21.4.11

İlim maluma tabidir


Kader meselesinin anlaşılabilmesi için, iki noktanın çok iyi anlaşılması gerektiğini daha önce ifade etmiştik. Bu iki noktadan bir tanesi, Allah’ın ezeliyeti idi. Bu bahsi detaylarıyla inceledik ve anladık ki, Allah ilmi ile bütün zamanları, geçmişi, hâli ve geleceği aynı anda kuşatır. Bizim yapacaklarımızı, daha yapmadan evvel ezeliyeti ile bilir.

Şimdi ise, çok iyi anlaşılması gereken bu iki noktadan ikinci noktayı “ilmin maluma tabi olması” kaidesini inceleyeceğiz. Bu nokta da iyi kavrandığında, çözülmez bir muamma zannedilen kader bahsinin ne kadar anlaşılır olduğunu ve içinde cevaplanamaz hiçbir soru olmadığını göreceksiniz. Kader meselesini kavrayabilmek için “ilmin maluma tabi olması” kaidesini, ezeliyet bahsi kadar iyi anlamak zorundayız. Bu yüzden bu kaide ile ilgili tam on misal vereceğiz. Bu on misalden sonra bir daha aklınıza, “Allah günah işleyeceğimi yazmış, benim suçum ne?” diye bir soru asla gelmeyecek.

Misal 1:

İlim: Bir şeyin zihindeki şeklidir.
Mâlum ise: O şeyin hariçteki gerçek hâlidir.
Mesela bir elmayı ele alalım. Elmanın zihnimdeki şekli ilimdir, malum ise elmanın kendi şeklidir. Acaba, ben elmayı bu şekilde bildiğim için mi elma böyle? Yoksa elma böyle olduğu için mi ben onu öyle biliyorum? Yani benim ilmim, malum olan elmanın şekline mi bağlı? Yoksa malum olan elma, ilim olan benim bilgime mi bağlı? Biraz daha açarsak: Eğer ben elmayı karpuz gibi bilseydim, elma karpuza dönüşür müydü? Elbette ki hayır. Çünkü malum olan elmanın şekli, ilmime bağlı değildir. Ben onu bu şekilde bildiğim için, o bu şekle bürünmemiştir. Bilakis elma bu surette olduğu için ben onu böyle bilmekteyim. O hâlde ilim yani elmanın zihnimdeki şekli, maluma yani elmanın gerçek hâline tabidir.

Misal 2:

Farzedelim ki, kasamda 500 lira var ve ben kasamda 500 liranın olduğunu biliyorum. İşte benim kasamdaki 500 liranın varlığını bilmem, ilimdir. Mâlûm ise, kasamdaki 500 liradır. Şimdi yine aynı soruyu soralım: Ben bildiğim için mi kasamda 500 lira var? Yoksa kasamda 500 lira olduğu için mi ben böyle biliyorum? Yani ilmim maluma mı tabi, yoksa malum olan kasadaki para ilmime mi tabi?

Elbette ilim maluma tabi. Yani ben bildiğim için kasada 500 lira yok, bilakis kasada 500 lira olduğu için ben öyle biliyorum. Eğer bunun tersi olsaydı; yani ilim maluma tabi olacağı yerde, malum ilme tabi olsaydı, ben kasada 500 lira yerine 500 milyonun var olduğunu zannettiğimde kasada o kadar paranın olması gerekirdi. Hâlbuki bu olmuyor. Sebebi ise malumun ilme değil, ilmin maluma tabi olmasıdır.

Misal 3:

Yüksek bir tepede oturduğumuzu farz ediyoruz. Tepenin altında da kavisli bir tren yolu olsun. Siz tepenin tam üstünde olduğunuzdan, tren yolunun hem sağını hem solunu, tamamını görebiliyorsunuz. Ve bir baktınız ki, aynı rayda karşılıklı ilerleyen iki tren var. Onların 2 dakika sonra çarpışacaklarını gördüğünüzden elinizdeki deftere “Bu iki tren 2 dakika sonra çarpışacak.” diye yazdınız. Ve trenler iki dakika sonra çarpıştı.
Şimdi kazadan kurtulan makinistlere deseniz ki: “İşte bu benim defterim. Ben sizin çarpışacağınızı, daha siz çarpışmadan önce bu deftere yazmıştım.”
Acaba makinistlerin size şöyle deme hakları var mıdır? “Biz senin yüzünden kaza yaptık. Eğer sen bizim kaza yapacağımızı yazmasaydın biz çarpışmazdık, sen yazdığın için çarpıştık. Sen bu kazanın sebebisin.” Elbette diyemezler. Çünkü sizin yazınız yani ilim, onların çarpışacağına yani maluma tabidir.

