20.9.17

Nübüvvet ve İttiba-ı Sünnet

nübüvvet ile ilgili görsel sonucu
Nübüvvet İnsanlık İçin Zaruridir
Peygamberler, Allah u Teala’nın, kullarına emir ve yasaklarını bildirmek, onlara hakkı ve doğruyu açıklamak üzere gönderdiği ilahi elçilerdir.
Bütün peygamberler vahye mazhardırlar. Feyiz ve kemalatları kendi kesbleriyle değildir. Onların kalbi, esrar-ı İlahinin tecelligâhıdır.  Onların kalpleri vahyi ve ilhamı kabule pek ziyade müstaid olarak yaratılmıştır. Bütün enbiyalar Allah’ın en mümtaz ve en ulvi fıtratta yarattığı örnek şahsiyetlerdir. Cenab-ı Hak,  onları her türlü maddî ve manevî kemalatın, saadet ve selametin vesilesi  kılmıştır. Bu bakımdan en yüksek bir mertebeye ve en âli bir  medeniyete kavuşmak onlara uymakla mümkündür.
Bu nokta-i nazardan insanın yaratılışından itibaren her zaman ve mekanda peygamberlere ihtiyaç olmuş ve her ümmet için bir peygamber gönderilmiştir. 
“...Hiçbir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah’ın azabıyla) korkutan bir (peygamber) gelip geçmiş olmasın.”[Fatır, 35/24]  
“Her milletin bir peygamberi vardır...”[Yunus, 10/47]
ayetleri bu hakikati ifade etmektedir.
Peygamberler, ümmetlerine Allah’a iman etmeyi, emir ve yasaklarına uymayı tebliğ etmişler; onları tasdik edip itaat edenler, dünya ve ahiret saadetine mazhar olmuşlar, inkar edenler ise ebedî bir azaba müstahak olmuşlardır.
Peygamberlere ve onlara gönderilen kitaplara iman etmek, imanın şartlarındandır. Peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak, ya da imanın altı şartından birini inkar etmek insanı küfre götürür.  Çünkü iman bir bütündür,  asla bölünmez. Nitekim aşağıda mealeni verdiğimiz  ayetler de bu hakikati açıkça ifade etmektedir.
“Peygamber, Rabbi'nden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Müminlerin de hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. 'Biz Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır.' dediler.”[Bakara, 2/286]    
“Onlar, Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler. 'Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz.' derler. Bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah'a ve peygamberlerine iman edenler ve onlar arasında ayırım yapmayanlara (Allah) pek yakında mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.”[1]
Peygamberlik çalışmakla elde edilmez, o ilâhi bir mevhibe, rabbanî bir bağış ve  hususi bir lütuftur. Allah, o mukaddes vazifeyi mümin kullarından ehil gördüklerine ihsan eder ve peygamberliğe seçtiği kulunu bu vazifeye hazırlar. Peygamberlik vazifesini tevdi edinceye kadar onu her türlü kötülüklerden korur ve bu şerefli makama ehil bir halde yetiştirir.
Evet, nübüvvet mühim bir vazifedir. İnsanları irşad ve onlara ulvi hakikatleri tebliğ için  peygamberlerin gelmesi  vücub derecesinde zaruridir. Cenab-ı Hak, nihayetsiz şefkat ve merhametinden dolayı kullarına doğru yolu göstermeleri için peygamberler göndermiştir. Zira insanların ıslahı ve doğru yola yöneltilmeleri, ancak “ismet” sıfatıyla muttasıf olarak günahlardan arınmış peygamberlerin önderliğinde olabilir. Eğer kitap ve peygamber gönderilmese idi, insanlar Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını, neyin helal neyin haram olduğunu bilemez ve sırat-ı müstakimde  gidemezlerdi.      
Karıncayı emîrsiz, arıları ya'subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye elbette beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.”[bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri-16]
Bir insan ne kadar zeki, kabiliyetli, temiz, ince anlayışlı, ilim ve irfanda ileri olursa olsun yine de bir peygambere ihtiyacı vardır, ondan müstağni olamaz. Her insanın anlayış ve kabiliyeti farklıdır. Bu bakımdan herkes aynı derecede her hakikati anlayamaz, hayır ve şerri birbirinden ayıramaz. Birinin şer dediğine diğeri hayır diyebilir. İnsan, sadece aklını kullanarak varlıkları tanır ve vazifelerini bilir; fakat onların yaratılış gayelerini, tesbih ve ibadetlerini anlayamaz. Tevhid akidesi, hakikat-ı eşya, insanın ve kâinatın yaratılış gayesi gibi ulvi hakikatler, ancak onlar ile anlaşılır ve bilinir. Hem bu kâinatın ve insanın yaratılışındaki  ali maksatlar ve ilahi hikmetler ancak “yüksek dellal, doğru keşşaf, muhakkik üstad ve sadık muallim” olan başta Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere diğer bütün peygamberlerle bilinir ve anlaşılır.
Peygambersiz akıl, her zaman sırat-ı müstakimde yürüyemez, ufku her şeyi kuşatamaz ve tam bir mürşid olamaz. Çünkü akıl da bir mahlûktur, idraki sınırlı ve mahduttur. Nitekim Aristo ve Eflatun gibi üstün zeka sahibi olan dahiler, Allah’a iman ettikleri halde, tekrar dirilmenin ruhen olacağına inanmışlar ve bedenin de dirilmesini akıllarına sığıştıramamışlardır.       
İnsan, mücerred akıl ile Allah ü Teâlâ 'nın varlığını bilse dahi, O Zât-ı Akdes'in kudsî sıfatlarını ve esmasını, bu kâinatın yaratılış hikmetini, insanların vazifelerini, şu mevcudatın nereden gelip, nereye gittiklerini ve ahirete ait hakikatleri bilemeyeceğinden Cenâb-ı Hak onlara peygamberler ve semavî kitaplar gönderdi.
Nitekim, sadece akıl ile hareket eden felsefeciler, tarih boyunca hiçbir noktada ittifak edememişler, birbirlerini tekzip ve  birbirlerinin fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Çünkü felsefeciler her şeyi  akıl ile halletmeye çalışmışlardır. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kafi görmüştür. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, alem-i ahirette olacak vukuatları bilemezler ve bilemediler de.  Kur’an ve diğer semavî kitaplar, alem-i ahirette olacak bütün hadiseleri bir harita gibi insan aklının önüne koymuşlardır. Vahy-i ilahide akıl ve mantığın kabul edemeyeceği veya inkâr edeceği hiçbir hakikat yoktur.  Evet, gelen her peygamber aynı davayı anlatmış ve aynı hakikati  ders vermiş ve aynı çizgide ittifak etmişlerdir.  Her gelen peygamber, bir önceki peygamberi kabul ve tasdik edip, daha sonra gelecek peygamberi de müjdelemiştir.
İnsan, şu dünyada, şiddetli ve dehşetli dalgalara maruz kalan bir sefine gibidir. Onu o müthiş dalgaların tehlikesinden kurtarıp, sahil-i selamete çıkaracak kaptanlar ise peygamberlerdir.
Bütün çiçeklerin açması, ağaçların meyve vermesi için güneşe nasıl ihtiyaç varsa, kalp ve  gönüllerin nurlanması ve akılların irşadı için de hidayet güneşi olan peygamberlere o derece ihtiyaç vardır. Dünyada her hastalığın bir tabibi olduğu gibi, içtimaî ve manevî hastalıkların tabibi de peygamberlerdir. İnsanlara Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını anlatmak, onları bir çok manevî hastalıklardan korumak ve cehaletten kurtarıp, fikren ve ilmen terakki ettirmek için peygamberler gereklidir.
Bediüzzaman Hazretleri nübüvvetin ehemmiyetini şöyle ifade etmektedir: 
Bil ki: Nev'-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve Nebiler elindedir.”[bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a]
Üç Büyük Muarrif
Cenab-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, sıfat ve esmâ-i İlahiyeyi tarif eden üç külli muarif yani tarif edici vardır. Birisi, Cenab-ı Hakk’ın  kudret ve irade sıfatıyla yaratılan ve Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretinin, ilminin ve iradesinin hariçteki tecessüm etmiş şekli olan şu  kâinat kitabı. Diğeri, “Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm.” Bir diğeri ise, Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’an-ı Kerim’dir.
Şu kâinat kitabı, insan aklının önüne serilmiş sonsuz hikmet ve tılsımlarla dolu İlâhi bir kitap ve Rabbanî bir sergidir. Kur’an-ı Kerim’in  ilk  nazil olan ayeti “ikra” yani “oku” ayetidir. Okumaktan maksat ise insanın başta kendisini, sonra kâinattaki esmâ-i ilahiyeyi okuması ve bunların Allah’ın harika eserleri olduğunu idrâk etmesidir.    
Zemin yüzünde yazılan ve her bahar sahifesinde teşhir edilen  san'at-ı İlâhiyyeyi ve  binlerce mucizeli ve hikmetli eserleri, onlarda parlayan tevhid sikkelerini ve acip ve garip sanat hârikalarını okuyan bir insan, her bir mevcudatta Cenab-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, kudretine, eşsiz şefkat ve merhametine deliller ve işaretler bulunduğunu idrak eder ve böylece mârifetullahın nihayetsiz ufuklarında  kanat açıp uçabilir.
Kâinatta olan mahlukatın nevileri hesaba gelmeyecek kadar çoktur. “Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri adedincedir.” Bütün mahlukatlar, Zat-ı Zülcelalin varlığını ve birliğini, sonsuz kudretini ve nihayetsiz  fiillerini  gösteren ayrı ayrı deliller ve  ayinedirler. 
Şahikası semaya yükselmiş olan ulu dağlar, letafetli bağlar, renk renk çiçekli bahçeler ziynetli ovalar ve hayret verici deryalar lisan-ı halleriyle Hâkim-i Kibriya’nın  varlığını ve birliğini ilan etmektedirlerEvet ulvî hakikatlar, derin sırlar ve ali hikmetler ancak vahyin ziyâsiyle görülebilir ve peygamberlerin tebliği ile bilinebilir. İnsan, bütün kemâlât ve faziletlere ancak vahyin ziyası altına girmekle mazhar olabilir; ibadet, tâat, hamd, zikir ve tefekkür  ile terakki eder, istidadına göre marifetullahın hadsiz mertebelerinde tekâmül eder, kâinattaki garip san'atları, acip nakışları ve hakimane tezyinatı hayretle tefekkür eder, Rabb-i Rahîm'inin nihayetsiz ikram ve ihsanlarına şükür ve hamd ile mukabelede bulunur, Cenâb-ı Hakk'ı, vücudu vacip, ilmi muhît, kudreti nihayetsiz, irâdesi mutlak; mahlûkatı ise, vücudu  sonradan var olan hâdis, sonsuz âciz, ilmi nakıs, irâdesi cüz'i olarak bilir.
Evet, semavattaki  güneşlerin, ayların ve milyarlarca yıldızların ezelî bir nizam ve âli bir  intizam içinde hareket etmeleri Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, birliğine ve sonsuz kudretine güneş gibi delildirler. Kâinat ve içindeki her mevcut hatta her bir yaprak ve her bir çiçek düşünen, okuyan ve tefekkür edenler için büyük bir kitaptır. Bütün kâinatta görünen nizam ve intizam Allah’ın Ehad ve Samedolduğuna ve O’nun misilden, nezirden, şerikten ve noksan sıfatlardan münezzeh ve müberra ve kemal sıfatlarla muttasıf olduğuna en büyük bir delildir.
Semavat ve arzda görünen bu mükemmel nizamı tefekkür eden insan, ezelî ve ebedî bir Vacib-ül vücudun varlığını ve birliğini müşahede eder ve bütün mahlukatın tazim, sena ve tahiyyatlarının O Zat’ı Zülcelal’e layık ve mahsus olduğunun şuuruna varır.
Kâinat Kitabını  Hz. Muhammed (s.a.v) Okuttu
Peygamber Efendimize (s.a.v) risâlet vazifesi tevdi edilmezden evvel de bütün kâinat güneşler, yıldızlar, denizler ve ağaçlar  Allah’ın varlığına ve birliğine birer ayna ve delil idiler. Ancak o insanlar o delilleri okuyamadılar ve o eserlerin ne mana ifade ettiklerini anlayamadılar. Okumak ve anlamak bir yana kendileri gibi mahluk olan  güneşe, ateşe, nehire, yıldızlara, sığıra ve kendi elleri ile yaptıkları putlara taparak dalalete saptılar.  Bazı kimseler de teslis inancı gibi batıl inanışlara saparak insana uluhiyet isnat ettiler.  Peygamber Efendimiz (s.a.v) hem kâinattaki tekvini ayetlerle hem de Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ile Cenab-ı Hakk’ı anlattı, tanıttı. O’nun emir ve yasaklarını tebliğ etti. O, Kur’an vasıtasıyla cehalet bulutlarını dağıttı. Allah Resûlü (s.a.v) Kelam-ı Rabbanî vasıtasıyla insanlık âlemine, imanın esaslarını, ubudiyetin esrarını, yaratılış sırrını ve hikmetin inceliklerini ders verdi. Zemin ve asuman O’nun nuru ile aydınlandı.
Bediüzzaman Hazretleri; “Sâni’in vücûd ve vahdetine en vâzıh delil nedir?” sorusuna şu harika cevabı verir: “En parlak bürhanı Muhammed’dir (a.s.m).”
Evet, Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine delil olan bütün afakî ve enfüsî deliller, Hz. Peygamberin (s.a.v) vesilesi ile okundu, onlardaki  ulvî ve dakik sırlar O’nun  ile anlaşıldı. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle tasvir eder:
“Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir? diye mahlukattan sorulan mühim sorulara; “ benî-âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev'-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevabda bulundu:"
"Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re's-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî'den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî'nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur'an-ı Azîmüşşan elimdedir. Şübhen varsa al, oku!”[2]
Vahyin ziyası altına girmeyen ve ondan istifade etmeyenler, ya süfli arzularının peşinde koşar, sefahate giderler veya dünyanın aldatıcı ve geçici zevkleri ile kendilerini avutmaya çabalarlar. Yahut bir kurtuluş reçetesi olarak hayalî doktrinlere ve felsefenin vehmî düsturlarına yapışırlar. O'nun ulûhiyetinin şânına yakışmayan batıl itikatlarla kendilerini tatmin etmek isterler. Sırat-ı müstakimden gitgide uzaklaşır, hayır ve kemâlâta istidatları kalmayacak derecede tedenni ederler. Artık bu tip insanlar, teselliyi inkârda ve Allah'a düşmanlıkta aramaya başlarlar.
