaf ve isyan, tahammülsüzlük içermemesi, tevekkül ve kanaat ile güven ilkesine sahip olması önemlidir.
Yani ,umumu alakadar eden şeylerde sana göre diye bir şey olmaz.Zaman,zemin,mekan etki alanı,diğer haklar veya haksızlıklar,takdirler,sonuçlar vb çok geniş bir daireyi içine alan durumlar göz ardı edilmemeli.Kişi kendince ihtiyaç gördüğü şeyleri ve talepleri uygun bir üslupla dile getirip neticeye kanaat etmeli..olursa nurun ala nur..olmaz ise vardır bir bildiği deyip..durumu muhabbetle kabullenmeli..
İnsanların konumları karıştırmaları öncelikli meselelere yer değiştirdiğinden,beka yanında sinek kanadı kadar değeri olmayan bir dünyanın işlerine ,kırılacak camlarına elmas bahası verildiğinden,kendilerini ilgilendirdiğini düşündükleri boylarından büyük şeylere gözlerini dikmiş,severek isteyerek kendi olumsuz akıbeti için dilekte bulunabiliyor.Oysa kabul olmadığını düşündüğü dualarına yön değiştirip;
Hakiki geleceğimi zenginleştir..
İman selameti ver..
Rızanı kazanmamı nasip et..
Emaneti bir hakkın eda edebilme,sana ulaştırabilmeme yardım et..
Beni kötü huyladan ve günahların arkadaşlıklarından kurtar..
İlmimi arttır..imanımı arttır..
Seni sevebilme kabiliyetimi genişlet,sevdirebilme hizmetleri içinde bulundur..
Doğru ahbablar ve dostlar lutfet..
Cennetine al..âmin gibi isteklerde bulunsa talebin doğruluğu ve ihtiyacın realitesi itibariyle,ilme,imana,hizmete dair şeylerdeki isteklere gelen cevaba kendisi şaşıracaktır.
Mahiyet itibariyle mezra olan bir yere,kalıcı bir nazarla bağlanmak,orada rahata ulaşmaya çalışmak,ona baki bedeller vermeye hazır olmak,müminler açısından Rahmet-i İlahiyeye uygun olmadığından ,zahiren red cevabı ile karşılaşabilir..hakikatte ise merhamet ile baki meyveler verebilir.
Üstadın dediği gibi..Hikmetine itimad etmeli,rahmetini tenkid etmemeli…
Bazen ise çok ısrar kerhen bir takdire rast gelir..bir elde edilir bin kaybedilir..el iyazu billah…
Konuya girerken paylaştığımız dua ve ibadet ilişkisi ile ilgili konuları nazara almalı.Duayı Rabbimizi tanımaya vesile yapmalı.Yoksa hakkında hiç bir şey bilmediğimiz,isim ve sıfatları hakkında bir ilme,hangi icraatı hangi sonuca bakar,neyi nasıl verir,ekser faaliyet tarzı hakkında bir görüş ve birikime sahip olmadığımız,sevgisinden,güzelliğinden,cömertliğind en,adaletinden,takdirinden emin bulunmadığımız ,zenginliğinden birhaber kaldığımız,itimat etmekte teraddüt yaşadığımız,onu razı etmek hususunda bir titizlikle davranmayışımız,ibadetlerimizdeki eksiklikler,emirlerine gösterdiğimiz hassasiyet yoksunluğu ile ..şunu ver..bunu ver..niye vermedin gibi bir gaflete düşmek feci bir sonuç olsa gerek… Doyma yeri olmayan bir yerde doymaya çalışmak ne kadar boş…
Evet kısaca neyi nasıl isterim den çok önce, dualarımla Rabbimden kendiyle ilgili bana bahşedeği marifetten ve mağfiretten ne dileyebilirim.Onu ve kendimi nasıl tanıyabilirim.Benden ne istediğini nasıl öğrenebilir ve nasıl karşılık verebilirim gibi..duayı O’nun yakınlığına kavuşma vesilesi yapmalı…
Temelleri olmayan veya zayıf olan hiçbir bina sağlıklı değildir.Doğru talepler,duanın kabul şartları risale-i nurlarda ve bir çok alim ve kaynaklarda vardır.Bu bilgilere ulaşmak kolaydır.Ama duaya ulaşmak bambaşka bir şeydir.
Herkesin iman ve marifeti nisbetinde kendine ait kelimeleri oluşur.Duasının kendine özgü bir dili ve rengi meydana çıkar.Kendi sesi ve iniltisi dileklerini şekillendirir.Ne zaman ki insan,parmak izi gibi,kimseye benzemeyen yüzü gibi,kimsede olmayan hisleri gibi sözcüklere kavuşur..işte o zaman duaya ulaşır.Sevilenlerin dualarına kendi dualarını karıştırır,öğretilenleri ikrar ile tekrar ederek sağlamlaştırır..Asıl matlup,maksad,kendini gösterir.
Kısaca makul duada devam duaya olan sırra bir yolculuktur.
Dua ile elde edilen neticeden daha önemli olan dua edebilecek bir imana sahip olabilmektir.
Yine dua ile elde edilecek şeylerden daha önemli olan şey, dua edebilecek birinin kulu olabilmektir…
Evet sevgili dostlar duaya ulaşabilmek niyetiyle hoş kalın……….

İstemek Güzel Şeydir...