Başka bir ifadeyle: Siz onların çarpışacağını gördüğünüzden dolayı bu yazıyı yazdınız, yoksa onlar siz yazdığınız için çarpışmadılar. Siz yüksek bir yerde olduğunuz için, onların göremediklerini, aynı raydan ilerlediklerini gördünüz.

Hem sizin yazınız sadece bir tespittir. Zorlama ve kaza sebebi değildir. Eğer kaza sizin yazınız yüzünden olsaydı, o hâlde şunun da olması gerekirdi: Siz, çarpışacak bu iki tren hakkında “Çarpışmayacaklar.” diye yazardınız, onlar da aynı raydan karşılıklı ilerlemelerine rağmen çarpışmazlardı. Eğer ilim maluma tabi olacağı yerde malum ilme tabi olsaydı, dünyanın hiçbir yerinde kazalar olmazdı. Bir adam defterine, “Bugün hiç kaza olmayacak.” diye yazardı ve kazaları önlerdi. Hâlbuki bu asla olmaz. Şimdi bu misali şöyle özetleyelim:

1- Siz kaza yapacaklarını yazdığınız için onlar kaza yapmadı, bilakis onlar kaza yapacakları için siz yazdınız. Yani ilminiz ve yazınız, maluma “onların yapacakları kazaya tabidir.”

2- Sizin yazınızdan dolayı onlar mesuliyetten kurtulamaz. Zira onlar bu yazının yazılmasına sebep olmuşlardır.

Misal 4:

Daha senenin başında iken aldığınız bir takvimde, senenin bütün günlerinde ki Güneş’in doğuş ve batış saatlerinin yazılı olduğunu görürsünüz. Mesela senenin son günü olan 31 aralığa baksanız, Güneş’in doğuş vaktinin: 7:15, ve batış vaktinin 16:45 olduğunu görürsünüz.

İşte takvimdeki bu yazı ilimdir.
Malum ise Güneş’in o saatte doğacak ve batacak olmasıdır.
Yine sorumuz aynı: Acaba takvimde yazıldığı için mi Güneş o saatlerde doğuyor ve batıyor? Yani malum olan Güneş’in doğup batacağı saat, ilim olan takvimdeki yazıya mı tabi? Yoksa Güneş’in o saatte doğup o saatte batacağı önceden hesaplanıp bilindiği için mi takvime kaydedilmiş? Yani ilim maluma mı tabi? Elbette ikinci şık, yani ilmin maluma tabi olması doğru.

Zira Güneş’in doğacağı ve batacağı saatler hesaplanmış ve yazılmış. Eğer tersi olsaydı, malum ilme tabi olup yazıldığı için doğup batsaydı. O zaman takvime Güneş’in doğuş vakti olarak 7:15 yerine 12:00 yazdığımızda Güneş’in 12:00′de doğması; hatta “Bugün Güneş doğmayacak.” yazdığımızda Güneş’in o gün doğmaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Sebebi ise ilmin yani takvimdeki yazının, maluma yani Güneş’in kendisine tabi olmasıdır.

Şimdi şunu düşünelim: İnsan son derece âciz, zayıf, ilmi noksan, zaman ve mekânla kayıtlı olduğu hâlde, bir sene sonra Güneş’in ne zaman doğacağını ve ne zaman batacağını önceden bilebiliyor ve onu takvime kaydediyor. Ve hiçbir insanın aklına “Takvimde Güneş’in doğma ve batma vakitleri yazıldığı için Güneş bu saatlerde doğmak ve batmak mecburiyetinde kalıyor; bu yazı olmasaydı, Güneş bu saatlerde doğup batmazdı.” gibi batıl bir fikir gelmiyor.