Hz. Peygamber (s.a.v)  kâinat kitabının “Ayetü'l-Kürsisidir.” Kur’an’da bir âyet-el kürsi olduğu gibi, kâinatın ayet-el kürsisi de Hz. Muhammed’dir. Ayetü'l-Kürsi baştan sona kadar  Allah’ı tanıttığı gibi, Allah Resûlü de hayatı boyunca insanlara “Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla kâinat ve kâinatta olan bütün mahlukat ile Allah’ı tanıtmış, kâinat kitabının ve ondaki hadisatın nasıl okunacağını öğretmiştir.”
“…anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa; manasız bir kâğıttan ibaret kalır.”[3]
Beşeriyet zulüm ve dalalet çukurundan ancak O’nun getirdiği hidayet nuruyla ve O’nun sa’y ve gayretiyle kurtulabildi. Putperestliği, batıl itikatları ve hurafeleri kökünden söküp atan O oldu. İnsanlık alemine Cenâb-ı Hakk’ı hakkıyla O (s.a.v) tanıttı, kalplere ve gönüllere O sevdirdi. Dünyevî ve uhrevî saadet kapılarını O açtı. İnsanlık alemini ilim, marifet, adalet ve fazilet ışıklarıyla O ziyalandırdı; onları sürur ve saadete sevk edecek bir şeriat vücuda getirdi. Bu sayede bir çok muazzam medeniyetler kuruldu. Az bir zaman içinde, getirdiği prensiplerle, insanların hem kalplerinde, hem ruhlarında, hem de toplum hayatlarında harikulade bir inkılap yaptı. Her türlü zulmü izale edip adaleti tesis etti. İnsanlar arasında düşmanlık ve nefrete bedel muhabbet ve kardeşliği yerleştirmeye  muvaffak oldu. Alemin yaratılışındaki sırları çözdü. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:
“Muhammed-i Haşimî Aleyhissalâtü Vesselâm'a bak. O zât, ümmiliğiyle beraber, bir kuvvete mâlik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hâkimiyetleri sebkat etmemişti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itminan ile büyük bir işe teşebbüs etti. Bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı. Kalblerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak, pek yüksek âdât ve güzel ahlâkı tesis etti. Vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti, ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları o zamana, o âleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sahirlerin sihirlerini yutan Asâ-yı Musa gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev'-i beşeri istilâ eden zulüm, fesad, ihtilâl, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi' ettirdi. Acaba o zâtın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delalet etmez mi?”[4]
Bu bakımdan, Cenab-ı Hakk’ın en sevgili peygamberi, sıfat ve esmâ-i İlahiyyenin en mükemmel ayinesi olan Hz. Peygamber’i (s.a.v) nefsimizden, çoluk çocuğumuzdan, ana ve babamızdan çok sevmemiz imanın kemalinden olduğu gibi, akıl ve vicdanın da gereğidir.
Evet, Hz. Peygamber  (s.a.v), Hz. Âdem’den başlayıp  en kâmil seviyesine ulaşan bir dinin en son mübelliği, bütün peygamberlerin sultanı, bütün evliyalanın seyyidi ve bütün insanlığın rehberidir. O, Allah sevgisinin kapısıdır. O’nu seven Allah’ı sever. O’nun ahlâkına bürünmeden, O’na tabi olmadan kurbiyet-i İlahiyeye ulaşılamaz. Eğer insanın kalbi muhabbetullah ve muhabbet-i Resulullah ile dolmazsa kâmil imanı elde etmiş olamaz.
Nitekim, Hazret-i Peygamber (s.a.v), bir gün, Hz. Ömer’e (r.a)  “Ya Ömer beni ne kadar seviyorsun?” diye sordu. Hz Ömer (r.a): “Ya Resûllallah nefsimden sonra en çok seni  seviyorum.” diye cevap verince;  Peygamber Efendimiz (s.a.v) Sizden herhangi biriniz beni nefsinden ve ailesinden çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamaz.” buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) “Ya Resûlallah seni, anamdan, babamdan, aile efradımdan  ve canımdan  çok seviyorum.” dedi. Peygamber Efendimiz de (s.a.v): “Ya Ömer! İşte şimdi imanın kemâle erdi.”  buyurdular.
Evet, Hz. Muhammed (s.a.v), mukaddes tevhid bayrağının asıl sahibi, kendisinden önceki peygamberlerin geleceğini  müjdelediği kâinatın fahr-i ebedîsidir.
Batılı mütefekkirlerden biri olan Prens Bismarck şöyle der:
“ Ben şunu iddia ediyorum ki; Muhammed (A.S.M.) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır. Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (a.s.m.)! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitab, senin değildir; o lahutîdir. Bu kitabın lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.”[Eşref Edip, Garp Mütefekkirlerine Göre Kur'an'ın Azamet ve İhtişamı, İstanbul, 1957]
Hz. Peygamber’den (s.a.v) önce yaşamış olan padişahlardan birisi de şöyle demiş: "Ben, Muhammed'e (A.S.M.) hizmetkâr olmasını bu saltanata tercih ederim."
Başka birisi ise: "Ah ben ona yetişse idim, O’nun ammizadesi olurdum." Yani: Hazret-i Ali gibi fedai bir hizmetkârı ve veziri olurdum.” demiştir.
Sonsuz Nur: Kur’an-ı Kerim….
Kur’an-ı Kerim ve diğer semavî kitaplar, kâinat kitabının birer şerhi ve izahıdırlar.  Kur’an-ı Kerim azamet ve kudret-i ilâhiyeyi ne kadar açık bir şekilde izah ediyorsa, kâinat kitabı da o derece kat’i ve parlak bir surette Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini ve kudretini ilan etmektedir.  Kuran’da yazılı olan “Vehüve alâkülli şeyinkâdir” mührü bütün kainatta, bir yumurtada ve bir çiçekte de yazılıdır. Zira, “her şeye kadir olamayan” bir yumurtayı, bir meyveyi ve bir çiçeği yaratamaz. Zira, bir yumurta veya meyve bütün kâinatla alakadardır. Hem “her şeye kadir olamayan bir zât” geceyi götürüp gündüzü getiremez, mevsimleri tebdil edemez. Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’in kâinat kitabının bir müfessiri olduğunu şöyle ifade eder:
“Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanıdır. Evet o Furkan’dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata 'mana-yı harfî' nazarıyla, yani onlara Sâni’ hesabına bakar, "Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemaline delalet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.”[5]
Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hak’ın müminlere en büyük ziyafetgahıdır. Kur’an, bitmez tükenmez bir hazinedir. Herkes kabiliyetine  ve takatine göre O’ndan istifade ve istifaze edebilir. 
“Kur'an-ı Azîmüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümûlü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına raci'dir. Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur’an’ın hakaikından hisse alabilir ve hissedardır.”[6]
Sonsuz nur olan Kur’an-ı Kerim’i her kim dikkatle okursa, onun her bir kelimesinde birçok hikmetler bulunduğunu görecek, ondaki i’caz ve üsluba; ifadelerindeki belâğat ve fesahate hayran  kalacaktır. Kur’an, yaklaşık on beş asır evvel nazil olduğu halde, sanki yeni nazil olmuş gibi, tazeliğini muhafaza etmektedir. Çünkü o ezelden gelmiş ve ebede gidecektir.
Zaman ihtiyarlandıkça Kur’an gençleşiyor.”[7]
Kur’an-ı Kerim nazil olmadan evvel, Arap Yarımadasında en revaçta olan şey belağat ve fesahat idi. Belağat ve fesahatın  zirvesinde bulunan  Kur’an’ı Azimüşşan nazil olduktan sonra, hiçbir şair ve  edip onun nazm-ı celiline mukabele edemediler ve tek bir ayetin dahi benzerini yapamadılar, zaten yapmaları da mümkün değildi. Kur’an onlara meydan okudu. Nitekim Cenâb-ı Hak bir ayette  mealen şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’an’nın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine onun gibi bir kitap meydana getiremezler.”[8]
Bundan dolayıdır ki, Kur’an’ı Allah kelamı olarak kabul etmeyen müşrikler, kısa bir surenin benzerini getirmek gibi rahat bir yolu değil, mal ve canlarını tehlikeye sokan savaşı tercih ettiler.
“Demek, muaraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyufa mecbur oldular.”[9]
Kur’an nazil olmadan evvel, Kâbe’nin duvarında “muallakat-ı seba” olarak bilinen yedi şiir asılı idi. Bunlardan biri de Arapların  belagatte en ileri ve gözleri âmâ olan Lebid’in şiiri idi. Kızı, kendisine Kur’an’dan bir bölüm okuyunca şöyle dedi: “Kızım bu söz Muhammed’in sözü olamaz. Buna karşı bizim şiirimizin Kâbe’nin duvarında asılı kalmasının bir manası yoktur.” diyerek şiirinin oradan indirilmesini istemiştir.   
İlim ve fen ne kadar terakki ederse etsin, hiçbir asır ve hiç bir kimse Kur’an’daki hakikatlerden müstağni kalamaz. Evet, Kur’an,  iki dünyanın saadetini temin etmiştir. Beşer nelere muhtaç ise hepsi onda mevcuttur.
“Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kitab-ı Mübinde bulunmasın.”[10]
ayet-i kerimesi bunu ifade etmektedir.
Kur’an’ın her bir suresi, her bir ayeti ve  her bir harfi hakikat ve feyiz hazinesidir. Bazen bir tek harf,  (“besmele” deki bâ harfi gibi)   bir sahife kadar hakikatleri ders verir. O’nun her bir harfi,  bir havz-ı ekberdir; feyiz ve bereket suyu oradan gelip, kalplere ve ruhlara akar. O leziz bir kevserdir. Suyundan içmekle doyulmaz. Kur’an, uçsuz bucaksız bir okyanustur; her insan istidat ve kabiliyeti nispetinde onun derinliklerine dalar ve oradan dünyevî ve uhrevî saadete vesile olacak zümrütler, mercanlar ve yakutlar çıkararak insanlığın istifadesine sunar. Yazılan bütün tefsirler o okyanustan ancak bir damladır.  O’nu okuyan ve anlayan iman-ı kâmile erer. Çünkü onun feyzi sonsuzdur. İsmi gibi manaları da güzeldir. Bu nihayetsiz feyizden istifade etmek için onu okumak, anlamak ve hükümlerine uymak lazımdır.  Bununla beraber, onu hakkıyla takdir etmek beşer idrakinin fevkindedir.   
Gece-gündüz binlerce hafızın ve milyonlarca müminin aşk ve şevk ile usanmadan okuduğu, dört yaşındaki bir çocuğun bile kolaylıkla ezberlediği tek kitap Kur’andır. Resûl-i Ekrem’e (s.a.v) indirilen Kur’an-ı Kerim,  her türlü tahriften mahfuz kalan yegâne kitaptır. Semavî kitaplar içinde  benzeri ve eşi yoktur. Onun hiçbir ayeti, hiçbir  harfi ve hatta tek bir noktası dahi değişmemiştir.  Çünkü  Cenab-ı Hak,
“Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.”[11]
Fermanıyla  onu muhafaza edeceğini buyurmaktadır.  O ezelden gelip ebede gidecektir.  Nitekim her zamanda milyonlarca hafızların hafızasında nakşolunmuştur. O, elfaz ve kelimesiyle belagat ve fesahatiyle mucize olduğu gibi, manasıyla da o derece mucizedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’an hakkında yazmış olduğu Yirmi Beşinci Söz'den bir bölümü dikkatinize sunmak istiyorum:
“Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezelîyesi, ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebedîye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezelîye-i Sübhâniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi, ve avâlim-i uhrevîyenin mukaddes haritası, ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı, ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası, ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi, ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitab-ı mukaddestir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir."
"Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvat ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;  hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezelîyedir; hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor.”[12]
    Sünnetin Ehemmiyeti ve Hikmeti  
    Sünnet, Allah Resûlünün söz, fiil, emir, hareket ve takrirlerinin bütününü  ifade eder. İslâm dininin Kur’an, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha ( fakihlerin içtihatları) olmak üzere dört ana kaynağı vardır. Sünnet, Kur’an’dan sonra ikinci ana kaynaktır.
Resul-i Ekrem’in (s.a.v)  sünnetleri akvali, ef'ali ve ahvali olmak üzere  üç kısma ayrılır.
    Akvalî Sünnet: Hz. Peygamberin (s.a.v)  çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerin bütününü ifade eder.
Ef’alî Sünnet: Hz. Peygamberin (s.a.v), namazı nasıl  kıldığı ve  haccı nasıl yaptığı gibi farzlardan, yemek, içmek ve uyumak adabına kadar bütün fiilleridir.
Ahvalî Sünnet: Hz. Peygamberin (s.a.v) hayatıyla sergilediği örnek halleridir. Allah Resûlü’nün sahabelerinden gördüğü veya işittiği bir işi güzel görmesi veya sükût etmesi de ahvali sünnete girmektedir.
Bütün hareketleri, oturup kalkması, söz söylemesi, yiyip içmesi, uyuması, tebessümü hasılı hayatının bütün detayları en ince ayrıntısına kadar kayıt altına alınan yegane insan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Bu cihetle de O’nun insanlık aleminde hiçbir eşi ve dengi yoktur. O’nun hiçbir sünneti eskimez, O’ndan asla bezilmez. Kainatın Fahr-i ebedisi, hiçbir zaman sönmeyen ve daima tazeliğini muhafaza eden bir nurudur. O (s.a.v) gecesi olmayan bir güneştir; akıl ve idrakte en ileridedir ve O (s.a.v) sırlar hazinesinin anahtarıdır. O’nun endamı emsalsiz olduğu gibi, ahlakının güzelliği de benzersizdir. Allah Resûlü’nün bütün hareketleri itidal üzere olup, hayatı boyunca kendisinden hikmetsiz, faidesiz ve abes bir şey zuhur etmemiştir. Resûlullah Efendimiz’in her hareketinde, her işinde, her tavrında, bütün sözlerinde ve hattâ sükûtunda  nice hikmetler ve alınacak bir çok dersler ve ibretler vardır.
“Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyeyi takdir etmeyip, bid'alara giriyor.”[13]
    Sünnet, dünyada Allah Resulünü kendine rehber edinen ve ahirette de O’nunla beraber olmak arzusu ile yanıp tutuşanların  hayat tarzıdır.  Bu yol rıza yoludur ve cennetin yoludur.
    Kınalızadenin dediği gibi, “İki nokta arasındaki doğru tektir; ama iki nokta arasından sonsuz sayıda eğri çizgiler geçer.” İşte Fatiha Suresinde sırat-ı müstakim olarak ifade edilen bu tek doğru, Kur’anda beyan edildiği gibi “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin” yoludur. Bu yolun en büyük önderi de ahirzaman peygamberi Hazret-i Muhammeddir (asm). Onun yolundan ayrılanlar mağdup ve dallin güruhlarına dahil olurlar. Yani, Allah’ın rahmetinden uzaklaşıp gazabına uğrarlar ve yine O’nun nurlu yolundan sapıp dalalete düşerler.
    Gezegenler yörüngelerinden saptıklarında helâk oldukları gibi, müminler de tek kelimeyle “sünnet” olarak bilinen hakikat yolundan yani sırat-ı müstakimden ayrılanlar doğrudan uzaklaşır,  hem dünyada hem de ahirette perişan olurlar.
    Cenab-ı Hakk’ın tayin ve takdir ettiği bu istikamet yolu, ayetlerde tek tek sıralandığı gibi, Allah Resulünün (s.a.v) hayatında da en mükemmel olarak uygulayarak insanlık alemi için en mükemmel bir model olmuştur. İşte sünnete ittiba etmek, bu İlahi ve Rabbanî modele uymak demektir.
    Sünnete ittiba etmek, Kur’an yolunda yürümek demektir. Üstad Bediüzzaman:
“Kur’anın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemâlat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvâlini talim etmektir.” 
buyrulur. İşte,   bu İlahi vazifeleri en mükemmel şekilde anlayan ve hayatıyla sergileyen Allah Resulüdür.  
Peygambere İtaat ve Muhabbeti Kur’an Emrediyor
Cenâb-ı Hak, bir çok ayet-i kerimede Hz. Peygamber’e (s.a.v) tabi olmamızı, O’nun getirdiği esaslara uymamızı ve sünnetine muhalif hareketlerden kaçınmamızı emretmektedir. Bu ayetlerden bazılarını dikkatinize sunuyorum:
“…Peygamber size her ne (emir) verdiyse onu tutun. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir.”[14]
“Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.”[15]
“Allah’a itaat edin, Resûle itaat edin ve kötülüklerden sakının.”[16]
Bu bakımdan bütün insanlık alemi için, “Üstad-ı Mutlak, Muktedâ-yı Küll, Rehber-i Ekmel, Şems-i Hidayet”  olarak gönderilen Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) her emri yerine getirilmeli, nehyettiği şeylerden şiddetle kaçınmalı,  bütün sünnetleri  elden geldiğinde hayatımıza tatbik edilmeli ve O hidayet rehberi ferdî ve içtimaî hayatımızın her safhasında  örnek alınmalıdır. 
Bir ayet-i kerimede mealen  şöyle buyrulur:
“Ey Resulüm, de ki: Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız,  bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” [17]  
Bu ayetten de açıkça anlaşıldığı gibi, Allah’ı sevmenin yolu ve şartı Resûl-i Ekrem’i (s.a.v) sevmektir. O’nu sevmek ise, sünnet-i seniyyesine tabi olmaktır.
  "Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullah'a ittiba edilecek.İttiba edilmezse, netice veriyor ki: Allah'a muhabbetiniz yoktur." Muhabbetullah varsa, netice verir ki: Habibullah'ın Sünnet-i Seniyesine ittibaı intac eder."
   "Evet, Cenab-ı Hakk'a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şübhe Habibullah'ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur.”[18]
Şu halde, marifetullaha, muhabbetullaha ve manevî feyizlere nail olmak isteyen kişi, O’nun sünnet-i seniyyesini kendine rehber ittihaz etmeli, sünnetin usul ve adabına hassasiyetle uymalıdır.  Zira, “İttiba-i sünnet-i Ahmedîye (s.a.v) en büyük bir maksad-ı insanî ve en mühim bir vazife-i beşeriyedir.”[19]
Evet, Allah’a itaat yolları içinde en makbul ve en doğrusu Resûlullah’ın gösterdiği yoldur.  O’na itaat etmeyenler fert olsun, cemaat olsun dünyevî ve uhrevî saadete nail olamazlar. Allah’ı bulmanın ve rızasına nail olmanın en kısa ve en selamet yolu; “rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisânı ve dellâlı olan ve Rahmeten li’l-âlemîn ünvânıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebâiyetidir.”[20]
Hz. Peygamber (s.a.v),   sadece  İslâm dininin esaslarını tebliğ etmekle ve hükme bağlamakla kalmamış,  fiil ve hareketleriyle de bu hakikatleri uygulamalı olarak ders vermiştir. Onun için Allah Resûlünün (s.a.v) hayatının her anında insanlık alemi için her açıdan nice  örnekler vardır. Nitekim bir ayette şöyle buyrulur:
“Andolsun ki, Resulullah’da sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”[21]
Ayette zikredilen “üsve” kelimesi uyulacak ve arkasından gidilecek “örnek” ve “numûne-i imtisal” demektir. Bu bakımdan O, her hususta   bütün  insanlık  alemi için en güzel bir  modeldir ve en büyük bir rehberdir. O’nun sünnetini hayatına tatbik eden her mümin, dünyevî ve uhrevî saadete nail olur. Zira Hz. Muhammed (s.a.v); “bir bürhân-ı Hak, bir sirâc-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesile-i saadet” tir. 
    Peygamber Efendimiz (s.a.v)  sünnetin ehemmiyetini bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade etmektedir:  
    “Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı yapışır ve uyarsanız asla dalalete sapmazsınız. Bunlar, Kuran-ı Kerim ve benim sünnetlerimdir."
“Bu Kur’an’ın bir ucu taraf-ı İlahidedir, bir tarafı da sizin elinizdedir. Ona  yapışırsanız dalalete sapmazsınız.”
“Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir." buyurmaktadır.
    Bediüzzaman Hazretleri de sünnete uymanın ne kadar mühim olduğunu şu harika cümlelerle  ifade eder:
    “Sünnet-i Seniyeye ittiba, mutlaka gayet kıymetdardır. Hususan bid'aların istilâsı zamanında sünnet-i seniyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyenin küçük bir âdâbına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir huzur-u İlahî hatırasına inkılab eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyeyi müraat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor.”
    Demek ki, bir mümin yapmış olduğu günlük işlerinde Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetine göre hareket etse, O’na benzese bütün bu işleri ibadet hükmüne geçer. Meselâ; bir mümin, yatsı namazını kıldıktan sonra, sabah namazına kalkmak niyeti ile abdestli olarak sünnet üzere yatsa her nefes alıp verdiğinde ona sevap yazılır ve böylece onun uykusu ibadet hükmüne geçer. Aynı şekilde yapacağı diğer günlük işlerinde de Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) sünnetine göre hareket etse,  onun yemesi, içmesi ve ticareti ibadet hükmüne geçer.
    İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (r.a.) de şöyle buyurmuşlardır:
    "Ben seyr-i ruhanîde kat'-ı meratib ederken, tabakat-ı evliya içinde en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakatın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu."
Bediüzzaman Hazretleri bir çok risalesinde sünnet-i seniyyenin ehemmiyetini çok güzel bir şekilde izah etmiştir. Bunlardan bir kaçını dikkatinize sunmak  istiyorum:
“Muhabbetullah, ittiba-ı Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ı istilzam eder. Çünkü Allah'ı sevmek, onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise, en mükemmel bir surette Zât-ı Muhammediyede (A.S.M.) tezahür ediyor. Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) harekât ve ef'alde benzemek, iki cihetledir: Birisi: Cenâb-ı Hakk'ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünki bu işde en mükemmel imam, Zât-ı Muhammediyedir (A.S.M.)  İkincisi: Madem Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenâb-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabil ise, fıtraten benzemek ister. İşte Habibullah'ı sevenlerin, sünnet-i seniyesine ittiba ile ona benzemeye çalışmaları, kat'iyyen iktiza eder.”[22]
"Evet madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil'ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu'cizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur'an-ı Hakîm'in hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel nümunelerdir ve takib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.” [23]
    Kur’an’ın Anlaşılmasında Sünnetin Ehemmiyeti
Elhasıl, sünnet Kur’an’ın mücmel ve anlaşılması güç olan ayetleri sünnet açıklar; Kur’an’ın hükümlerini teyit eder. Bu bakımdan Hz. Peygamber’e ve O’nun sünnetine uymadan Kur’an anlaşılamaz. Mesela: “Namazı kılın, zekâtı verin”  ayetlerini şerh ve izah eden Allah Resûlüdür (s.a.v). Evet, Kur’an’da namaz emredilmiştir, ama hangi vakitlerde, kaç rekat ve nasıl kılınacağı  bildirilmemiştir. Aynı şekilde “zekat” emredilmiş, ancak sığır, deve ve koyun gibi hayvanlardan  kaçta bir  verileceği, yine   hububatlardan, altın, gümüş ve paradan ne kadar verileceği açıklanmamıştır.  Namaz ve zekat gibi diğer emirlerin de nasıl ifa edileceği, o ibadetlerin şartlarını,  şeklini ve miktarını tafsilatıyla ortaya koyan Resûl-i Ekrem’dir (s.a.v). Bu bakımdan, Kur’an-ı Kerimin birinci tefsiri hadis-i şeriflerdir.”
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” 
“Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alın.”
Evet, Sünnet, Kur’an’daki hükümleri destekler, güçlendirir ve Kur’an ayetlerine açıklayıcı hükümler getirir. İnsan, Hâlik-ı Hakîm’in şu kâinat kitabında kudret kalemiyle yazdığı âyât-ı tekviniyesinden, kendi aklı ile çok cüz’i şeyler anlayabildiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm’i sadece okumakla veya âyetlerinin meallerine nazar etmekle de çok az şey anlayabilir.
İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, Peygamber-i Zîşân’ı (s.a.v) bütün insanlara her cihetle bir rehber, ölçü ve imam olarak göndermiştir. Bir mü’min her halinde, her sözünde ve her işinde kendisini O’nun sünnetine göre ölçecek ve o ölçüye uyduğu nispette kıymet kazanacaktır.
Sünnete uymak yerine, kendi ölçüleri ile hareket edenlerin hem bu dünyada hem de alem-i ahirette  hüsrana uğrayacakları muhakkaktır. Kâinat kitabını muhtelif yönleriyle bizlere ders veren mütefennin kimseler ve keşşâf zatlar olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm’i de bizlere ders verecek başta Hz. Peygamber (s.a.v) olmak üzere   diğer mürşidler, müçtehidler ve  âlimlerdir.
Âmi bir insan, güneşi bir elma kadar zannederken, bir kozmoğrafyacı âlim, o güneşin bu dünyadan bir milyon üç yüz bin kat büyük olduğunu görebilmektedir.
Yine, okuma yazma bilmeyen bir adam, kanı, kırmızı bir su olarak görürken, bir doktor o kan içindeki milyarlarca alyuvar ve akyuvara nazar edebilmektedir.
Hem su üzerinde ihtisası olmayan bir insan, bir nehre baktığında sudan başka bir şey göremezken, bir elektrik mühendisi o nehrin arkasında şelâleleri ve elektrik cereyanını müşahede etmektedir.
Botanik ilminden habersiz olan  bir kişi bir bitkinin yüzüne sadece  bakıp dururken, o fende terakki etmiş bir zât, nebatatta gizli olan birçok hikmetleri ortaya çıkarmakta ve bir eczacı ise onlardan ilâç yapmaktadır.
Şimdi, bir adam eczaneden ilâç almayıp, “Madem ki bütün ilâçlar bitkilerden yapılıyor; o halde bu ilâçları menbaından kendim elde edeceğim.” diyerek, dağlara çıkıp ot toplasa ne derece divanelik etmiş olur; kıyas ediniz.
İşte, Kur’ân-ı Kerîm’in her bir âyetinde,  her bir kelimesinde  hatta her bir harfinde ne derece azametli nurlar, ne gibi eczalar, nasıl ince, derin ve engin mânâlar bulunduğunu ve her bir âyetin ne kadar azîm ve büyük olduğunu anlayabilmemiz için de onun birinci muhatabı ve en büyük müfessiri olan Hz. Peygamber’e ve O’nun yolundan giden mürşit, müceddid ve  alimlere ihtiyaç vardır. Aksi halde, ne kadar sathî nazarlı kalacağımız  yukarıdaki misâllerden anlaşılmaktadır
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) gösterdiği, teşvik ettiği ve yaşadığı nurlu yol sırat-ı müstakimdir. İslâm’dan başka hak din, Kur’an’daki ulvî hakikatlerden daha yüksek bir hakikat ve Hz. Peygamber’den (s.a.v) daha mükemmel bir rehber yoktur. Öyle ise her mümin ve her  münevver insan böyle bir rehberin bütün meziyetlerini ve güzel ahlâkını bütün ihtişamıyla anlamalı, anlatmalı ve elden geldikçe hayatına tatbik etmelidir. Bu, O’na ümmet olmanın ve O’nu sevmenin icabıdır. Aksi halde O’nun feyzinden ve bereketinden istifade edemez, huzur ve saadete eremeyiz.
Dipnotlar:
[1] Nisâ, 4/150-152.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü'l-İ’caz.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler.
[4] Nursi, B.S. İşârâtü’l-İ’caz.
[5] Nursî B.S. Sözler, On İkinci Söz.
[7] Mektubat.
[8] İsrâ, 17/88.
[9] Nursî, B.S. Sözler, Yirmi Beşinci Söz.
[10] En’am, 6/59.
[11] Hicr, 15/9.
[12] Sözler.
[13] Mesnevi-î Nuriye.
[14] Haşir, 59/7.
[15] Nisa, 4/80.
[16] Maide, 5/92.
[17] Âl-i İmran, 3/31.
[18] Lem’alar.
[19] age.
[20] Sözler.
[21] Ahzap, 33/21.
[22] Lem’alar.
[23] age.
Yazar: Mehmed Kırkıncı