Hayat memat yaşar insan…
İki aralık bir derelik yerler ve bir birinden garip menzillere de uğrar. Dolu dolu ve coşkun anların yüzünde ve yüreğinde bıraktığı hoşnutluklar olduğu gibi yüreğini ezen gönlünü bizar kılan zamanları da olur.
"İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir."
Buyrulduğu gibidir kısaca…
Ömür apartmanının her katında iniş ve çıkışların ve geçici konaklamaların, yani her bir adımın kendine mahsus bir etki ve tepki karşılığı vardır.
Ve insan her hadisenin durumuna göre ayrışır hayattan. Bütünüyle kendine dönük bir açıdan kendi dünyasına bakar.
Dimağında, kalbinde, ruhunda ne var ise onunla karşılar gelenleri. Bilmekle şekillenen davranış biçimleri, güvenli bir mukabelede bulunurken, bilmemekten gelen tutumlar endişeli ve telaşlı bir şekilde ortalığı velveleye verir.
Her hadisenin kendine özel karşılığı vardır. Hayatın her yerinde ve her ihtiyacın giderilmesinde adeta ona tahsis edilmiş bir çözüm ünitesi bir tedarik merkezi bulunur. Acıkınca yemek yenilir. Üşüyünce ısınılır. Uyku gelince uyunulur. Hastalık gelince şifahaneye gidilir gibi…
Bazen konuşmak ister insan bir dost ve arkadaş aranır. Bazen bir emele ulaşmak hisse hissesini ister istemekten uğruna neler feda edilir.
Bazen hayallerin önü kesilir bir şeylerle insan üzülür,boynu bükülür.Her hedefin sebeplerle ilişkilendirildiği bir esbab dünyası yol keser bazen.Cansız hayatsız bir çok engeller veya müracaat isteyen şartlar oluşur önünde.Her biri bir perde veya aşılması gereken engel yada ulaşmak istenilen noktaya bir merdiven görevi yapar.Ve öyle halleniriz ki onlarla ,hakiki tesirin geldiği noktaya kör olur,vasıtaları azl etmekte zorlanırız.Veya onların kullanılmasının hakkını veren bir nazar bir teşekkür ve üzerlerini aşan bir şükürle veda edemeyiz olan bitenin olup bittiği yerde.
Ve insan bu döngüye alışır.Bu dönencenin varlığından uzak açılara yaydığı halelerden bihaber kalır.
Varlığı içinde var olmasına karşı var eden bir yöne kalbi hızla atarken, yeknesaklık ve ülfet o pervazın üstünü örter. Duygular Gülleşmeden küllenir.
Her gidişin “Nereye”sorusu vardır aslında..Her isteğin “Ne için”sorusunun olduğu gibi…Her beklentinin bir bekleme süresi intizarında gizlidir.
Her umud edilenin “Ne olduğu ve Neden olduğu,ve Neden olacağı”şeylerde onun mahiyetinde iç içedir.
Fakat arzular o kadar telaşlıdır ki yol lambalarını ayrıntı görür.Ona lazım olan rehberlikleri hafife alır,söz dinlemek istemeyen körlüklere kapılır ve koşarak kendinden uzaklaşır.
İnsan bilerek ve bilmeyerek..Yada kendisinin bilmediği ama bilenlerin hazırladığı çukurlara düşer.Ve bütün dünyanın iki akım arasındaki çatışmanın meydanı olduğunu unutuverir.
Garip garip taraftarlıklar sahibi olur. Bulunduğu safın nerede olduğunu fark edemez. Didişir bir şeylerle ve kapılıp bazı cereyanlara birçok talihsiz söz söyler.
Aslında nasıl giderse gitsin ve nereye giderse gitsin oradan geriye ol gelmese de başladığı noktaya hep bir şeyler döner.Ya o yolda kullandığı eşyalar veya hatıralar ve defterine doldurduğu satırlardır..Döner ve ömürün heybesi içine ebedi bir seferin azığı olarak konulur.
Çok defa hesaba çekilmeden kendini hesaba çekmek, büyük bir kitaba haşiye olan bu defterin yeniden düzenlenmesini ve silinip aklanması sağlayan muhasebelerdir.
Konu kişi tarafına hassaslaştıkça ve amaçların kullandığı araçların beceriksizliği gün yüzüne çıktıkça İnsan bir başka bakmaya başlar dünyaya.
Her şey bir terkin üzerine müessestir mesela.
Her neye ulaşılırsa ulaşılsın üzerinde bir fena damgası vardır. Geçicilik denilen gerçek her şeyi kuşatmıştır.
İnsanın başını döndüren her ne ise zeval ile malamaldir. Buyrulduğu gibi
Ya onun ömrü ya da insanın ömrü kısadır.
Ve İnan sevdiği şeyleri bekaya kalb etmenin yollarını arar ilaahir……..
Ve insan ellerini açar;
Ve insan her hadisenin ve koşulun şartlarının oluşturduğu duruma göre ister.
Bazen verilir istekleri. Bazen gizlenir. Bazen ötelenir ötelere…
İsteyen ve istenen arasındaki isteklerin aslında ne olduğunun önemi, diğer bir öneme göre pek önemli de değildir.
Dilemek ve dilenmek arasında kurulan bu köprünün altından ve üstünden neyin geçtiğinin de bu kavle göre pek önemi yoktur.
Burada isteyebilmek esasına dayalı teveccühe kavuşmak visalin en ehemmiyetlisidir.
İnsanın, maksat ve matlapları ne olursa olsun ve hangi talebi yerine gelmiş hangisi gelmemiş bulunursa bulunsun, isteyebilmekle en son elde ettiği şey;
bir Vedud incisidir.
Velhasıl “İstemek ne güzel şeydir”…

Güzelliğe dair

Her güzellik her insana başka bir açıdan görünür..O güzelliği o açılardan görebilen göz ve his sahipleri,kendi bakış açılarına ve duygu dünyalarına göre o güzellikten hisse alırlar.
Güzelliği görebilen ve hüsnü hissedebilenler,kendilerine akseden cemalden kendi kemallerine yürürler.Güzel görmüşlerdir,güzeli görebiliyorlardır güzelliği anlayabiliyor ve güzelliği güzel olarak hissedebiliyorlardır.Ve kendi güzellerine sadıktırlar..Onun güzelliği ile baş başa kalırlar.O güzellikten nebean eden güzelliğin cilvelerine meftun bir şekilde her şulesine,her şuaına,her ihrakına ki muhabbetin meczini oluşturan hararetlerdir,onlar o cazibenin etrafında celb edilmiş bir manevra ile maveraya pervaz ederler.
Herkesin güzelliği kendinedir. Herkes kendi güzelliği ile baş başadır. Kalbinde o güzellik pırıltısını parıldatan hüsne olan kabiliyetlerini şükrederek, iradesiz mazhar oldukları bu letafeti bozmamak ve kaçırmamak için nazik ve dikkatlidirler.
Güzelliği hissetmek, idrak etmek, iz’an etmek iradi bir zorlama değil, fıtri bir meyilden ibarettir. Fıtrat hüsne âşık, kemale meftundur.
Güzelliğin güzel olması o güzelliği takdir edebilme ona ram olabilme, onun peşinden gidebilme, ona perverde olabilme, onun etrafında pervane olabilme, onun aksi nuruyla kendinden geçebilme özelliklerine haizdir ki, fıtratları su-i istimal olmamış gönüller, kalpler ve ruhlar ve akıllar, kendilerine göre teçhiz edilmiş muhibbi özellikler ile güzelliğe teveccüh ederler. Dolayısıyla güzelliğin varlığından tezahür edebilen güzellik sevdası, görebilme ve sevebilme yetisini güzelliğin kendine borçludur.
Eğer hakiki bir güzellik olmasa güzelliğin aşkı da olamaz…
Dolayısıyla güzelliğin kendisi bir merkez..bir cazibe burcudur..Bütün güzelperestler ise o güzelliğin etrafında dönen sevgili peykleridir…
Onları bir birine bağlayan o güzelliğin bir kaynaktan tuluu ve oluşturduğu hüsnün cazibesidir… Aşıklar o güzellikten nakışlarını çevirseler bakacakları yer, o muhibbilerin o güzellikten kendi ayinelerine olan akisleri olacaktır. Bir birilerine bakmaya başlayan ayineler, kendi içlerinde âdemi bir sonsuzluk ve gölgelerden müteşekkil bir hayal dünyası bulacaklardır.
Ve cazibe bozulur,o aşık seyyareler meczup bir şekilde boşluğa dağılırlar…ve aralarında bir çarpışma bir müzaheme meydana gelir..Güzellikten uzaklaştıklarından düştükleri karanlıklar ve o çarpışmalar onların güzellikleri bozar ve mahiyetlerindeki sevimli manaları soldurur.
Hani meyvelerin kabuklarının soyulmasıyla başlayan kararmalar gibi…
Güzellik ağacın meyvesi, o güzelliği görebilen ve güzelliği taşıyabilen güzelliklerden ibarettir. Dalından kopmuş her hüsün, cildi soyulmuş bir meyve gibidir.
Eğer o meyve var oluş köklerine bağlı kalsa,sadakat ve kanaat ile olgunlaşsa bir güzellik çekirdeğini rıza ve hoşnutluk bahçesinde nurani bir toprağa bir güzellik olarak düşecek ve o çekirdek için ebedi semereler verebilecek bir Şecere-i Ahsen şekline girecektir…