Hâl böyle iken, acaba kudreti sonsuz, ilmi nihayetsiz, zaman ve mekânların kayıtlarından münezzeh, ezelin sultanı olan Allah’ın, bir takvim hükmünde olan kader defterine bizim doğacağımız günü ve batacağımız yani öleceğimiz günü ve bu iki gün arasında neler yapacağımızı yazmasını niçin kavrayamıyoruz?

Takvimde yazıldığı için Güneş’in doğmadığını bildiğimiz hâlde, niçin kader takvimimizde yazıldığı için o işleri yapmadığımızı; bilakis biz yapacağımız için onların yazıldığını yani Allah’ın ilminin, malum olan fiillerimize tabi olduğunu anlayamıyoruz? Ve günahımızı kadere yüklemeye çalışıyoruz?

Misal 5:

İstanbul-Ankara arası 500 km’dir. Bu mesafenin bizler tarafından bilinmesi ve kitaplarda yazılması ilimdir. Malum ise bu mesafenin kendisidir. Burada da durum aynıdır. İlmimiz maluma tabidir. Bu misaldeki malum İstanbul-Ankara arasının 500 km olduğudur. Eğer ilmimiz maluma tabi olacağı yerde malum ilme tabi olsaydı, yani biz bu mesafeyi böyle bildiğimiz için bu mesafe bu kadar olsaydı; o zaman biz bu mesafenin 1000 km olduğunu zannettiğimizde malum mesafenin 1000 km’ye çıkması gerekirdi. Hatta aradaki mesafenin sadece 1 metre olduğunu zannettiğimizde de İstanbul’dan bir adım atarak Ankara’ya ulaşmamız gerekirdi. Ama bunların hiçbiri asla olmuyor. Biz ne bilirsek bilelim, ilmimizin malum üzerinde bir etkisi gözükmüyor. Sadece mesafenin 500 km olduğunu bildiğimizde doğru biliyoruz, diğer zanlarımızda ise yanlış biliyoruz.

Aynen bu misalde olduğu gibi, doğuşumuz ile ölümümüz arasında ne kadar mesafe varsa ve bu mesafede hangi istasyonlara uğrayıp o istasyonlarda neler yapacaksak bunların hepsi malumdur. Bu malumun Allah tarafından bilinmesi ve Allah’ın ilminin bir ünvanı olan kader defterinde yazılması ise ilimdir.

Kaidemiz neydi? “İlim maluma tabidir.” O hâlde Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim ne yapacağımızı Allah ezeliyeti ve nihayetsiz ilmi ile bilmiş ve kader defterine kaydetmiştir. Burada önemli olan “İlmin maluma tabi olması” kaidesini, Allah’ın ezeliyeti ile beraber düşünmenizdir. Ezeliyeti kavramadan, bu kaidenin tek başına anlaşılması mümkün değildir. Bu sebepten biz bu kaideye geçmeden evvel, Allah’ın ezeliyetini farklı misaller ile anlamaya çalıştık. Allah’ın ne yapacağımızı ezeli ilmi ile bilmesi, asla zorlama sebebi değildir. Bu sadece bir tespittir.

Hakikat böyleyken bunun aksini düşünüp “Ben kaderin mahkûmuyum.” diyerek suçu kadere atmak ne kadar manasızdır. Onların bu ifadesi şu manaya gelir ki, ilim maluma tabi değil malum ilme tabidir; yani Allah bu kul cehennemlik olsun demiş o da cehennemlik olmuştur veya bu cennetlik olsun demiş o da cennetlik olmuştur.

Hâlbuki durum böyle değildir. Bilakis Allah’ın ilmi, olacak olan hadiselere tabidir yani ne olacaksa onu bilmiş ve kader defterinde kayıt etmiştir. Bunu söyleyenlerin temennisi aslında şudur: Bizim mesul olmamız için Allah bizim yaptıklarımızı yaptıktan sonra bilsin, yani Allah yarını bilmesin demektir. Bilmemek ise Allah’ın şanına yakışmaz. Zira bilmemek bir kusur ve eksikliktir, Allah ise bütün kusur ve eksikliklerden münezzehtir.

