Zamanın ve mekânın insanın üzerinde, iman ve İslam noktasında negatif veya pozitif bir etkisi olmakla birlikte, zaman ve mekân unsurları, neticeyi tek başına belirleyen bir sebep de değildir. Bu ikisi, sadece imtihana avantajlı ya da dezavantajlı bir şekilde başlamamızı sağlayan iki faktördür. İslam topraklarında doğan bir kimse imtihana avantajlı başlarken, küfür topraklarında doğan bir kimse ise bu imtihana dezavantajlı başlamış olur.
Ancak avantajlının avantajını kaybettiği, dezavantajlının imtihanı başarıyla tamamladığına misaller o kadar çoktur ki, had ve hesaba gelmez.
Mesela Hz. Nuh’un oğlunun, babası peygamber olmasına rağmen imansız ölmesi. Hz. Lut’un eşinin, kocası peygamber olmasına rağmen imansız ölmesi buna delildir. Evet, Hz. Nuh’un oğlu ve Hz. Lut’un eşi, imtihana avantajlı hem de çok avantajlı başlamışlardı. Birisinin babası, diğerinin eşi peygamberdi. Ama onlar buna rağmen imtihanı başarıyla tamamlayamadılar.
Yine Hz. Musa, firavunun sarayında yetişmiş, firavunun evlatlığı idi. Ancak firavun, Hz. Musa’dan istifade edemedi ve imansız öldü. Bununla birlikte aynı sarayda olan, firavunun eşi Asiye validemiz, imanını kurtardı ve ettiği şu dua ile de Kur’an’a geçti: “Ey Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap ve beni Firavun’dan ve amelinden ve zalimler kavminden kurtar.”
Demek aynı sarayda yan yana yaşayan iki kişiden birisi imansız ölüyor ve Allah düşmanı olarak Kur’an’da bahsi geçiyor iken, o kişinin eşi mümin olarak ölebiliyor.
Yine Peygamber Efendimiz’in amcaları olan Ebu Talip ve Ebu Leheb, Peygamberimiz’le yan yana yaşamalarına ve hakkı ondan dinlemelerine hatta birçok mucizesine şahit olmalarına rağmen imansız olarak ölürken; Peygamberimiz’i hiç görmeyen Veysel Karani, Efendimiz’e ve Allah’a âşık olabiliyor ve aşkından tarihin sayfalarına geçebiliyor.
Demek mesele sadece İslam topraklarında doğmak değil. Hatta çok uzağa gitmeğe gerek bile yok, toplumumuza baksak yeterlidir. Memleketimiz bir İslam memleketi ve halkının %99’u Müslüman olmasına rağmen, meyhanelerin camilerden daha fazla olması ve az olan camiler boş iken, çok olan meyhanelerin hıncahınç dolu olması ispat eder ki: Sadece Müslüman topraklarda doğmak neticeyi belirleyen bir faktör değildir.
Evet, o meyhaneleri dolduran insanlar, İslam topraklarında dünyaya gelmişler ve günde 5 defa ezanı işitmek devletine ulaşmışlardır. Dahası İslam ile ilgili birçok meseleyi çocukluklarından beri dinlemişlerdir, ancak bunların hiçbirini Allah’a yakınlığa vesile yapamamışlardır. Namazsız, zikirsiz, tefekkürsüz olarak, günah ve isyan içinde bir hayat sürmektedirler.
Demek mesele, imtihana avantajlı başlamakla bitmiyor. Toplumumuz, elindeki avantajı kullanamayan binlerce insanla doludur. Buraya kadar yaptığımız izah ile şunu anlatmak istedik: Müslüman olmayan bir beldede doğan bir kişi de pekâlâ İslam ile tanışabilir ve çok iyi bir Müslüman olabilir. Ve tarih bunun binlerce örneğiyle doludur.
Bu izahlardan sonra şimdi meselenin fetva yönüne geldik:
İki peygamberin devirleri arasında, önceki peygamberin getirdiği dinin unutulmasından başlayarak sonraki peygamberin gelişine kadar geçen zamana “fetret devri” ve bu zamanda yaşamış ve iki peygambere yetişememiş kimseye de ehl-i fetret denilir. Kendinden önceki peygamberin dininin unutulduğu ve kendinden sonraki peygambere de yetişemediği için bu ismi almıştır. Ehl-i fetret; namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerle ve dinin diğer emirleriyle mükellef değildir. Bu hususta ittifak vardır. Ahirette onlara bu ibadetleri yapmadıklarından dolayı hiçbir hesap ve ceza olmayacaktır. Çünkü bunların bilinmesi bir peygamberin tebliğine bağlıdır. Hâlbuki bu kişiler, bir peygambere ulaşamamışlardır. Bu yüzden ibadet ve emirlere muhatap değildirler. Fakat bu kimselerin, Allah’a iman etmekle mükellef olup olmayacakları hususunda ihtilaf vardır.