Bilmek

“Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

Bilgi ve bilgisizlik ve ilimsizlik neticesinde görünen cehalet ve körlük gafletli bir hayatı insanın önüne koyar ve yaşamak sofrasına getirir.
Hakkında her bilinmeyen hakikat, birçok şeyin tesiriyle çeşitli renk ve boyalara girer. İnsan fıtratında olan arayışlar ve tanımak temayülleri ilmi olan tarifnameler ile teskin edilip doyurulmazsa başka şeyler açık kapıdan girer.
Felsefenin zehirli kısmı, hayallerin kurguladığı ucube tanımlar, hikâyeler, tasvirler ellerinde çaputları getirip fikrin ağacına bağlarlar. Semeresi faraziyat evham ve şüphe olan bu ağacın dallarına bağlı tüm yargılar, hadler zamanın tesirli rüzgârlarına göre hareketlenir. Kısır ve akim bir şekilde ömrü tüketir gider. Meyvesiz bir hayatı dünyeviye ve uhreviyeyi netice verir.
Hem herkesçe bilmemenin dehşeti bir derece bilir. Çünkü bilinmesi gereken şeylerin bilinmemesi, o bilgiye ihtiyacı olan birisini karanlıklar ve çaresizlikler içine hapseder.
İnsanın bilgi ve bilgisizlikle olan mücadelesi hayatının en büyük mücadelesini oluşturur. Şeytani fikirlerden neşet eden bütün olumsuz düşünceler, evham ve vesveseler insanı cehalet tuzağına doğru çeken önemli stratejilerdir.
Vazifelerin yapılmaması, öğrenme duygusunun hareketliliğinin sağlanamaması, doğru hedeflerin karşısına çıkan maniler ve engellerin şaşırtırcı yönlendirmeleri insanın atıl ve verimsiz bırakılmasını temin etmek açısından şeytani ve nefsanî hileleri içermektedir.
Özellikle şeytanın yaptığı hamlelerde kendini gizlemesi hatta varlığını inkâr ettirecek kadar desiselerini örtmesi. Bütün menfi düşünce ve hareketlerin sebeplerini kişilere zamana ve olaylara taksim etmesi insanın düşünce tarzında sadece vesvese ve evhamların hâkim olmasını netice verir.
Fikir selametini kaybeder ve türlü harici yönlendirmelere açık düşer.
Bu harici yönlendirmelerin en önemli sistemi, bir noktaya dikkat çekerek, konunun bütün irtibatlarını kesmek suretiyle, olayın veya oluşturulmuş düşüncenin merkezine sürekli tahşidat uygulamak şeklinde yapılmaktadır.
Eğer insan içinde olduğu durum itibarıyla vaziyetini tahlil edemez ise şeytanın ve nefsinin elinde oyuncak olur.
Genel olarak insan dünyasının hedef olduğu fikri veya hissi taarruzlara mukabele edebilmesinde iki şekilden söz edebiliriz. İnsanın iç dünyasına ait vesveselere karşı lakayt kalması bir çözüm olarak ifade edildiği gibi, mahiyetini bilmekle yapılan mukabelenin ilmi olan bir savunma sistemi de vardır. Lakayt kalmak önemsememekte bilmenin eseridir.
Üstadımız Bediüzzaman’ın dersinde ifade ettiği şekliyle;

“Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

İlme karşı lakayt kalmak bütün desise ve evhamın merkezi olmak anlamına gelir. Bilenle bilmeyenlerin farklılığı, doğu ve batı kadar bir mesafeyi ifade eder.
Bu meseleyi biraz etraflıca düşündüğümüzde ve genel anlamıyla izlediğimizde cehlin etkilendiği tüm konuların bazı meselelere mahsus olarak bir yoğunluk oluşturduğunu görebiliyoruz.
İnsan direnişini kıran ve onu mağbup eden şeyler bilmediği konuların üzerinde olmaktadır. Yada bildiği konuyu irtibatlı olduğu diğer hakikatlerden ayırarak lokal olarak zayıf düşürme şeklinde olmaktadır. Nazarı bir noktaya hasrederek orada körlüğünü sağlamak şeklinde tezahürleri vardır.
Bu vesveslerin, diretmelerin, şüphelerin her biriyle birer birer uğraşmak, öncelikli olarak, başarılı bir neticeyi getirmekte pek doğru bir çalışma şekli değildir. Çünkü bütünlük irtibatı tesis edilmemiş kısmi bilmekler, hakikatten koparılmış parçaların o taarruzlarda mağlup olmasını iktiza edecektir.
Bu nedenle insan bilmek noktasında kendini ilgilendiren konularda bir bütünlüğe hâkim olmalıdır. Örneğin; Duçar olduğu vesveselerin taarruzların büyük bir hakikatin şubelerine yönelik olması, stratejinin merkeze doğru ilerleyişindeki karakol baskınları olarak adlandırılması mümkündür.
O taarruzlara karşı karakollar ile merkez arasında bir iletişim yönetimi ve merkezi bir koordinasyon gerekmektedir ki; şubeler arasındaki dayanışma ve ortak savunma o virüs yaklaşımlarını bertaraf etsin.
Akıl, kalp ve sair letaif arasında bu irtibat her bir latife ve hassanın kendine münasip cihaz ve silahlarla donatılmasıyla mümkündür. Her bir hassa ve latifenin kendine münasip bir ilmi ve hissi bir cephesi bulunur.
Aklın mesaili ilmiye ile olan münasebeti onu deliller ile donatırken, kalbin o deliller mesamatından doğan öz kaynaklar ve fıtri olan temayülleri ile marifetten gelen ve yapısıyla örtüşen eczalar ile sarsılmaz bir istinad bulabilir. Vicdanın yapısal niteliği, ruhun mahiyetindeki irtibat ve insanın tümüyle olan alakadarlık ve varlıklılık imtizacını organize edecektir.
Kısaca insan insanlığına ait ilimleri bilmek zorundadır. Buyrulduğu gibi; ilimlerin şahı padişahı iman ilmidir.
Çünkü Üstadımızın ifade ettiği gibi kâinatta en mühim mesele imandır… Kâinattaki en mühim mücadele iman ve küfür arasındaki mücadeledir. Bu mücadele ise çok cephelerde yapılmaktadır.
İnsanın bu mücadelede ayrıntı olarak savaşması veya başka başka cepheler açması onun bu savaşı kaybetmesine sebep olabilir. O nedenle yukarıda da ifade edildiği gibi merkezi kuvvetlendirmek, iletişim koordinasyonunu sağlamak için gerekli ilmi jojistik sistemini oluşturmak gerekmektedir.
En etkili kaynağın gayet dikkat ve ciddiyetli bir takiple kullanılması, Bilginin depolanması, mesai ve uğraşların aksatılmadan ve devamlı bir şekilde temin edilmesi, marifetin ilim musluğundan sağılmasını tedarik etmek, sürdürülebilir bir mücadeleyi Biiznillah galibane tesis edecektir.
Üstadımızın tevhidi kıble ederek Ku’andan aldığı bu dersler..Yani risale-i nur eserleri ilmin bütün meratibiyle stratejik yapısının, dünya ve ukba cihetlerinin gereklerini,levazımatını,ihtiyaçların terkiplerini ,insanın bütün hassa ve letaifine sunmaktadır.