Misal 6:

Bir kumandan farz ediyoruz. Elindeki kamera ile nöbet tutan askerleri kontrole gidiyor ve iki askerin nöbette uyuduğunu görüyor. Ve onların bu hâllerini kamerasıyla çekiyor. Bu olayda ilim, kameradaki kayıttır ve kumandanın bu iki haylaz askerin hâlini bilmesidir. Malum ise, bu iki askerin uyumasıdır.

Sorumuz yine aynı: “Kumandan kameraya çektiği için mi askerler uyudu, yani malum olan askerlerin uyuması ilmemi bağlı? Yoksa askerler uyuduğu için mi kumandan onları öylece çekti, yani ilim olan kumandanın bilgisi ve kameraya kaydetmesi maluma mı tabi?” Elbette kumandanın bilgisi ve kamera kaydı askerlerin hâline, yani ilim maluma tâbidir. Kumandan bildiği ve onların bu suç hâlini kaydettiği için onlar uyumadı, bilakis onlar nöbette uyudukları için kumandan bildi ve onları öylece kaydetti.

Acaba kumandan ertesi gün nöbette uyuyan o iki askeri yanına çağırarak, bir gün önceki hâllerini onlara seyrettirse. Ve onlara dese ki: “Niçin nöbette uyudunuz, niçin askerlik kanunlarını çiğnediniz? Bu yaptığınız bir suçtur, ceza göreceksiniz.” Acaba bu azarları işiten askerler diyebilirler mi ki: “Kumandanımız, nöbette uyuma suçunu senin yüzünden işledik. Bu suçu bize sen işlettin. Çünkü sen bizi kamerayla çektin. Eğer sen bizi çekmeseydin biz uyumazdık.” Elbette diyemezler. Çünkü kaidemiz şuydu: Kumandanın ilmi, malum olan askerlerin uyumasına tabidir. Bir daha tekrar edersek. Kumandan bildiği için onlar uyumadı, onlar uyuduğu için kumandan onları öyle bildi ve öylece kaydetti. Eğer onlar diğer askerler gibi uyumasaydı, kumandan onları “uyumaz” bilecek ve öylece kaydedecekti.

Şimdi şunu farz edelim ki, bu kumandan aynı zamanda manevi bir kumandan olsun ve zamanda yolculuk yapabilsin. Yarına ve diğer günlere, daha o günler gelmeden geçebilsin ve o günlerde yaşanacak olayları daha yaşanmadan bilsin. İşte bu kumandanın bir ay sonraya yolculuk yaptığını ve yine nöbette uyuyan iki askeri kamera ile kaydettiğini ve tekrar bugüne döndüğünü farz ediyoruz. Ve bir ay sonra tam o kumandanın gördüğü ve kaydettiği gibi o iki asker uyudu. Yani kumandanın olacağını bildiği şey, oldu ve kumandan uyuyan o iki askeri yanına çağırarak bir ay önce yaptığı çekimi onlara seyrettirdi ve onlara dedi ki: “Bakın! Ben sizin nöbette uyuyacağınızı bir ay önceden biliyordum, hatta bu hâlinizi kameramla çekmiştim.” Acaba o askerlerin, kumandana şöyle deme hakları var mıdır: “Kumandanım, o zaman suçlu sensin, niçin bizi ayakta çekmedin ki? Eğer sen bizim uyuyacağımızı bilmeseydin ve uyuduğumuzu kaydetmeseydin, biz uyumazdık, cezamıza razı değiliz.” Elbette diyemezler. Zira kumandanın bilgisi ilimdir ve malum olan askerlerin uykusuna tabidir. Askerler kumandanları bildiği ve kaydettiği için uyumadılar, bilakis zamanlarda gezebilen bu kumandan kendi zamanından bir ay sonraya gitti, onların bu vaziyetlerini gördü ve onları kaydetti. Başka bir ifadeyle onları nöbette uyutan şey kumandanın bilgisi değildir. Tam tersine, kumandanın bilgisi onların uyumayı tercih etmelerine ve uyumalarına tabidir. Eğer onlar uyumayı tercih etmeseydiler kumandan da onları bu şekilde kaydetmeyecekti.