İmam Maturidi’ye göre: Ehl-i fetret, ibadet ve emirler ile mükellef değil ise de, Allah’a iman ile mükelleftir. Çünkü Cenab-ı Hak, onlara aklı vermiş ve şu âlemi varlığına ve birliğine delil olacak sayısız mahluklarla doldurmuştur. Bir iğnenin ustasız, bir harfin kâtipsiz ve bir memleketin sahipsiz olamayacağını bilen insan, şu âlemdeki sanat eserlerinden sanatkârları olan Allah’a ulaşmalıdır. Ve ona iman etmelidir. Akıl, bir peygamberin davetini işitmese de bunu tek başına yapabilecek bir kabiliyettedir. Dolayısıyla fetret asrında yaşamış insanlar, eğer Allah’a iman etmeden ölürlerse, İmam Maturidi’ye göre bunlar kâfir olarak ölmüş sayılırlar.
İmam Eş’ari ise: Ehl-i fetretin, Allah’a imanla da mükellef olmadığı görüşündedir. Çünkü İmam Eş’ari’ye göre, insanları peygamber vasıtasıyla imana davet eden Allah-u Teâlâ, fetret ehline bir peygamber göndermemekle onları imana davet etmemiştir. O hâlde sorumlu olmamaları gerekir. Zira sırf akıl ve fikir, Allah’ı bilmede yeterli değildir. Dolayısıyla İmam Eş’ari’ye göre, fetret devri insanları, iman etmemekten dolayı cehenneme girmeyeceklerdir.
Peygamber Efendimiz’in gelişinden sonraki insanların durumu hakkında ise; İmam Gazali şöyle bir tasnif yapar ki, bu tasnif günümüzdeki Hristiyan ve Yahudilerin akıbetlerini merak edenler için de bir cevap niteliğindedir. İmam Gazali şöyle demektedir: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in gönderilmesinden sonra, inanmayan insanlar üç sınıftır:
1. Sınıf: Peygamber Efendimiz’in davetini duymamış ve kendisinden haberdar olmamış kimselerdir. Bu sınıf kesin olarak cennet ehlidir.
2. Sınıf: Peygamberimiz’in davetini, gösterdiği mucizelerin durumunu ve güzel ahlakını duymuş olmakla birlikte iman etmemiştir. Bu sınıfta kesin olarak cehennem ehlidir.
3. Sınıf: Bu iki derece arasında bulunan sınıftır. Hz. Peygamberimiz’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar, Hz. Peygamber’i ta küçüklüklerinden beri ismi Muhammed olan ve -hâşâ- peygamberlik iddiasında bulunan yalancı bir peygamber olarak tanımışlardır. Peygamber Efendimiz hakkında, menfi propagandadan başka hiçbir şey duymamışlardır. İmam Gazali bu sınıfta olanlar hakkında kesin konuşmamakla birlikte şöyle devam eder: Kanaatime göre bunların durumu, 1. grupta olanların, yani Peygamberimiz’i hiç duymamış olanların hâli gibidir. Çünkü bunlar Peygamberimiz’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıtlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için, insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.
Bugün gerek Hristiyan ve Yahudi âleminde ve gerekse başka ülkelerde İmam Gazali’nin tasnifindeki üç gruba giren insanları bulmak mümkündür.
Zira teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan ilkel kabilelerin varlığı malumdur. Bunlar ne bir televizyon görmüş ne de bir telefon tutmuştur. Dolayısıyla bunlar İmam Gazali’nin tasnifinde, Efendimiz’in ismini hiç duymamış kimselere dâhil olurlar ki, İmam Gazali’ye göre bunlar cennet ehlidir.
Dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde 2. gruba giren insanlar da vardır. Bunlar Efendimiz’in peygamberlik sıfatlarını işitmişler, ama buna rağmen iman etmemişlerdir. Hatta teknolojinin gelişimi ve bilgiye ulaşmanın kolaylığı ile, bu grup en kalabalık grup olmaktadır. Bunlar Kur’an’ın birçok ayetinin ifadesiyle cehennem ehlidir. Çünkü İslam, kendinden önce gelen bütün dinleri neshetmiş ve hükümden kaldırmıştır.
Bununla birlikte zamanımızda İmam Gazali’nin tasnifinden 3. gruba giren insanlar da yok değildir. Hristiyan veya Yahudi âleminin ücra bir köşesinde, toplum hayatından uzak olarak yaşayan ve çocukluğundan beri, kendisine Peygamberimiz’in kötü tanıtıldığı insanlar olabilir. İmam Gazali Hazretleri bu kimseler hakkında kesin bir hüküm söylememekle birlikte bu kimselerin cennet ehli olan 1.sınıfa benzediklerini bildirmektedir. En iyisini Allah bilir.
Bizler bu meseleyi zamanımızın büyük bir âlimi olan, Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri’nin görüşüyle noktalıyoruz ve hakikatin kendisini, “şaşırmayan ve unutmayan” Rabbimiz’in ilmine havale ediyoruz:
“Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyecekleri hususunda bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hatta İmam Şafi ve İmam Eş’ari’ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mesul olmazlar. Çünkü mesuliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderildiğinin ve peygamberin vazifesinin mahiyeti de bilinmiş olması gerekir ki, mesuliyet mevzu bahis olabilsin. Eğer peygamberlerin irşatları, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeplerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olmayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azap görmezler.”