Derki;

"İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir."
Yine der ki;

……..hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.
Ve Rabbimiz Der ki;

“Rabbim! İlmimi arttır” de. (Tâ Hâ Suresi, 114. Ayeti Kerime)

“Rabbim! İlmimi arttır”Amin…

Selam ve Dua…….

Leyl/Nehar

Kinini kitaba uzattı..
Dikenli sözler söyledi…
Aklıyla sürtüştürdü kelimelerini..
Durmadan konuştu…
Konuştu…
Dünya döndü..dönüyor da..
Aldırmadan…
Gocunmadan döndü…
Başkaları da vardı..Biraz öncekilerden,biraz sonrakilerden..Kadınlardan,erkeklerden ve cinlerden, ifritlerden, şeytanlardan da vardı..
Gizli açık konuş...anlar..Odalar arkasında,şişe dibinde,gecenin bir köşesinde,izbenin içinde,hamamın bir yerine sinmiş..eski bir eteğin,kalın bir ceketin cebinde konuştular…
Hapishanelerde, hastanelerde, döşeklerde konuştular…Ezan okundu,çan çaldı,büyü yapıldı…Cinayetler işlendi..Birileri doğdu..Köpekler kedi yavrularını emzirdi…Sırtlanlar ceylanları parçaladı..Yağmur yağdı,çiçekler açtı,çok yağdı sel oldu..Buğdaylar,sığırlar boğuldu..duvarlar yıkıldı..Filizler çıktı taş yarıklarından…
Dünya döndü…
Mızraklı bir kin öfkelendi..Yaylı bir fikir gerildi asumana..Delirdi nefretin gayri meşru çocuğu…
Evvelki adam gökyüzüne ok attı..
Sonraki adam kurşun sıktı..
Sözler,satırlar,sesler,demirler,zanlar,savlar,tezl er,okkalı kahveler,müstehzi mimikler,alaycı imalar,göz kıpmalar,dedikodular ,Her şey düştü..hiç bir şey tutunamadı sarkıntılık ettiği yerde..
Adımlar,gölgeleriyle adamlar düştü toprağa..
Selâ okundu,Bela okundu..
Dünya Sessiz sedasız döndü…
Sol yanında açılıp okunacak bir defterle, Adam çürüdü… Kadın çürüdü… Çocuk çürüdü…

....................

Büzüştü adem..âdem diz çöktü…Gündüz oldu..gece oldu..Önce gündüz,sonra karanlık öldü…
Başını göğsüne,çenesini bahtına bastırdı..
Yüreğinden su yürüdü gözlerine..
Dilek ıslandı,
Niyet ıslandı,
Dua ıslandı..
Bilmiyorum dedi adem..Bilmediğini öğrendi…
Yalnızlıktan,korkudan,yalandan dolandan konuştular biraz..Bir iki tükenir kalemle tükenmez şeyler yazdı…
Birkaç satır tutmadı..
Boşluğun boşluğuna vurd...uğu seslerden çınladı sessizliğin kulakları, O’dan başkası duymadı…
Şehrinin anahtarını verdi gelenlere..
Önce kütüphanelere girdiler..En bulanık nehrine zamanın bütün kitapları,fasikülleri,ansiklopedileri,Cd’leri midileri sulara bıraktılar.Kalan yığıntılardan kocaman bir ateş yaktılar..
İbrahim’i bekleyen bir ateş…
Kocaman mancınıklarla hiçliği orta yerine atılacak bir ateş…
Fikirleri tutuşturacak bir ateş..
Perdeleri uçuşturacak bir rüzgar..
Dingin yağmurlar da peşinden…
Karanlığı zincirle çekip, uykunun göz bebeğinde uykuyu uyutup yalınca ayakta durup, baş açık el açık, gönül açık yığılıp kalınacak ahir zamanlardır feleğin gör dediği…
Kendine sus dedi adem..Susturdu tüm konuşanları âdem…
Canlı cansız yayınları..Ölü diri bültenleri..kenar köşeye serpiştirilmiş öteberileri..Kal’den kelamdan sonu “dur,dır,dir diye biten rivayetleri…
Kendi yokluğunu gammazladı kendine adem..nar’dan çatılmış kürsüye yürüdü..aleve boy verdi…
Alnını yere koydu âdem…………………………………………………………..

Siyah Noktalar

Takatin boynu bükülür..ne kadar masum ve ne ile yorgundur ayrı bir muamma…

Fikrin ellerini dimağın şakaklarına yaslayıp daldığı karanlıklar baş belası…Yol geçen hanı ile maruf bir lümmeden muzdarip bir kalp inler örs sesleriyle..darbeler iz’anın sinesini siniye çevirir…

Meşumiyeti her yakayı tutmuş ve haklıyız meramı payimal ederken…

Ayrılıp gitmiş bir ünsiyet,esbaplarını toplamış bir istinad,bariz bir yalnızlığa demir atmış bir istimdat..Cehennem dönmüş bir burudet..uzaklık yangınları kıvılcımlarıyla sırça sarayı tutuşturmuş…

Gizlenen gizlenmiş..sırrın tesellisi de yok..zannın bin türlü belası ve veba gibi sarılmış yakarışların gözleri..âma çırpınışlar istigaseleri hedmediyor.