4.8.17

Zikrin Ehemmiyeti

Zikir; kelime manasıyla "hatırlamak" demektir. Istılahta ise Cenab-ı Hakk’ın esmasını, kibriya ve ulûhiyetini kalben ve lisanen anmaktır.

Evet, zikir, Allah ile kul arasında irtibatı ve münasebeti kuracak en önemli vasıtalardan biridir. Zikir; ibadetin özü ve özetidir. Zikir, kalpten gaflet perdesini kaldırır, kişiyi Allah’a yaklaştırır ve O’na dost eder.

Peygamber Efendimiz (sav.)  şöyle buyururlar:
“Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri kadardır.” 
Bu yolların en kısası ve en yakını zikrullahtır.

Zikrin belli bir vakti ve bir mekânı yoktur. İnsan, karada, denizde, seferde,  zenginlikte, fakirlikte, hastalık anında, ayakta ve otururken, yatarken ve gezerken, gizli ve aşikâre olarak, her zaman ve her yerde Allah’ı zikredebilir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: 
“Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru.”(Âl-i İmran Suresi, 3/191)
Başka bir ayette ise mealen şöyle buyrulur:
“Artık namazı bitirdiğiniz vakit ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerindeyken Allah’ı anın...” (Nisa Suresi, 4/103)

Bütün Mahlûkat Cenab-ı Hakk’ı Tesbih Etmektedir

Semavat ve arz ve içindeki bütün mahlûkatın, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve hamd ettikleri bir ayette şöyle ifade edilir:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunan her şey (melekler, cinler) onu hamd ile tesbih eder. Fakat siz, onların tesbihini iyi anlamazsınız. O, hakikaten halîmdir, gerçekten bağışlayıcıdır.” (İsrâ Suresi, 17/44)
Semavat ve arzdaki her mahlûk, deryadaki balıklar, ormandaki ağaçlar ve dağlardaki çiçekler Allah’ı tesbih ve ta’zim ederse, elbette ki; Cenab-ı Hakk’ın en büyük, en itibarlı, en sevgili ve en şerefli mahlûku ve yeryüzünün halifesi olan insanın ondan istisna edilmesi düşünülemez.
“Evet bir bahr-ı müsebbih olan şu semâvâtın kelimât-ı tesbihiyyesi; güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfâz-ı tahmîdiyyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz'î birer tesbihâtı olduğu gibi; zeminin de ve zeminin herbir kıt'asının da ve herbir dağ ve derenin de ve berr ve bahrının da ve göklerin herbir feleğinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır. Şu binler başları olan zeminin her başında yüzbinler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misâlde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.” (Nursî, B.S., Sözler, On Dördüncü Söz)
Zikrullah, ruhu aydınlatır, kalbi tatmin eder. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“İyi biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle (anmakla) huzur bulur.” (Ra’d Suresi, 13/ 28)
Evet, Allah u Teala’nın kudret ve azametini, lütuf ve keremini hatırlamak ve tasdik etmek ile kalp huzura kavuşur, sükûnet bulur. Kalpte bir inşirah, bir itimat tecelli eder, vicdan da ıstıraptan kurtulur ve huzura kavuşur. Çünkü kalp, imanın mahalli, marifet ve muhabbetin, sıfat ve esma-i ilâhiyenin tecelligâhı, bütün feyizlerin ma’kesi ve  manevî duyguların merkezidir. Kalp, iman, marifet, muhabbet, zikir ve fazilet gibi ulvî hakikatlerle kıymet kazanır, nurlanır ve ancak onlarla tatmin olur.