Aynen bu misalde olduğu gibi ezel ve ebedin kumandanı olan Allah da, zaman ve mekândan münezzeh olduğu için bütün zamanlardaki hadiseleri şu onda oluyormuş gibi görmekte ve bilmektedir. Bu hakikati ezeliyet bahsinde işlemiştik.

İşte Allah bizim cüz’i irademizle işleyeceğimiz bütün fiilleri kameraya çekmiş, yani ilmin bir ünvanı olan kader defterlerinde kaydetmiştir. Acaba misalimizdeki, nöbette uyuyan askerlere benzeyen günahkâr birisi: “Allah bildiği için ben günah işliyorum, suç Allah’ın bilmesidir. Eğer bilmeseydi bunları işlemezdim.” dese, misaldeki askerler gibi gülünç bir duruma düşmez mi?

Hem nasıl oluyor da misaldeki kumandanın, askerlerin uyumasında hiçbir müdahalesi ve suçu olmadığını fark edebilen insan, bu misalden hiçbir farkı olmayan, kâinatın kumandanı olan Allah’ın kaydına ve bilgisine kendi suçunu yüklemeye çalışır, buna şaşılır!

Misal 7:

Tren istasyonlarında trenlerin geleceği saatler yazılıdır. İşte bu yazı ilimdir. Malum ise trenin o saatte gelecek olmasıdır.

Sorumuz yine aynı: “Yazılı olduğu için mi tren geliyor, yoksa trenin o saatte geleceği bilindiği için mi yazılmış?”

Kaidemiz neydi? “İlim maluma tabidir.” O hâlde sorumuzun cevabı: Trenin geleceği bilindiği için yazılmış. Eğer tersi olsaydı. Malum ilme tabi olsaydı, yaramaz bir çocuk trenin geliş saatini değiştirdiğinde trenin gelmemesi gerekirdi. Hatta trenlerin geliş-kalkış saatlerini bildiren tablo yanlışlıkla kırıldığında artık hiçbir trenin o istasyona uğramaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Çünkü malum asla ilme tabi değildir.

İşte Allah’ın bilgisi ve kader yazısı, istasyondaki, trenin geliş-kalkış saatlerinin yazılı olduğu tabloya benzer ve bu ilimdir. Bizim yapacağımız her şey ise istasyona gelecek olan tren gibidir, malumdur. Misalimizdeki trenin, tablodaki yazıdan dolayı istasyona gelmemesi, bilakis trenin geleceği için böyle bir yazının yazılmış olması gibi; Allah bildiği için de biz yapmamaktayız, biz yapacağımız için Allah öyle bilmektedir.

Misal 8:

Mesleğinde son derece tecrübeli bir hâkim düşünüyoruz. Yılların verdiği tecrübe ile neredeyse kişiyi gözünden tanıyacak bir seviyeye gelmiş olsun. Bu hâkim yolda giderken, görünüş itibariyle son derece kötü bir adamı görür ve yılların verdiği tecrübeyle bu kişinin ileride bir suç işleyeceğini ve mahkemede karşısına suçlu olarak çıkacağını elindeki deftere yazar. Aradan biraz zaman geçince sokakta gördüğü o adam, bir suçtan dolayı hâkimimizin karşısına çıkar. Hâkim, cezasını karara bağladıktan sonra ona der ki: “Bak bu benim defterim! Ben seni daha önce sokakta görmüş, senin suç işleyeceğini tahmin etmiş ve bunu defterime ta o zamanda kaydetmiştim.”

Acaba hâkimin bu sözüne karşılık suçlunun şöyle deme hakkı var mıdır: “Ey hâkim, ben senin bu yazından dolayı suç işledim. Eğer sen bu yazıyı yazmasaydın ben bu suçu işlemezdim.” Elbette diyemez. Çünkü bu kişi, o yazıdan dolayı suç işlemedi ve bu yazı onu suça zorlamadı. Bilakis hâkimin ilmi, malum olan kişiye tabi idi. O suç işleyeceği için tecrübeli hâkimimiz bunu bildi ve defterine kaydetti.