Karilerin fehmedemeyeceği serzenişleri dökülüyor parmakların yüzüstü sürünüşlerinde…

Abdestsiz ve özürsüz uzanılan bir gece…Her yanından kuşatımış bir acziyet..

Sema sessiz..yıldızlar dilsizdir…

İ’cazın İşaret ettiği yerdeki bir ahval..Balığın karnına giren esrarı ve kurbun tecellisinde yetim..up uzak kup kurudur kelimeler…

Sakarın serinliğine atfen bir vaziyeti acibe bir zakkum çekirdeğine sürgün verir..Butlanı gönle düşer…

Ne Hızırdan ne hazırdan bir haber vardır.Ne de gavsın kavsinden çakan bir parıltı..Ne de ne nağbudu ne nesteğin ihtizaza getirir ruhu..ne de bir tahassün kendini evhamdan kurtarır..ne de ulaşır kırk kanatlı ulakların taşıdığı mektuplar..yâr yaren suskundur...

Acul bir heyecan yıkar haneyi..

Acil bir yol taharri edilir de teeni ölür…

Echel bir hüküm asar sabrı tam genzinden.

İki damla gözyaşı olsa iyi idi..

İnce bir sızı yol kesseydi alâydı..menamdan ayyuka pervaz eden cılız bir şua olsaydı bari..olsaydı da iyi idi de olmaz…

Mevadd-ı muzzıranın becayiş edildiği sıhhat, seratan bir sekre tutulur..İflas eden müfekkirenin zavvallı tefekkürü efkardan azl olur…

Zavallı zaviye kaybolur yavaş yavaş…

Rüyaların çarpıldığı ceridelerde akibet endişesi..malumat leşleri saçılmış olay yerine…

Fikirler satır aralarında vakur..sadırda uslanmaz bir dilencidir…

Sancı başlar...

Mahdut bir tünelle mülevves bir kabzın arasında kalınır..An anını kaybetmiş..zaman obezdir…

Siyahtır tüm renkler..simsiyah..içinde ki hain simsar sürekli bir menafinin peşinde heder eder olanı biteni..

Dikenler elini kanatır..akıl başa geldi mi diyecek biri olmaz..akıl başa gelmez…
Yavaş yavaş kükürtlü bir toprağa düşer azalar..duygular defnolur,hisler def olur..varisi olunan cürmün curufu bin kez alev alır..dumanlı dumansız alev alır…

Kader de kazası ile efale efal de fiiliyle takdire divan durur.Hükmün mürekkebi ve mürekkebatın tertibi satırda kurumuştur..Atâ da kalan ıslaklık zorlar takdirin mürid iradesini binbir muradla..meşiet meşietin örter üzerini…

Bir türlü arşı süküna,mercii icaba,icabı lerzeye getirecek çığlık bulunmaz…leyl nehar bütün bablar didiklenir satılmışlıkla..beş kuruş etmeyen idrak meteliksizdir.

Başka yerde ise ;gayb ile şuhud adil bir id’i kutlar..Akibet muttaki bir şifadadır..Marziyat zerratı hakikate hâkimdir..Muktezi iktiza hakîmdir…Tesadüf şebekesi mahkumdur..Murettebatı mesrurdur sefine-i mutinin…

Dumanın çıktıyı yerde ise ;biganelik biçarelik ile malemaldir..Delik bir heybe,yırtık bir aba,eğri bir asa ile kalır şehrayinin ortasında…

Eflakın dehrinde dört nala giden felsefe-i hevaiyesi üzerine kan sıçratır..Küçük küçük noktalar mevsimleri küsüfa tuttur..dualar öksüzdür..lisanı lâl olur..Toplanıp içtima edecek cami bir şeyler kalmamıştır.Ferdi ferid letaif savaşı kaybeder...

İçi in doludur alemin..her kuytu tutulmuş her duvara resmedilen suretler aydınlığı perdeler..maksud ,matlup,mabud,mahbub olan adem-i tenezzül ile müstağnidir.

Kusursuz bir firak vardır..Bu kadar kahırlı olur ayrılığın sesi...

Bu kadar kimsesizliktir..Bir o kadar çaresizlik sıbgalıdır umid..Ve ümit en zor günlerini yaşar…

Bir yersiz bakış..Bir önemsemesiz duruş..

Ve aldırmazlık… Koca diritnotları batırır…

Büyük vedialar denizin dibini boylar…

Artık ağrılıdır yaşamak..ağır ve ağrılı…

Bir şeyler, olmazlar şeyler olmuştur..herkeslikten mamul edilmiş merhemler bir işe yaramaz..hiç bir şey öyle gelmemiştir ve böylede gitmez...

Birikmişlik hesap çetelesiyle durur karşıda..dirilecek kadar hayatı kalmamış,eman dileyecek kadar bir sinir ucu yoktur.

Kara kara noktalar kap kara bir levhaya dönmüş zifiri bir örtü,varlık hazinesini örtmüştür.

Asrın estetik yaptırmış günahları idam fermanını imzalar.. ve İnsan Allah’a rağmen, Allahsız kalır…

Çünki bâtın-ı kalp ,âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.

Dediği gibi Bedi’nin:

Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma!

Dünyayı yutan bütün latifelerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar…