Allah zikredilince mü’minin kalbinde havf ve haşyet, O’na karşı tazim ve tebcil hissi tecelli eder; imanı artar, kalbi tenevvür eder.

Evet, kalp, Allah’a dost olmanın, O’nu sevmenin ve O’nu zikretmenin şevk ve heyecanı ile mesrur olur. O cemalin didarına -velev bir saniyecik olsun- nail olmak, o kalp sahibi için cennetlere değişilmez bir makam-ı âlâdır.

Peygamber Efendimiz (sav.) zikrin ehemmiyetini şöyle ifade etmektedir:
“Cennet ehli hiçbir şeye hasretlik çekmeyecek, ah vah etmeyecek, diz dövmeyecek. Ancak dünyadaki Allah’ı zikretmeden geçirdiği saatlere pişmanlık duyacaklardır.”

“Âdemoğlu, zikrullahtan daha ziyâde kendini Allah’ın azâbından koruyabilecek bir amel işlememiştir.”
 (Tirmizî, Daavât 6)

“Asla gölge bulunmayan kıyamet gününde Allah Teala yedi sınıf insanı kendi rahmeti altında gölgelendirir. Bunlardan birisi de; kimsenin bulunmadığı yerde Allah’ı zikredip, Allah korkusundan gözleri yaşaran kimsedir.” (Buhari, Ezan 36; Müslim, Zekat 91)

“Allah indinde, sizin gümüş ve altın sadaka vermenizden, cihat yapmanızdan daha alâsını ve daha ulvisini haber vereyim mi?”Sahabeler “Nedir? Ya Resulullah!” dediklerinde Peygamber Efendimiz (sav.) “Zikrullahtır.” diye cevap verdiler.

“Akşam ve sabah Allah’ı zikretmek (tefekkür etmek), Allah yolunda kılıçların kırılmasından ve yine Allah uğrunda malı, saçarcasına infak etmekten daha faydalıdır.” (Tirmizî, Daavât 6) buyurmuşlardır.
İbn-i Hacer bu hadisin şerhinde şu açıklamayı yapar: “Burada zikirden maksat kâmil manadaki zikirdir. Bu ise lisanen zikrederken kalple de hamdetmek ve fikren de Allah’ın azamet ve celalini tefekkür etmekle olur. Nitekim dil, kalp ve fikirle beraber icra edilen bir zikrin sevabı hiçbir amel ile muvazeneye gelmez.

Zikrin önemini belirten bir hadis-i kudside şöyle buyrulur:
“Kulum beni zikredip benim için dudaklarını kıpırdattığı müddetçe ben o kulumla beraberim.” [İbn-i Mace, Edeb, 53, (3792); Ahmed, Müsned, 2/540]
Evet Allah u Teala kendisini zikreden bir zakirin kalbinden uzak olmaz, onun refiki ve dostu, habibi ve tabibi olur, ona şifa verir. Özür ve tövbelerini kabul eder, günahlarını setreder. Dualarına icabet eder, musibet ve belalarını def eder.

Bu ise Cenab-ı Hakk’ın sevgili kullarına en büyük bir ihsanı ve en mühim bir iltifatıdır. Bu iltifata mazhar olan bir mümin Cenab-ı Hakk’ın muhabbetini hiçbir zaman kalbinden çıkarmaz. O muhabbet o kulun kalbinde parlayan bir ziya ve sönmeyen bir nur gibi devam eder. Evet huzur-u kalp ve ihlas ile zikreden zakir, Allah ile ünsiyet peyda eder, O’na karşı muhabbeti artar. Artık O’nun zikrini dilinden ve gönlünden bırakamaz.

Bediüzzaman Hazretleri zikrin ehemmiyetini  şöyle ifade eder:
“İ’lem Eyyühel-Aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur."

"İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tağutlarını tar ü mar etmişlerdir.” (Nursî, B.S., Mesnevi-i Nuriye, Hubab)
Müminler Allah’ı zikretmekle memur ve mükelleftir.
“Ey İman edenler! Allah’ı çok zikrediniz.” (Ahzâp Suresi 33/41),
“Rabbini, içinden, yalvararak ve korkarak, (fakat) yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an. Gafillerden olma.” (A'raf Suresi, 7/205)
gibi birçok ayet bu hakikati ders vermektedir. Bu bakımdan, amel-i salihin en efdali, en ekmeli ve en azimi zikrullahtır. Çünkü zikir muhabbetullahın en büyük vesilesidir. Cenab-ı Hak bu ayette olduğu gibi, başka ayetlerde de kullarını zikre davet ediyor. Tâ ki, o zikir sayesinde müminler Allah u Teala’nın azamet ve kudretini düşünsünler ve gafletten kurtularak necat ve felah bulsunlar.

Ömer Nasuhi Bilmen yukarıdaki ayetin tefsirinde şöyle der:
“Bu mübarek âyetler de müminlerin Hak Teâlâ Hazretlerini zikr ve tesbih ile mükellef olduklarını bildiriyor. Ve o Yüce Mâbud'un ve Melâike-i Kiram'ın müminler hakkındaki merhamet ve şefkatlerini beyân buyuruyor ve o müminleri haklarında hazırlamış pek yüce mükâfat ile müjdelemektedir. Şöyle ki: 
(Ey imân etmiş olanlar!.) Ey Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in Peygamberliğini tasdik etmek şerefine nail bulunanlar!. (Allah'ı çokça zikr ile zikr ediniz) O Yüce Mâbud'u daima tevhide, takdise, temcide devam eyleyiniz, gafilce bir halde yaşamayınız.”
Yine bir  ayette  mealen şöyle ifade edilir:
“Siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim.” (Bakara Suresi, 2/152)
Yani, “Ben nihayetsiz ihsanlarımla sizleri taltif ediyorum, siz de lisanınızla beni tesbih, ta’zim, tahmid ve takdis ediniz; kalbinizle de azamet ve kudretimi tefekkür ediniz.”

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:
“Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir."

"Sonra görüyor ki: Bir Mün'im-i Kerîm, maddî ve mânevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, hâliyle, kâliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile, cihâzâtı ile şükür ve hamd ü senâ eder.” (Nursî, B.S., Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)
Yine Üstad Hazretleri Cenab-ı Hakk’ın vermiş olduğu nimetlerine mukabil bizden ne istediği ve o nimetlere karşı ne şekilde şükür edileceğini şöyle ifade etmektedir:
“Evet o Mün'im-i Hakiki, bizden o kıymettar ni'metlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir'dir. Başta 'Bismillah' zikirdir. Âhirde 'Elhamdülillah' şükürdür. Ortada, 'bu kıymettar hârika-yi san'at olan nimetler Ehad-ü Samed'in mu'cize-i kudreti ve Hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek' fikirdir."

"Bir pâdişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imlere medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakiki'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.” (Nursî, B. S., Sözler, Birinci Söz)
“Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşruanın uhrevî neticesi, Kur’ân’ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin 'Elhamdülillâh' kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada 'Elhamdülillâh' yersin. Ve nimette ve taam içinde in’âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadisin nassıyla, Kur’ân’ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir.” (Nursî, B.S., Sözler, Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı)
Evet insanın Cenab-ı Hakk’ı zikretmesi, O’nun insanı zikretmesine en büyük bir sebeptir. Demek ki, insan ne zaman Allah’ı zikrederse, Allah da onu zikreder. Nitekim bir hadis-i kudside şöyle buyrulur:
“Kulum beni tenha yerde zikrederse, ben de onu kendi zatımda zikrederim. Cemaatte zikrederse, ben onu beni andığı cemaatten daha iyi bir cemaatte anarım. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir zir’a yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim. (Yani onun isteklerine süratle icabet ederim.)” (Buhari, Tevhid,15,50; Müslim, Zikr, 20, 21, 22)
Evet, Cenab-ı Hak, ariflerin süruru, âşıkların maşuku, mücrimlerin melceidir. Allah’ın insanı zikretmesi, insanın O’nu zikretmesinden daha ulvi ve daha büyüktür. İnsanın, Allah’ı zikretmekle kalbini, ruhunu, aklını, fikrini ve lisanını tenvir etmesi, ebedi saadet ve selametini kazanmasına vesiledir. Mümin-i kâmil olmak için Allah’ın zikrine kalben ve lisanen devam etmek vücub derecesinde zaruridir. Zira bir mümin için, Cenab-ı Hakk’ın zikrine mazhar olmaktan daha büyük bir şeref, daha büyük bir lütuf ve daha büyük bir ihsan olamaz.

Şu da bir hakikattir ki, Allah’ın insanlara zikrullah’ı nasip etmesi, insanları sevmesinin bir alameti olduğu gibi, Allah’ı sevmenin alameti de zikrullahtır.

Ebu Hüreyre’den(r.a) rivayet edilen bir hadis-i şerifte; Peygamber Efendimiz (sav.) şöyle buyururlar:
"Allah u Teala’nın bir kısım melekleri vardır ki onlar, yeryüzünde dolaşır ve zikir ehlini ararlar. Onlar, Allah’ı anan bir cemaat bulunca, birbirlerine: 'Aradığınıza geliniz!' diyerek seslenirler. Bunun üzerine melekler, zikir ehlini dünya semâsına kadar kanatlarıyla tavaf edip etrafını kuşatırlar. Rableri, onları pek iyi bildiği hâlde, Meleklere:

'Kullarım ne söylüyorlar?' diye sorar.
Melekler: “(Sübhânallah, diyerek) Seni tesbih ediyorlar, (Allahu Ekber, diyerek) Seni tekbir ediyorlar, (Elhamdulillah, diyerek) Seni hamd ve sena ediyorlar.” diye cevap verirler.     

- Allah u Teala: “O  kullarım, Beni görüyorlar mı?”
- Melekler: “Hayır, vallahi onlar, Seni görmüyorlar.”

- Yüce Allah: “Ya o kullarım,  Beni görseler nasıl olurlar?”
- Melekler: “Eğer onlar, Seni görselerdi, Sana karşı ibadet ve taatleri, zikir ve tesbihleri, temcid ve tahmidleri daha şiddetli ve daha ziyade olurdu.”

- Allah Teâlâ: “O kullarım Benden ne diliyorlar?”
- Melekler: “Cennet istiyorlar.”

- Allah Teâlâ: “Peki onlar, cenneti görmüşler mi?”
- Melekler; “Hayır, görmemişler!”