Aynen bunun gibi, bu kâinatın yegâne hâkimi olan Allah da biz kulların neler işleyeceğini ezelî ilmiyle bilmiş ve kader defterlerimize yazmıştır. Bizler Allah yazdı diye yapmamaktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.

Hâl böyle iken misalimizdeki suçlunun hâkime karşı yaptığı savunmayı ve suçunu hâkimin yazısına bağlamasını, bizlerde hâkimlerin hâkimi olan Allah’a karşı yapsak yani günahımızı Allah’ın yazısına bağlayarak; “Allah yazmasaydı biz bu günahı işlemezdik.” gibi batıl sözler söylesek acaba bu, işlediğimiz günahtan daha büyük bir kabahat olmaz mı?

Misal 9:

Yine son derece tecrübeli bir öğretmen düşünüyoruz. Yılların verdiği tecrübeyle, daha sene başında iken hangi öğrencinin sınıfı başarıyla geçeceğini ve hangilerinin sınıfta kalacağını tahmin etsin ve bu tahminini de bir deftere kaydetmiş olsun.

Ve sene sonu geldiğinde öğretmenin, sınıfı geçeceğini tahmin ettiği öğrenciler sınıflarını geçsin ve sınıfta kalacağını tahmin ettiği öğrenciler de sınıflarında kalmış olsun. Öğretmenimiz sınıfta kalan öğrencilere karnelerini verdikten ve bu öğrenciler karnelerindeki zayıf notları gördükten sonra onlara dese ki: “Bakın! Bu benim defterim ki, ben sizin sınıfta kalacağınızı tahmin etmiş ve daha sene başında iken bunu yazmıştım. Ve sizler tam benim tahmin ettiğim gibi sınıfta kaldınız.” Acaba öğretmenlerinin bu sözüne karşılık, bu tembel öğrencilerin şöyle demeye hakları var mıdır:

“Öğretmenim madem siz bu yazıyı daha biz sınıfta kalmadan yazmışsınız, o hâlde sınıfta kalmamızın sebebi sizin bu yazınızdır. Eğer siz bizim hakkımızda ‘Sınıflarını geçecekler.’ diye yazsaydınız, biz sınıfta kalmazdık.” Elbette böyle diyemezler. Çünkü öğretmenin ilmi, malum olan öğrencilerin tembelliğine bağlıdır. Başka bir ifadeyle: Öğretmen böyle yazdığı için onlar sınıfta kalmadı, bilakis onların tembellik edeceğini ve ders çalışmayacaklarını öğretmenleri tecrübesiyle bildi ve böylece defterine kaydetti.

Eğer onlar öğretmenin yazısından dolayı sınıfta kalacak olsalardı, o zaman öğretmen, çalışkan öğrenciler için “Sınıfta kalacaklar.” yazardı ve çalışkan öğrenciler de sınıfta kalırdı. Ama bunların hiçbiri olmuyor, kimse bir yazıdan dolayı sınıfını geçip bir yazıdan dolayı sınıfta kalmıyor. Çünkü ilim, zorlama ve cebir aracı değildir, o sadece bir tespit ve beyandır.

Aynen bu misalde olduğu gibi, gayb âlemlerinin âlimi olan Allah da, hangimizin sınıfta kalacağını yani imtihanı kaybedeceğini, hangimizin sınıfı geçerek cennete gideceğini ezelî ilmi ile bilmiş ve bu bilgiyi, ilmin bir unvanı olan kader defterimizde yazmıştır. Sınıfta kalan öğrencilerin, öğretmenlerini suçlaması ve kabahatlerini öğretmenlerinin yazısına yüklemeye çalışmaları ne kadar asılsız ise günah işleyen bir kişinin de günahını kadere yüklemesi o derece asılsız ve gerçekten uzaktır.