Hasbihal -2

Zamanı âdemden beri gelen iki cereyan-ı azime diye adlandırıyor insan selini Bediüzzaman…
Birinci nehir-i nurani nübüvvet akağını kendine mesken tutmuş..diğeri ise nübüvvetin talimi olan kulluk hazinesinin acz ve fakr madenlerine kifayet etmeyerek, yahut idrak etmeyerek ,veya da isyan ederek kendi vedialarının üzerinde sahipliklerini iddia ederek dalalet vadilerinde akmış durmuşlar.
Nur ile zulmeti tefrik etmekten,
Hidayete mazhar olmak demek olan hakla ile batılı bir birinden ayırabilmekten,
Doğru olana talip olmaktan,
Hakka müşteri olmaktan,
Verimlilikten, bereketlenmekten, kendisinden fayda elde edilmekten, üreten bir değer olabilmekten,
Varlık âlemleri hesabın çalışacak bir idealin yanında içinde yer alabilmekten,
Yapıcı,muktesit,hikmet sahibi,anlayışlı ve zeki bir muhatap,akıl sahibi bir yoldaşlıkla safını belli etmekten..
İman sahibi olmaktan,
İslam nimetinin farkına varmaktan,
Güzel ahlakla ahlaklaşmaktan,
Zarafet,nezaket,letafet gibi değerlerin kendinde toplandığı bir şahsiyete mazhar olmaktan..
Nesirden, şiirden, güneşten, aydan, kelamdan, sözden, manadan anlamaktan,
Hüzne dalabilmek, şevke varabilmekten,
Yüksek himmetlere sahip olabilmek,kendi nefsine acıyabildiği ve onu hayra sevk ettiği gibi başkasının helakete ve felaketine karşı ciğeri yanmaktan..
Sevgililer ile sevenler ile sevilenler ile beraber olabilmekten ayrı kaldılar…
Evet,
Mukabele mahiyetinin ve seciyenin dışında tahripkâr nehrin saliklerinde bulunan muamma, bütün hasenelere karşı geliştirilecek bozguncu bir fikir bulunmalı ki nefes alabilsin.
Efkâr her nerede olursa olsun idame-i hayat için kendini kendine mahsus erzak ile beslemelidir. Durağanlık ve ortada bir noktadan söz etmek anlamsızdır. Ya mefkûrenin zirvesine çıkılacak ya da esfelin en safil dibini inilecek.
Ruhunda kalbinin derinliklerine hissedilmeyen bir hakikatin istikrarı olamayacağı gibi bütün letaifi asabi bir istibdat altında tutacak inat olmazsa dayatmanın hayatı da olmaz.
Bu nedenle hakkın kuvvetine malikiyet, keyfiyette mündemiç olduğundan, insaf ile ikmalinin eksere istinadı, şuur ve teslim istediğinden ittifak burada muhkem bir mevkide hem hizmet eder hem hâdimlerini bekler. Vucudi olan şeyler ancak delille beslenir. Bürhanlar ise hadsizdir.
Ama tekfirde bu lazım değildir. Çünkü cehil ve temerrüt inkârın yeşermesi için yeterlidir. Hem göz önünde zahmetsiz elde edilen menhus lezzetlerin oluşturduğu müptelalık sekrinden riayeti hayatlarını kolaylıkla devam ettirir.
Burada dilini kollamak,
Kalbine sahip olmak,
Ruhunu muhafaza etmek,
Günahlardan çekinmek,
Takdir etmek,
Tazim etmek,
Hakkı desteklemek,
Mücahede azmine sahip olmak,
Varlık için çalışmak,
Üretmek, fayda oluşturmak, acımak, himmet sahibiyeti, feragat, feraset, dirayet, ihlâs gibi zorunluluk ve karakteristik nitelikler olmadığından, bedava, zahmetsiz elde edildiğinden beleşçileri çok, şakşakçıları ziyadedir.
Bu güruhun lideri nesf-i emare ve amiri şeytan olduğundan şehvetten, garaza, garazdan kibire kadar bir silsile tahrip hesabına çalışırlar. Daha doğrusu adem-i mesuliyet ten neşet eden vazifesizlik neticenin tahakkuku olan zarar ve ziyan için kafidir.
Kaos ne olursa olsun, etrafı be muhteviyatı ne kadar mütenevvi ve çeşitli bulunursa bulunsun bunun altında yatan enaniyetin tuttuğu sapkınlık yolundan başka bir şey değildir.
İnsanın bu vecihle kendiyle hadiseleri kıyaslaması,
İşine gelenlerin ve menfaatlerinin peşinden gitmesi,
Nefsine olan itimadı,
Kendi aklına olan güveni,
Çıkarlarının her şeyden ileride olarak korunması,
Riyakârlık, münafıklık his ve tutumlarının fasıklık ve fücurla el ele vermesi
Ve fikrine yardım eden her ne olursa olsun onu dost telakki etmesi gibi şeytani bir arkadaşlıkla yürünmesi,
Bahaneler, zanlar, vehimler ile kör edilmiş gözlerin karanlık bir dünyasının oluşmasına sebepte egonun eseridir.
Farklı olmak düşüncesi, farkındalık iddiası, zekâvet zannı,mugalâta ve efkârı batılanın kusmuğundan beslenmekte egonun mahiyetindedir.
Kendini tevkil etmek, ehliyetli ehliyetsiz herşeyde görüş bildirmekte bunun eseridir.
En kısa ifadeyle aslında kendinin ne olduğunun, nereden gelip nereye gittiğinin farkında olmamak ve bu farkındalık zorunluluğundan göz kapayarak, âmâlığına gerekçeler üretmekten başka bir şey değildir.
İnsan kabiliyeti muhtelif..anlayışı ve bakışı farklı farklı..Her yolun kendine mahsus mihmandarları var.Dalalet yolunun mihmandarları da hidayet yolunun kandilleride bellidir.
Hevesata davet eden,
Bencilliği besleyen,
Hep şahsi halklık ve tenkit tarafında bulunan,
Kibirli olan,
Gıybet gibi alçaklıktan kendi kurtaramayan,
Gözü ve gönlünü haram şeylere sevk eden,
Öteleyen,
Vazifeden kaçan,
Sürekli mazeretler üretim daimi mazur olan,
Güzel görmeyenler,
Düşüce estetiğini kaybetmişler,
Sürekli öfke ve kin içinde olanlar
Sinirini kontrol edemeyen,
Huzuru tanımayan,
Nefsine itminandan başka şeyden mutlu olmayanlar
Başkası için iki damla gözyaşına sahip olamayanlar,
Hayatta hiçbir işi bitirememiş olanlar,
İki yakası bir araya gelmeyenler,
Her şeylerini kaybettikleri halde hiçbir şey olmamış gibi ayaklarının altındaki boşluğu görmeyenler,
Düştükleri çamuru miski amber diye yüzüne gözüne sürenler vs……..Hepsi bu asar-ı meşumenin evlatları ve efkarı batılanın gafil ve cahil gayri meşru çocuklarıdır.
Sapkın olmak illa küfrün aşikar yerinde olmak demek değildir. İslam ahlakından mahrum ve uzak her davranış o taifeye dahil olmak demektir. Küfrün babaları çocuklarını ego zehriyle besler ve bu gıdadan müstefid olanlar için şeytan gayet zeki bir stratejisttir.
Aklı hakikiden istifa etmiş ahmaklar için evet şeytan gayet zekidir. Vehmi fikre dönüştürerek fıska değer katar. Taliplisini kulluk şerefin havalandırarak daha iyisini yapmak fantezisiyle uzaklara götürür.
Burada en kötü yanılgı şudur;dalalet için işe yaramayan aptalları şeytanda sevmez.Bir ayağı güya hakikatte bir ayağı iblisin yanında olanlar iblisler içinde münafıktır.
Şeytan bu adamlar samimiyet bulmaları ve kendi safına ciddiyetle katılabilmelerine hizmet eder..
Önce değerlerin altı kazılır,
İdeal ipleri gevşetilir,
İnaç bağları zedelenir,
Kusur gören gözlüklerle muhakeme hafifleştirilir,
Hatalar ve günahlar hafife alınır,
Zayıf emarelerden dayanak noktaları tesis edilir ve uçan balon için vurucu darbenin planı uygulanmaya başlar…İblis bu hizmetinde çok mütevazidir.Varlığı hiç belli değildir..Çünkü o artık sahiplenilmiş bir fikre dönmüştür.Zatının önemi yoktur çünkü davası şakirtlerince sahiplenilmiştir.O kendi taifesinde itibarlı bir şeytan olmuştur.
Alem-i İslamın ihtilafından elde edilen ve imtizaç manisini dikkatle düşünebilen her kes bu manzarayı görebilir.Sınıflanmak ve meşreplere bölünmek ve düşmanlara dönüşmek……………..
Kişisel alemde ise eserleri yukarıda bahsedilen kısımlardan da belli olacağı gibi, yanlılarını,dalmışlarını hissedar etmiştir.Dalkavukluk,iki yüzlüğün yanında farkında olmadan düşünce selametini kaybetmek gibi neticeler vardır.
İmani zevkini kaybetmek,
İslam dairesine hürmetini yitirmek,
Saygı ve saygınlıktan uzaklaşmak,
Anlayış ve kavrayışın cihetleri ihata eden görüş açısından uzaklaşmak,
Farklılıkları görememek,
Kalp lezzetinden yoksunlaşmak,
Gönül huzurundan düşmek,
Duasızlaşmak,
İhtiyaçlarının farkına varamamak,
Tövbesizleşmek,
Ne yapacağını bilmemek,
Hiçbir kitabın sonunu getirememek,
Hiçbir fikri kabullenmemek,
Din kardeşliği ile ilgili olgulardan uzaklaşmak ve yalnızlık gibi bir noktaya doğru sürüp giden bir durum bir kanserli yaşam……………