- Yüce Allah: “Ya onlar, cenneti görselerdi ne yaparlardı?”
- Melekler: “Eğer onlar cenneti görselerdi, ona  karşı, iştiyakları daha çok, talepleri daha şiddetli, rağbetleri daha büyük olurdu.”

- Allah Teala: “O kullarım, neden istiaze ediyorlar?”
- Melekler: “Cehennem ateşinden.”

- Yüce Allah: “Onlar cehennemi görmüşler mi?”
- Melekler: “Hayır, vallahi onu görmemişler.”

- Yüce Allah: “Ya onu görselerdi, ne yaparlardı?”
- Melekler: “Ondan daha çok sakınırlar ve ondan daha çok korkarlardı.”

Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Ey meleklerim, Ben, sizleri şahid tutuyorum ki, Ben, o zikreden kullarımı mağfiret ettim.” diye buyurur.

- Meleklerden biri: “O zikredenlerin arasında filan kişi var ki, o zikreden­lerden değildi. O bir haceti için gelip o zikir meclisine oturmuştu.” der.

- Allah Teâlâ: “O mecliste oturanlar, öyle kemâl sahibi kimselerdir ki, onlarla birlikte oturan kimseyi de  affettim.” cevabını verir. (Buhari, Deavat 66; Müslim, Zikir 8)
Bu bakımdan, insan, Cenab-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği nutuk ve beyan nimetinin şükrünü, Kur’an ve onun ulvi hakikatlerini okumak, başkalarına da tebliğ etmek, zikir ve tesbihle meşgul olmakla eda etmelidir. Zira onun söylediği her güzel söz, Allah’ a yükselmektedir. Bu husus bir ayette şöyle ifade edilmektedir:
“Kim ululanmak hevesine düşerse (bilin ki) bütün ululuk Allah'ındır. Güzel kelimeler ancak Ona yükselir. Onu da iyi amel (ve hareket) yükseltir. Kötülükleri tuzak yapanlar (a gelince): Onlar için çetin bir azâb vardır. Onların (kurdukları) tuzağın bizzat kendisi mahvolur.”(Fatır Suresi, 35/10)
Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:
“Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi  إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ  âyetinin sırriyle güzel ve mânidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i kaderin istinsâhiyle ve izn-i İlâhî ile intişar etmesiyle bütün küre-i  havadaki melâike ve ruhanîlere işittirmek ve Arş-ı Âzam tarafına sevketmek için Kudret-i İlâhî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.” (Nursî, B.S, Emirdağ Lahikası  2. Cilt)
Peygamber Efendimiz de (sav.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
“Nerede bir cemaat toplanır ve Allah’ı zikrederlerse, melaikeler onları kuşatır, etraflarında dönerler. İlahi rahmet onları kaplar ve Allah Teala kendi katında olanlara onları anlatır.” (Müslim, Zikr 139; İbni Mace, Mukaddime 225)
Zikrin ne kadar ehemmiyetli olduğu ve zikr-i ilahinin müminlerin necat ve felahına nasıl vesile olacağı Hazret-i Yunus’un (as.) kıssasından da açıkça anlaşılmaktadır:

Cenab-ı Hak, Yûnus İbni Matta’yı (a.s.) Ninova kasabası halkına peygamber olarak göndermişti. Yunus (as.) onları Allah'a imana davet ediyor, ancak onlar onun davetine icabet etmeyip, Allah’ın emir ve yasaklarına uymuyor ve isyan üzere yaşıyorlardı. Sonunda Yunus (as.) onlara kızmış ve üç gün sonra başlarına büyük bir azabın geleceğini söyleyerek aralarından ayrılıp gitmişti. Ninova halkı, başlarına gelecek felaketten dolayı Cenab-ı Hakk’a dua ve niyazda bulunmuş ve tevbe ederek O’na sığınmışlar, Allah Teâlâ da onlardan azabı kaldırmıştı. Bu husus bir ayette şöyle ifade edilmektedir:
“İmân edip îmânı kendisine fayda sağlayan bir kasaba olsaydı ya? Yûnus'un kavmi müstesna. Onlar, îmân ettikleri zaman üzerlerinden bu dünya hayatında rüsvâylık azabını kaldırdık, bir zamana kadar da kendilerini faydalandırdık.” (Yunus Suresi, 10/98)
Hz. Yunus (a.s.) oradan uzaklaşınca bir gemiye binmişti. Derken gemi büyük bir fırtınaya tutulmuş ve  dalgalara mukavemet edemez bir hale gelmişti. Yolcular arasında büyük bir panik, heyecan, endişe  ve korku hâkim olmuştu. Bunun üzerine Yunus (as.): “Bu gemi benim yüzümden batacak, siz beni denize atın ve kendinizi kurtarın.” dedi. Geminin reisi: “Sen kimsin? Seni niçin denize atalım” deyince, Yunus (as.): “Ben Ninova halkına gönderilmiş bir peygamberim. Onlar beni dinlemedikleri için kızıp oradan uzaklaştım. Bir peygamber Allah’tan vahiy gelmeden kendi hevesine göre hareket edemez. Ben Cenab-ı Hak’tan müsaade almadan kavmimi terk ettiğim için hata yaptım. Rabbim de beni cezalandırdı Bu felaket benim yüzümden oldu.” Geminin yetkilisi; “Biz bir peygamberi nasıl denize atarız.” Diyerek itiraz etti. Yunus (as.): “Öyle ise kura çekelim, kura kime çıkarsa onu denize atalım” dedi. İlk kur'a Yunus’a çıktı. Fakat onu denize atmak istemediler ve kura’yı iki defa daha çektiler yine ona çıktı. Bu husus;
“Kur'a çekmişti de yenilenlerden olmuştu.” (Saffat Suresi, 37/141) 
ayetinde de ifade edilmektedir. Derken Yunus (as.) kendini denize attı ve bir balık onu yuttu. Orada üç gün kaldı. Yunus (as.) balık için bir rızık olmadığı için onu incitmemiş, bilakis onun karnı, Hz. Yunus’a bir misafirhane olmuştu. Yunus (as.) balığın karnında;
“Senden başka hiçbir İlah yoktur. Seni tenzîh ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum.”
diyerek pişmanlığını ifade edip, Cenab-ı Hakk’ı tesbih etti.
Hz. Yunus balığın karnında Cenab-ı Hakk’ı tesbih edince melekler: “Ey Rabbimiz, bolluk ve ferahlık halinde seni tesbih eden kuluna acıyıp onu belâdan kurtarmayacak mısın? Şüphesiz Senin rahmet ve şefkatin sonsuzdur.” diye Cenab-ı Hakk’a niyaz ettiler. Allah u Teâlâ: “Evet, onu balığın karnından kurtaracağım.” buyurdu ve balığa emretti, o da Hz. Yunus’u denizin kenarına bıraktı. Bu husus bir ayette mealen şöyle ifade edilir:
“Zünnun’u da  (balık sahibini) (hatırla). Hani o, (kavmine) öfkelenmiş olarak gitmişti de bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken o, karanlıklar içinde (kalıp): 'Senden başka hiçbir İlah yoktur. Seni tenzîh ederim. Muhakkak ben haksızlık edenlerden oldum.' diye (Allah'a) niyaz etmişti. Biz de onun duasını kabul edip üzüntüden kurtarmıştık, işte inananları böyle kurtarırız.” (Enbiya Suresi, 21/87-88)
Evet, Hazret-i Yunus (as.) balığın karnına girinceye kadar sürekli olarak yapmış olduğu zikir ve tesbihleri balığın karnında da devam ettirmiş ve bu durum onun necat ve felah bularak sahil-i selamete kavuşmasına vesile olmuştur. Bu husus bir ayette mealen şöyle ifade edilmektedir: “(Eğer Yunus) Allah’ı zikir ve tesbih edenlerden olmasaydı, kıyamete kadar balığın karnında kalacaktı.” (Saffat Suresi 37/144)  Bu hadise, şuurlu müminler için zikr-i ilahinin ehemmiyetini ortaya koyan en büyük bir misal ve bir ders-i ibrettir. Bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki, Yüce Allah kendisini hayatı boyunca tesbih ve zikir eden Hazret-i Yunus’u (as.) balığın karnından kurtardığı gibi, müminleri de kendisini zikir ve tesbih etmelerine mukabil, nefs-i emmarenin tehlikelerinden, şeytanın şerrinden, dünyevi ve uhrevi birçok sıkıntı, tehlike, meşakkat ve kederlerden kurtarıyor.

Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin de tefsirinde şöyle der: “(Eğer O) Hz. Yûnus (vaktiyle çokça tesbih edenlerden) Allah Teâlâ'yı fazla zikredenlerden, namaz kılıp tesbih edenlerden, ibadet eden takva sahibi kullardan (olmasa idi.) bu müthiş faciadan kurtulamazdı,  hayatta kalarak bir daha kurtuluş sahasına varamazdı. Elbette ki, balığın karnında tekrar dirilecekleri güne kadar kalır, bir daha dünya yüzüne gelemezdi. İşte O'nun zühd ve takvası, fazlaca zikr ile, tesbih ile meşguliyeti kendisi için bir kurtuluş vesilesi olmuştur. Bundan, başkaları da bir ibret dersi almalıdırlar.”

Bediüzzaman Hazretleri de meselenin detayına girmeden Hz. Yunus’un (a.s) denize atılması ve Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle oradan kurtulmasından alınması gereken dersi şöyle nazara vermektedir:
"Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm'ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır. Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın kıssa-i meşhuresinin hülâsası:"

"Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette münacatı, ona sür'aten vasıta-i necat olmuştur. Şu münacatın sırr-ı azimi şudur ki:"

"O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünki o halde ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde 'gece, deniz ve hut' ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir."

"Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbib-ül Esbab'dan başka bir melce' olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu musahhar etmiştir. O nur-u tevhid ile hutun karnını bir taht-el bahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer'i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktin altında o lütf-u Rabbaniyi müşahede etti. "

"İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz:

"Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir."

"Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur."

"Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.” (Nursî B. S., Lem’alar, Birinci Lema)
Zikrullahın feyiz ve bereketi fertlerin olduğu gibi, milletin ve memleketin de devam ve bekasına en büyük bir sebeptir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ders vermektedir:
“Merkez-i Hilafet olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyet’teki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde "Allah Allah!" diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.” (Nursî, B.S., Mektubat, Telvihat-ı Tis’a)
Zikrullahın dünyadaki mükâfatı bu derece olursa, ahiretteki mükâfatı elbette her türlü tasavvurun fevkindedir. Bu ise ebedi cennet hayatı ve onun en büyük semeresi olan rüyetullahtır. Bediüzzaman Hazretleri en büyük nimet olan Rüyetullah’ı veciz bir şekilde şöyle ifade etmektedir:
“İman ve muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkikin ittifakıyla; dünyanın bin sene hayat-ı mes'udanesi, bir saatine değmeyen Cennet hayatı ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemal ve kemal sahibi olan Zât-ı Zülcelal’in müşahedesi, rüyetidir ki; (Haşiye) hadîs-i kat’î ile ve Kur’anın nassıyla sabittir. Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemal ile meşhur bir zâtın rüyetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir cemal ile mümtaz bir zâtın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehasin ve kemalâtından binler derece yüksek olan Cennet’in bütün mehasin ve kemalâtı, bir cilve-i cemali ve kemali olan bir zâtın rüyeti, ne kadar mergub, merak-aver ve şuhudu ne derece matlub ve iştiyak-aver olduğunu kıyas edebilirsen et...” (Nursî, B.S., Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf, Dokuzuncu İşaret)

(Haşiye): Hadîsin nassıyla "O şuhud, bütün lezaiz-i Cennet'in o derece fevkindedir ki, onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemali o derece fazlalaşır ki; döndükleri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zor ile onları tanıyabilirler" hadîste vârid olmuştur.
Üstad Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in (sav.) miraçtan getirmiş olduğunu meyvelerden birinin de Rüyetullah olduğunu şöyle ifade etmektedir:
“Rüyet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin.” (Nursî, B.S., Sözler, Otuz Birinci Söz)

Zikrin Çeşitleri

Başta Kur’an-ı Kerim ve onun en büyük tefsiri olan hadisleri okumak en büyük bir zikir olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’i anlamaya dair tahsil edilen ilimler de zikirdir. Zikir, hem lisan ile hem hal ile hem de kalp ile yapılır. İnsan, lisanıyla zikrettiği gibi gözüyle, kulağıyla,.. vs azalarıyla da zikredebilir. Yani, kainata ibret nazarıyla bakar, onda teşhir edilen harika eserleri tefekkür eder, bütün duygu ve hislerini Cenab-ı Hakk’ın rızası dairesinde ve yaratılış gayesine uygun olarak istimal eder; böylece kâmil bir bir mümin olur. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:
“Cenâb-ı Hakk'ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.” (Nursî, B. S., Mesnevi-i Nuriye)
Aynı şekilde ibadetin en ulvisi, en mukaddesi, Allah’a karşı şükrün en mükemmel ifadesi, Cenab-ı Hakk’a yaklaşmanın ve rızasına mazhar olmanın, O’nu tazim, tesbih, zikir ve hamd etmenin en güzel yolu, en güzel vasıtası olan namaz da en büyük bir zikirdir. Çünkü; “Namazın mânâsı Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve ta’zim ve şükürdür.” (Nursî, B.S., Sözler, Dokuzuncu Söz) Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük zikirdir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.” (Ankebut Suresi, 29/45)
Evet, Allah’ı hatırlamak ve anmak olan  ve O’nun en ulvi ve kudsi bir daveti olan namaz, elbette ki zikirlerin en büyüğüdür ve Cenab-ı Hakk’a dost ve yakın olmaya en büyük bir vesiledir.
“Evet, nasıl ki Fâtiha Kur'ân'a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir.” (Nursî, B.S., İşârâtü’l İ’câz)
İnsan hem kalp, hem de lisan ile Cenab-ı Hakk’ı zikrederse, tam manasıyla kâmil bir mümin olur. İnsan zikre devam ettikçe batınî duyguları hayat bulur ve o zikir; vücudun bütün zerrelerine kadar sirayet eder. Zikir, kut ve gıda hükmünde olduğundan, insan ondan daima sürur ve neşe alır. Öyle bir hale gelir ki, celalde cemali, cemalde celali müşahede edebilir. Yani her hadisatın altında bir rahmet cilvesi olduğunu anlar.

Birçok mürşit zikrin efdal olanının kalben yapılan zikir olduğunu ifade etmişlerdir. Allah’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini kâinatta temaşa etmek de akıl ve kalp ile yapılan bir zikirdir. İnsan kâinattaki acip, garip ve bedi olan sanat eserlerini tefekkür ederek ruhani bir neşeye nail olur.

Lisanen zikir, esma-i hüsnadan olan “Ya Cemil, Ya Celil, Ya Latif, Ya Rahim, Ya Rahman, Ya Kerim, Ya Hayyu Ya Kayyum ...” gibi  ism-i şerifleri söylemekle, Cenab-ı Hakk’ı tesbih, ta’zim ve takdis etmektir.

Cenab-ı Hakk’ın güzel isimleri olan Esmâ-i Hüsnâyı vird edinmek ve onlarla niyazda bulunmak, duaların kabulüne vesiledir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“Oysa en güzel isimler Allah’ındır. Bundan dolayı  Allah’a onlarla dua edin.” (A’raf Suresi, 7/180)
Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur:
“Duâlarınızda Ya ze’l-celâli ve’l-ikram demeye dikkatlice devam edin”
Yine Rasulullah Efendimiz (sav.) bir adamın;
"Ya ze’l celâli ve’l ikram’ (ey yüceliğin ve ikramın sahibi Allah’ım) diye duâ ettiğini işitince şöyle buyurmuştur: 
“Haydi iste, duâna icabet edildi.”(Tirmizi, Dua 94)
Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Rasulullah Efendimiz (sav.) bir işe fazla önem verdiği zaman gözlerini gökyüzüne çevirir “Subhânallâhi’l âzîm” derdi. Duâda ısrar ettiği zaman da “Ya hayyu ya kayyum” buyururdu.

Bu bakımdan, Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kibriyasını ifade eden mukaddes kelimeleri sürekli tekrarlamak ve Kur’an-ı Kerimi devamlı okumak, insanın kalbine sürur ve  inşirah aklına da istikamet  verir. Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
“Hem cismânî ihtiyâç gibi, mânevî hâcât dahi muhteliftir. Bâzısına insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha Hû gibi. Bâzısına her saat; Bismillâh gibi ve hâkezâ... Demek tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyâkı ve iştihâyı tahrik etmek için tekrar eder.” (Nursî, B.S., On Dokuzuncu Söz)
Şunu da önemle ifade edelim ki, bir Müslüman Peygamber Efendimiz’in (sav.) herhangi bir sünnetine ittiba etse, Cenab-ı Hakk’ı hatırlatması cihetiyle zikretmiş olur. Yani, sünnet-i seniyyeye ittiba etmek başlı başına bir zikirdir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
“Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir huzur-u İlahî hatırasına inkılab eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyeyi müraat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor. Çünki o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ittibaını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan şâri-i hakikî olan Cenab-ı Hakk'a kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır."

"İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.”
 (Nursî, B. S., Lem’alar)

En Faziletli Zikir Hangisidir?

Zikrin en faziletlisi; “La ilahe illallah” lafzıdır. İhlâs ile bu mübarek ve mukaddes kelamı söyleyen bir insan, ebedi saadete giden yola girmiş olur. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
“Benim ve diğer Peygamberlerin söylediği en faziletli kelam, 'La ilahe illallah' sözüdür.” (Muvatta, Hacc 246)
Hazret-i Ali (r.a) Peygamber Efendimiz’den (sav.) “Allah’a en yakın ve kullara en kolay olan yolu” göstermesini istemiş. Peygamber Efendimiz (sav.) de “La ilahe illallah” zikrini telkin etmiş ve bu tavsiyesini üç defa tekrarlamışlardır. Bazı mürşitler de “Zikrin efdali La ilahe illallah’tır.” demişler, bunu tarikatlarında rükn-ü azam ve vird-i zeban kabul ederek müritlerine telkin etmişlerdir. İnsan her zaman nur-u imanını bununla tecdid eder ve tazeler. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav.): “İmanınızı La ilahe illallah diyerek tazeleyin.” buyurmuşlardır. (Müsned, 2/359; et-Terğib ve’t- Terhib, 2/415)

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav.):
“Ey Ebu Hureyre! Yapmış olduğun her amel kıyamet günü tartılacaktır. Yalnız şehadet kelimesi tartılmaz. Zira sıdk ve ihlas ile bu kelimeyi söyleyen kişinin mizanının bir kefesine bu, diğer kefesine de yer ve gökler bütün içindekilerle beraber konsa, şehadet kelimesi onlardan ağır gelir.”

“Sıdk ü ihlas ile ‘Lâilâhe illâllah’ diyen kimse, yer dolusu günah ile de gelse, Allahu Teala onu affeder.”

“Her namazın peşinden otuz üç kere Sübhânallah, otuz üç kere Elhamdülillâh, otuz üç kere de Allahü Ekber dedikten sonra ‘Lâ ilâhe illâllahü vahdehulâ şerike leh. Lehü’l mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir’ diyen kimsenin günahları deniz köpüğü kadar olsa da mağfiret olunur.”

“Allah katında en sevimli dört kelime vardır, onlar da, ‘Sübhanallah, Elhamdülillah, La ilâhe illâllah ve Allahü ekber’ kelimeleridir. Bunları takdim ve te’hir etmekte beis yoktur. Hangisi ile istersen başlayabilirsin.”
 (Müslim, Mesâcid, 146)
Bediüzzaman Hazretleri de bu kelimelerin ehemmiyetini şöyle ifade eder:
“Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yâni, celâline karşı kavlen ve fiilen "Sübhânallah" deyip takdis etmek. Hem kemaline karşı, lâfzan ve amelen "Allahü Ekber" deyip tâzim etmek. Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen "Elhamdülillâh" deyip şükretmektir. Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te'kid ve takviye için şu kelimât-ı mübareke , otuzüç defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu mücmel hülâsalarla te'kid edilir.” (Nursî, B.S Sözler, 9.Söz)

Peygamber Efendimiz’e (sav.) Salat u Selam Okumanın Ehemmiyeti

Hz. Peygamber’e (sav.) salat ü selam okumak Allah’ın emridir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:  
“Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygambere hep salat ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salat edin ve tam bir içtenlikle selam verin.” (Ahzap Suresi, 33/56)
Evet, şefkat ve merhamette en ileri olan Hazret-i Peygamber (s.a.v), daha dünyaya geldiği dakikada "ümmetî ümmetî" (ümmetim, ümmetim) dediği gibi, hayatı boyunca da hep ümmetini düşünmüş, onların dünyevî ve uhrevî saadetlerini temin için gayret göstermiştir. Hem mahşerde herkes "nefsî nefsî"diyeceği zaman, yine O, “ümmetî ümmetî” (Buharî, Tevhid, 36) diyerek onların cehennem ateşinden kurtulmaları için Cenâb-ı Hakk’a yalvaracak ve böylece ümmetine olan şefkat ve merhametini en ileri derecede gösterecektir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) ümmetine karşı nasıl bir şefkat ve merhamet taşıdığı bir ayette şöyle ifade buyrulur:
“Size kendi içinizden gayet izzetli bir peygamber geldi. Zahmete uğramanız ona ağır gelir. (Kalbi) üstünüze titriyor. O, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe Suresi, 9/128)
Böyle bir peygambere ümmmet olmak büyük bir şeref olduğu gibi, ona salat u selam okumak da en büyük bir vazife ve vefadır. Böyle bir Zat’ın şefaatına mazhar olmak, onun nurundan istifade etmek; ancak onun sünnetine uymak ve salat u selam okumakla mümkündür.