Misal 10:

“İlmin maluma tabi olması” kaidesini anlayabilmek için tam dokuz misal verdik. Çünkü bu kaideyi ve ezeliyet bahsini anlamak, kaderi anlamak demektir. Biz son bir misalle “İlmin maluma tabi olması” kaidesini tamamlayacağız.

Şöyle ki: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ahir zaman fitnelerinden ve kıyametin alametlerinden bahsetmiştir.

Efendimiz’in bu bahsi ilimdir. Malum ise bu hadiselerin kendisidir.

Sorumuz yine aynı: Peygamberimiz (s.a.v.) haber verdi diye mi ahir zaman fitneleri çıkacak? Yoksa ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için mi Efendimiz onlardan haber vermiş?

İlim, maluma tabi olduğundan dolayı; ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için Efendimiz’in haber verdiği şıkkı doğrudur. Zaten bunun tersi düşünüldüğünde, ahir zaman fitnelerinden Peygamberimiz’i mesul tutmak ve “Eğer haber vermeseydi bunlar olmazdı.” demek lazım gelir ki, bunun ne kadar yanlış olduğunu her akıl sahibi takdir edebilir.

On Misalden Çıkan Netice:

Bu on misalle anladık ki, “İlim, maluma tabidir.” Şimdi bu kaideyi kader hakkında tahlil edelim: Allah’ın bizim ne yapacağımızı bilmesi ve bu bilgiyi kader defterimizde yazması, ilimdir. Bu ilim neye tabidir?

-Elbette malum olan bizim fiillerimize ve yapacaklarımıza tabidir.

-Yani biz yapacağımız için Allah öyle bilmiştir.

-Yoksa Allah öyle bildi diye biz mecburen yapmamaktayız.

O hâlde şöyle diyebiliriz: Suçunu kadere yükleyen insan iki şeyden habersizdir.

1- Allah’ın ezeliyetini ve ezeliyetin ne manaya geldiğini bilmemektedir.

2- “İlmin maluma tabi olması” kaidesinden habersizdir.

Ve bu iki mesele anlaşıldığında kader hakkındaki bütün sorular cevaplarını bulmaktadır.

Bizler eserimizin bu bölümüne kadar; işlediğimiz fiilleri, kader defterinde yazıldığından dolayı cebren ve zorlama ile işlemediğimizi, bilakis biz ne yapacaksak kader defterimize onun yazıldığını anlatmaya çalıştık.

Eserimizin bundan sonraki bölümlerinde ise kader hakkındaki soruları ve bu soruların cevaplarını başlıklar hâlinde inceleyeceğiz.

İnsanın kaderin mahkûmu olmadığı ve işlediği fiillerde hür olduğunun diğer izahları

İnsan şu dünya misafirhanesine bir imtihan için gönderilmiştir. Yaptıklarına göre ya mükâfat ya da ceza görecektir. Elbette böyle bir mükâfat ve cezalandırmanın olması içinde, insanın hareketlerinde hür olması gerekir. Adalet sahibi olan yüce Rabbimiz hayır ve şer yolunu insana göstermiş, fakat onu iki yoldan birini tercih etme hususunda serbest bırakmıştır. Bu sözümüzü Kur’an-ı Kerim’den iki ayet ile teyit edelim:

“De ki: Ey insanlar! Rabbiniz’den size hak gelmiştir. Kim doğru yola girerse kendi lehine girmiş olur. Kim sapıklığa düşerse o da kendi aleyhine sapmış olur.” (Yunus:108)

“De ki: Bu Kur’an, Rabbiniz’den gelen haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.”(Kehf:29)

Görüldüğü gibi insan, Cenab-ı Hak tarafından hayır veya şer yollarından herhangi birine gitmesi için zorlanmamış, kendisine iki yol da gösterilmiş ve istediği yola gitmek hususunda serbest bırakılmıştır. Zaten her insan hareketlerinde serbest olduğunu vicdanen bilir. Hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan istediğini yapabildiğine bizzat kendisi şahittir. Mesela elini kaldırmak istediğinde kaldırır, yürümek isteyince yürür ve bunlar gibi. Camiye gitmek isteyen camiye, kumarhaneye gitmek isteyen de oraya gider. Ne camiye gidenin ayakları “Ben oraya gitmek istemiyorum.” der ne de kumarhaneye gidenin. Böyle olunca helal yolda kullanılması sıkı sıkıya tembih edilen ve kendisine emanet olarak verilen vücut nimetini, haramda kullanan kimsenin hiçbir mazereti yoktur. Kendi iradesini kötüye kullandığı için mesuliyetten kurtulamaz.