Oysa hidayet mazhar olmak,kalbinin önüne gelen doğruyu tasdik etmekten ibaret bir şeydi..
Yanlışların ürkütücülüğünde uzaklaşmak ve kusurlarından teberi edilmekle süslenen bir kalpten ibaretti..
Sadakat ve kanaat ölçülerinin rıza dairesine misafir ettiği bir gönlün kabiliyetinde müştefid olacağı nimetlere ulaştırılmasıydı..
Her şeyin maliki kim olduğu..
Her şeyin mutasarrıfının kim olduğu..
Zerrelerle şemsi bir tutan, mahlûkatın bütün enfası elinde olan,
Mevsimlerden ölmelere,dirilmelere kadar olan bütün faaliyeti acibenin kimin eseri olduğu..
Ve kalbindeki en ince hatırata kadar bilindiği hakikatinden aldığı ünsiyet ve bilmekten gelen emniyet,tasdik ve takdirden neşet eden hayret ve imanıyla kazanılan bir bakıştı..
İman büyük bir nimetti..
İslam büyük bir aile..Yüzyirmidört bin enbiyası,yüzyirmidörtmilyon evliyası,hadsiz asfiyası,aktabı velisi,müdakkik ve muvahhid alimleri,müçtehid ve imamlarıyla Allah’a kulluk etmeye azm etmiş koskocaman bir devletti…
Nübüvvet yolunun yolcuları..
Rablerine olan kulluk ve icraatlarına olan rızalarıyla sevildiler.Gönül kapıları açıldı..kalplerinde kin ve nefret kalmadı..Nefislerinin nedametleriyle boyunları büküldü..Şükür içerisinde mukabele edebilmenin yollarını aradılar.Rablerinin rızasından başka şeylerle meşgul olup midelerini bulandırmadılar...

"Evet insan aldanır, ben de öyle bir dessasa aldandım?" (Sözler 7’nci Söz)