Peygamber Efendimiz (sav.) hadis-i şeriflerinde salat ü selam okumanın ehemmiyetini şöyle ifade etmektedir:
“Kim sabaha erdiği ve akşama girdiği vakit bana on salât geti­rirse kıyamet günü ona (hususî) şefaatim olacaktır.” (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 10/120)
“Kim bana günde yüz defa salât edecek olursa Allah u Teâlâ onun yetmişi âhiretine otuzu dünyasına ait olmak üzere yüz hacetini yerine getirir.” (Beyhakî, Şüabü’l-îmân, 3/111)

“Allah u Teâlâ benim kabrime bir melek vazifelendirmiş ve ona insanların isimlerini vermiştir. Kıyamete kadar bana salât (-ü se­lâm) edecek kimseleri kendi adı ve babasının ismiyle "Falan oğlu fa­lan, sana salât (-ü selâm) etti" diye bana tebliğ eder.” (Heysemî, Mecmâu’z-zevâid, 10/162)

“Kıyamet günü insanların bana en yakın olanı, üzerime çok sa­lât edenidir.” (Tirmizî, Salât, 357)

“Cum'a günü bana salât (-ü selâm)ı çok edin. Çünkü o gün, meleklerin hazır olup şâhitlik edeceği bir "yevm-i meşhurdur. Bir kimse bana salât etmeye dursun onun salâtı, o kimse (virdinden) ay­rıldığında bana arz olunur.”
 (Ebu Davud, Salat, 207; Nesaî, cuma 5, 45)
Bediüzzaman Hazretleri de salavatın ehemmiyetini şöyle ifade eder:
“Rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o Rahmetin en belîğ bir lisânı ve dellâlı olan ve Rahmeten li'l-âlemîn ünvânıyla Kur'anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmetenlil-âlemîn olan Rahmet-i mücessemeye vesîle ise: salavâttır. Evet Salâvatın mânâsı Rahmettir. Ve o zîhayat mücessem Rahmete rahmet duası olan Salâvat ise, o Rahmetenlil-âlemînin vüsûlüne vesiledir. Öyle ise sen Salâvatı kendine, o Rahmetenlil-âlemîne vesile yap ve o Zâtı da Rahmet-i Rahman'a vesîle ittihaz et. Umum ümmetin Rahmetenlil-âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında hadsiz bir kesretle Rahmet mânâsiyla Salâvat getirmeleri, Rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir Sûrette isbat eder."

"Elhâsıl: Hazîne-i Rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediyye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi: "Bismillahirrahmânirrahîm"dir. Ve en kolay bir anahtarı da Salavattır.” (Nursî, B. S., Lem’alar)
Üstad Hazretleri; “Eğer desen: Madem o Habîbullahtır. Bu kadar salâvat ve duaya ne ihtiyacı var?” sualine ise şu harika cevabı verir:
“O zat (a.s.m.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât hadsiz olmakla beraber, hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz envâ-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zat, elbette hadsiz salâvat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.” (Nursî, B.S., Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Zeyl, İkinci Nükte)
Allah’ım! Hz. Muhammed’e (sav.) yer ve göğü dolduracak kadar, felek çarklarını durduruncaya kadar ve parıldayan şimşeklerle birlikte bulutlardan akan sağanaklar gibi salât eyle!
“Allah’ım Efendimiz Hz. Muhammed’e ve O’nun âline; gece ile gündüzün birbirini izlediği, sabah ile akşamın birbirini takip ettiği, gece ve gündüz art arda gelip durduğu ve iki kardeş yıldızın (kutup yıldızı ve arkadaşı) karşılıklı doğdukları müddetçe salât eyle! Onun ve ehl-i beytinin ruhlarına tahiyye ve selâmlarımızı ulaştır! Haşir ve karar gününe kadar ona ve ehl-i beytine merhamet ve bereket ihsan eyle ve çok çok selâm eyle! Allah’ım! Bu salât ü selâmların her birerleri ile bizleri bağışla! Bize merhamet et ve bize lütufta bulun!”

“Manasını Bilmiyorum” Diyerek Zikri ve Kur’an Okumayı Terk Etmek Doğru mudur?

Manasını bilmiyorum diyerek Kur’an okumamak veya zikri terk etmek büyük hatadır.  Zira, insanda birçok latife vardır, akıl bazı hakikatleri kavramazsa bile kalp ve ruh hissesiz kalmaz. Yemiş olduğumuz birçok meyvenin hangi vitamin deposu olduğu ve vücudumuza ne gibi faydalar sağladığı daha yakın bir zamanda ortaya çıktı. Birçoğunun ise faydasından habersiziz. Bizden önce yaşayan insanlar da o meyve ve sebzelerde ne gibi vitaminlerin olduğunu bilmiyorlardı ama, gene de onlardan istifade ediyorlardı. Aynı şekilde dünyaya yeni gelen bir çocuk da en gıdalı ve en latif olan sütün kendisine ne gibi faydalar sağladığından habersizdir, ama onunla beslenmekte ve gıdalanmaktadır. İnsanın manasını anlamadan okuduğu Kur’an ve diğer virdler de bunun gibidir. Bediüüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir:
“Zikreden adamın feyz-i İlahîyi celbeden muhtelif latifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. مِنْ حَيْثُ لاَ يَشْعُرُ husule gelir. Binaenaleyh gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâlî değildir.” (Nursî, B.S., Mesnevi-i Nuriye, Hubab)
“Kur'an-ı Azîmüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına raci'dir. Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur’an’ın hakaikından hisse alabilir ve hissedardır.” (Nursî, B.S., Mektubat)
Elbette ki Kur’an-ı Kerimi anlayarak okumak çok önemlidir. Ancak anlamıyorum diye okumayı terk etmek doğru değildir. Onu anlayarak okumak hem zikir hem de fikirdir, anlamadan okumak ise yine büyük bir zikirdir. Kur’an’ın her bir harfine en az on sevap verileceği hadislerde ifade edilmiştir. Mübarek gecelerde bilhassa Ramazan-ı şerifte binden ziyade olduğunu Bediüzzaman Hazretleri de şöyle ifade etmektedir:
“Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a'mâl, bire bindir. Kur'ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir."

"Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü'l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.”
 (Nursî, B.S., Mektubat)
"Evet, Kur’an, bitmez tükenmez bir hazinedir. Herkes kabiliyetine göre O’ndan hissesini alır. Onun her bir suresi, her bir ayeti, hatta her bir harfi hakikat ve feyiz hazinesidir. Bazen bir tek harf, bir sahife kadar hakikatleri ders verir. O’nun her bir harfi,  bir havz-ı ekberdir, leziz bir kevserdir. suyu içmekle doyulmaz, kalp ve ruhlar onunla hayat bulur. Kur’an, uçsuz bucaksız bir okyanustur, derinliklerine ulaşılmaz. Çünkü; “Kur'an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası... Ve Zât ve Sıfât ve Esmâ ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhân-ı katıı, tercüman-ı sâtıı... Ve şu âlem-i insâniyetin mürebbisi.. ve insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı.. ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insâniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hâdîsi... ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci' olacak çok kitabları tâzammun eden tek, câmi' bir KİTAB-I MUKADDES'tir.” (Nursî, B. S., Sözler, Yirmi Beşinci Söz)
Yazılan bütün tefsirler o okyanustan ancak bir damladır. O’nu okuyan ve anlayan iman-ı kâmile erer. İnanmayan biri de onu hakkıyla ve insafla tetkik ederse, imana gelir. Onun için Kur'an’ın feyzi sonsuzdur. İsmi gibi manaları da güzeldir. Bu nihayetsiz feyizden istifade etmek, onun hükümlerine uymakla olur. Kadrini ehl-i iman bilir, ancak onu hakkıyla takdir etmek beşer idrakinin fevkindedir.  Zira Kur’an'ın müminler için şifa ve rahmet olduğu bir ayette şöyle ifade edilir:
“Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. (O Kur’an) zalimlerin ise, ancak hüsranını artırır.” (İsra Suresi, 17/8)
Evet, Kur’an-ı Kerim’i okumak en büyük bir zikir olduğu gibi, onun hakikatlerini tefsir eden eserleri okumak da insana Cenab-ı Hakk’ı hatırlatması cihetiyle bir zikirdir. Bu vesileyle Kur’an'ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur’larla ilgili sıkça sorulan bir suale kısaca cevap vermek istiyorum.

Bazı kimseler; “Risale-i Nurların dilinin ağır olduğunu” gerekçe göstererek okumadıklarını söylemektedirler. Zaman zaman bana bu soruyu soran  kişilere latife olsun diye şöyle diyorum: “Madem ki okuyarak anlamıyorsunuz, öyle ise okumaya okumaya anlamaya çalışınız”.

Üstadımızın ifade ettiği gibi,
“Büyük bir bahçeye giren herkes, elinin ulaştığı kadar meyveleri toplar.” 
“Bir şey  bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz.” (Nursî, B.S., Lem’alar Otuzuncu Lem’a) 
Bu bakımdan, Risale-i Nurları anlamadan okuyanlar da asla  nasipsiz kalmazlar, o hakikat nurlarından istifade eder ve büyük bir feyiz alırlar. Risale-i Nur’ları devamlı olarak kişi, okudukça anlar, anladıkça, okuma iştihası daha da gelişir ve onun lezzetinden asla doyamaz. Her okuyuşta onda nice engin, derin ve ince manaların olduğunu anlar, büyük bir manevî zevk alır. Okuyan kişinin idraki gelişir, kalbi inşirah eder ve ruhu bir çok hakikatlere ayna olur. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:
“Risaleler yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; aynı zamanda kalbî, ruhî ve halî mesail-i imaniyedir. Aklınız her bir meseleyi tam anlamasa da ruh, kalb ve vicdânınız hissesini alır.” (Nursî, B.S., Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup)
Evet bu felaket ve helaket asrında büyük bir nimet olan Risale-i Nur’lar nice marifet, hakikat, feyiz ve esrarları havi eşsiz bir eserdir. O akılları tenvir eder; kalplere ve ruhlara inşirah verir, imanı inkişaf ettirir ve onun zevkini tattırır. Risale-i Nur, latifeleri terbiye eder, fikirlere istikamet verir, tefekkürü derinleştirir; ahlak-i aliyeyi inkişaf ettirir. Hakiki ihlasa ve hakikat-ı uhuvvete mazhar kılar.

Bu asırda en yüksek bir hakikat-i Kur’anîye, en büyük bir ders-i imaniye olan Risale-i Nur’un akıl ve dimağlarda yerleşmesi ciddi bir talim, büyük bir dikkat, gayret ve süreklilik ister. Bunun yolu sürekli olarak okumak, mütalaa ve müzakere etmekten geçer. Bu bakımdan bir nur talebesinin asıl gayesi; bu eserleri anlayarak okumak,  anladığını hayatına tatbik etmek, hayatı boyunca ihlas ve istikamet üzere yaşamak olmalıdır.

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, bir kişi okuduğu veya dinlediği derin ve ince meseleyi anlamadığı takdirde, okumayı terk etmemeli, sabır ve teenni ile okumaya devam etmelidir. O büyük ders-i Kur’aniyenin nurundan istifade ve istifaze etmek için azami bir gayret gerekir. Aksi halde o büyük marifet ve hakikat derslerinden mahrum kalınır. Fen sahasında ilim tahsil etmeğe başlayan bir öğrenci, ben bu meseleyi anlamıyorum diye fakülteyi terk etmiyor, bilakis daha fazla cehd ve gayret gösteriyor.

Bu felaket ve helaket asrında büyük bir nimet olan Risale-i Nur’lar, nice marifet, hakikat, feyiz ve esrarları havi eşsiz bir eserdir. O akılları tenvir eder; kalblere ve ruhlara inşirah verir ve iman zevkini tattırır. Risale-i Nur, latifeleri terbiye eder, fikirlere istikamet verir, tefekkürü derinleştirir; ahlak-i aliyeyi inkişaf ettirir. Hakiki ihlasa ve hakikat-ı uhuvvete mazhar kılar. Bu bakımdan, Risale-i Nurları da ciddiyetle okumak ve anlamaya çalışmak lazımdır.
Yazar: Mehmed Kırkıncı