İnsanın yaratılış hikmeti ve kainatın yaratılışı,içinde bulunan donanım ve üzerinde tanzim edilmiş neden ve niçin dokusu..İradenin tercih noktasındaki hürlüğü..kanaatler..ifadeler..taraftarlıklar..iddi alar vs…
Bütün bu varlık alemi üzerinde insanın ürettiği veya tükettiği fikrin sadece insanla baş başa olması tedirginlik verici bir şey..
Örneğin;
Herhangi bir konuda duyulan ve öğrenilen bir şeyin kişi tarafından kabul görmesi veya görmemesi durumunda onu dünyasında arşivlemeden önce, bir neden belirterek etiketlemek suretiyle dünyasının bir köşesine kaldırır. Uygun zemin geldiğinde bu zeminin uygun olması düşüncenin doğruluğu anlamında değil de şartların geliştiği ortamda, konunun konumuna göre, ya sükûnetle, ya takdirle veya öfke ve inkârla, inatla düşüncesini ortaya koyar.
Küçük alamet ve işaretlere bağlı bu yöneliş kişi üzerinde nefsi manada bir kanaat veya inadi bir ayak direyişi olması çoğu zaman anlaşılmaz. Çünkü düşmanın stratejisi geniş alan stratejisidir. Şeytan için olumsuz düşünce veya olumlu düşüncenin anlık reaksiyonları söz konusu değildir. Mücadelenin sonunu hedeflemiş olmasından;
İnsanla beraber camiye gelmesi, namaza durması, helal haram hassasiyeti içerisinde yer alması bir sorun teşkil etmez. Onun en temel hedefi insanın yalnızlığını sağlamaktır.
İnsanın yalnız olma noktasına gidişinde iki esas etkilidir.Birisi bulunduğu camiaya bazı bahanelerle küsmek..diğeri ise ilmi bir kisve ile bilmek adına gerçekleşen ayrıştırmadır.Bu iki süreç aslında bir birine dayanarak kuvvet alır.Kişi küskündür ama bilgilidir..Kendi kendine yeterlidir..yol bir değil binlerdir gibi asabiyetini kuvvetlendireceği sebepleri bir araya getirerek vehimden müteşekkil bir istinad duvarı oluşturur.
Davranış ve düşüncenin sonucu nereye varacaktır?..düşüncesinin sonucu ile ilgili bir sorun algısı asla oluşmaz..çünkü yüksek hedefli bir etiket bu sorunun sorun olmaktan çıkarmıştır.
Sineklerin tatlı bir şeye üşüşmesi gibi..tekil olan başlangıç düşüncelerine her gün kuvvet verecek değişik bölgelerde gerçekleşen kopmalar meydana gelir.Kendi gibi düşünen insanlar veya kendini güçlendirmek adına toplanan delillerle yeni bir dünyada yaşamaya başlar.Algı temelinde, tartışmalı konular olması,üzerinde muhalif fikirlerin bulunması veya bir netlik bulunmaması hele de “yanlış düşünebilirim”ihtimalinin ortadan tamamen kalkması vardır.
Kişinin oluşturduğu hayal dünyasının güya fikri dayandığı noktalar hezeyanında ve sürekli güncellemek zorunda kalmaklığında da yalnızlık oluşmuştur.
Çünkü cadde-i Kübra denilen büyük caddeden ayrılan her yolcu münferittir. Ve yaratılış temel mantığında hedef münferit olan mazhariyetlerle bir birlik oluşturmak ve olumlu bir ahengi cemiyet, cemaat,millet şuurunu yakalamaktır.
Düşmanlıkla beslenmek,tekfir musluğundan su içmek,kusur aramakla bir ömür geçirmek neticesinde bir insanın nasıl öleceği ve ihtilaf ile ortaya koyduğu ittihad bozucu davranışlar neticesinde elde edeceği neticenin adına “Allah Rızası” diyebilmek..veya diyebileceğini zannetmek ne büyük bir ahmaklıktır.
Kişi belki bu noktada “Ben nasıl bir Allah’a inanıyorum”diye sorarak, Allahın İslamiyet ile ondan istediği itaat gerekçelerini irdelemesi beklide insanın en büyük meselesidir.
Evet, İnsan aldanır. Bu aldanmanın en merhametsiz şekli kişinin kendine davrandığı hatada ısrar biçimidir. Sürekli fikrinin veya düşüncesinin bir yerinde haklılık gören ve kendine o doğrultuda sürekli bir doğru düşünce niteliği kazandıran bir insanın Hilkat-i Kâinatın hikmeti anlamış olmaktan hadsiz derece uzak olduğu anlaşılır.
Hem kendi yürüyüşünü terk etmek ve başkasının da yürüyüşünü öğrenmemek..tabiri diğerle zarara rızasıyla girmek neticesinde elde edeceği sonucu şeytan onun boynuna maal iftihar asar.
Böyle muazzam bir kainat..Böyle muhteşem bir yaratış..böyle harika bir yaratılış..Hadsiz bir sanat eseri..mükemmel bir denge..mütenevvi renkler ve sonsuz bir ilmin tezahürleri..
Kendini ortaya koyan bir güzellik..maksadını anlatan bir kitap..tüm razı olma şekillerini ortaya koyan bir din..tarifnameler,tarifçiler ve daha niceleri..
Kan revan içinde bir İslam alemi..
Parçalanmış bir mensubiyet..
Fesada uğramış yüksek gayeler..
Payimal olmuş hasletler ve yüz binlerce acı..
İnsan haklı olsa ne olmasa ne..bu yıkımın içinde elinde bir tahrip kazması dilinde zehirle bu kargaşanın içine girse ne girmese ne..
Acaba Rabbimiz bizden ne istiyor..
Bu kainatı yaratmasındaki hikmet ve maksat bizim bu amacı bir kenara koyarak kendimize oluşturduğumuz sorunlarla mücadele etmemiz doğru mu?.
Allah bundan memnun olur mu?
Yani sen tefekkürü bırak..
Hüsnü zannı terk et..
Kendi doğrularınla yaşa..
Kulağını her türlü yapıcı olan düşünceye tıka..
Hiçbir doğru faaliyetin içinde yer alma..
Senin bir şey yapabilmen için senin için kusursuz hazırlanmış bir zemin bekle..
Sürekli kusur arama peşinde git..
Nefsine azami derecede güven..
Şeytanı ve düşmanlarını hiç hatıra getirme..
Güya hiçbir şey yok muş gibi yaşa..
Tüm sorumlulukları çeşitli bahanelerle terk et..
Şahsi hiçbir keyfini terk etme..
Sürekli mazeretler geliştir.
Anlamaktan dem vur.. bu mudur?
Yoksa;
Tamirin yanında..
Mütevazi..
Yapıcı..
Hikmeti düşünerek..
Maksada ehemmiyet vererek..
İncelikleri kavrayarak..
Nazik,anlayış estetiğine sahip..
Müslümanlara merhametli..
Aklı selim sahibi..
Kalbini koruyarak..
Saygılı..
Ahde vefalı..
Yanlış düşünebileceği izzetiyle doğruya müştak yaşamak mı?
Doğru düşünceler insanda yalnızlık yapmazlar. Yani yukarıda konuya girerken ifade edildiği vecih ile;eğer bir kanaat istikametli bir kanaat ise nefsani bir telezzüzden çok uzak vicdani bir sürür orada hakimdir.
Allah bir düşünceden razı olduğunda onun insanın bütün letaifine hissettirir ve memnuniyetini feyz, hoşnutluk, mutluluk suretinde insana ihsas eder.
Yani insan kanaat ettiği bir fikrin neticesinde..alaycı,öfkeli,saldırgan,kibirli,telaş lı,tereddütlü,dayanaksız,küfürlü olarak kendini hissediyorsa o kanaat şeytanın ona hediye ettiği bir düşünce mahsuldür.
Kısaca insan Allah benden nasıl razı olur fikrini yitirmez ise, hatalarına karşı sorgulayıcı, doğru ve güzel şeyleri ise sürekli olarak alıcı kalır.
Kendi kusurlarıyla uğraşır..
Hikmet penceresi ona açılır..
Hatalarını görür..
Hilkatin maksadını yaradılışın muammasını anlar..
Kendini ilgilendirmeyen ve fayda vermeyen şeylerden uzaklaşır..
Nedenin anlamadığı şeyleri inkar etmez..
Kişiler hakkında hüsn-ü zannını kaybetmez..
Takdir edebilme,teşekkür edebilme istidadını yitirmez..
Nefsani hiçbir hazza,riyakarlığa düşmez..
Varlığını devam ettirmek için dalkavukluk yapmaz..
Dikkat çekmek,şöhret olmak için türlü türlü boyaya girmez..
Allahın yaratma imtihan etme maksadına karşı hizmet edenlere saygısını yitirmez..
Onların orta çıkardıkları ve sadece Allah rızasını gözeterek neşrettikleri eserlere karşı hürmetini kaybetmez.
Allah diyen,Rahman diyen onun yarattığı şeylerdeki incelik ve sanatı bir birinin gözüne gösteren insanlara karşı şefkatten uzaklaşmaz..
Sürekli bir cidal halinde olmaz..
Sükun ve süruru yapmacık olmaz..
Aynı Allaha inanmanın mutlak emniyetini hisseder..Cemiyete dahil olur,milleti islamiyeye katılır yalnız kalmaz.
Fikrinin ipini şeytanın eline vermez..neden ben hep haklıyım diye düşünerek onun telkinlerine karşı uyanık olur vs..
Evet, insan aldanır ..Yeter ki; İnsanın geri dönebilecek izler,özürleri olsun………

Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.

“Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin” demeli ve Ona yalvarmalı.