Kaderin mahkûmu olduğu için harama girdiğini iddia eden bir insan, aynı suçu başkası işlediğinde hiç kaderi aklına getirir mi?

Mesela kaderin mahkûmu olduğu için hırsızlık yaptığını söyleyen birinin, evine bir hırsız girse ve değerli eşyalarını toplamaya başlasa ve evine giren hırsıza ne yaptığını sorduğunda, hırsız: “Kaderimde hırsızlık yapmak yazılıymış. Ben kaderin mahkûmuyum. İster istemez bu hırsızlığı yapacağım.” dese, hırsızın eşyalarını toplayıp götürmesine müsaade eder mi?

Kaderin mahkûmu olduğu için katil olduğunu iddia eden bir adam düşünün. Bu kimsenin çocuğunu birisi öldürmek istese ve bunu kaderinde olduğu için yaptığını söylese, acaba bu şahsa karşı tavrı ne olurdu?

Kaderin mahkûmu olduğunu kabul eden, hâşâ Allah’a zulüm isnad eder.

Hem insanın kaderin mahkûmu olduğunu düşünmek bizi birçok çıkmazlara sokar. Şöyle ki: Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı; hırsız kaderinde olduğu için çalacak, katil kaderinde olduğu için öldürecekti. Bu ise teklif ve mesuliyeti ortadan kaldıracağından Allah kullarına zulmetmiş olacaktı. Hâlbuki insan ayağına taş bağlanıp denize atılan ve sonrada “Kurtul!” denilen bir canlı değildir.“Ben kaderin mahkûmuyum.” diyerek işlediği günahı kadere yıkmaya çalışan insan aslında bu söz ile çok büyük bir cürüm işlemekte ve sonsuz adaletin sahibi olan Allah’a zulüm isnat etmektedir. Hâlbuki Allah adili mutlaktır ve zulümden münezzehtir.

Hem eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı; iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, itaat edene mükâfat, isyan edene ceza vermekte manasız olurdu. Çünkü herkes kaderinin çizdiği yoldan gitmiş olacağından namaz kılan kaderinde olduğu için namaz kılacak, günah işleyen de kaderinde olduğu için günah işleyecekti. Böyle olunca onları irşad için peygamberler göndermek, kitaplar indirmek de manasız olacaktı. Zira kaderlerinin kendilerini kötülüğe sevk ettiği ve kaderin mahkûmu olan insanlara nasihatin bir tesiri olmayacaktı.

Ayrıca Allah Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette kullarını tövbeye davet etmektedir. Eğer insan kaderinin mahkûmu olduğu için günah işleseydi, onları tövbeye davet etmenin bir manası olur muydu?

İnsanın kaderin mahkûmu olmadığının bir diğer izahı da, elinde olmayan şeyler sebebiyle ibadetin teklif edilmemesi ve mesuliyetin kaldırılmasıdır. Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı, böyle bir ayrım yapılmazdı. Herkes her hâlinde, işlediği fiilden mesul olurdu. Allah’a ait olan haklarda insanlardan mesuliyeti kaldıran hususlar şunlardır: Delilik, bunaklık, unutkanlık, zorlama, hata ve yanılma.

Netice olarak bu durumlarda yapılan fiiller, insanın kendi ihtiyarıyla olan şeyler değildir. Böyle olduğu için bu durumdaki bir insandan mesuliyet kalkar. Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı, bu durumların mesuliyetten hariç tutulmasına gerek kalmazdı. Deli, akıllı, unutkan, uyuyan, yanılan herkes ayırt edilmeksizin bütün insanlar mesul tutulurdu.

Acaba, başkalarının tehdidiyle ve zorlamasıyla haram bir fiili işleyen bir kulu Cenab-ı Hak affederken, böyle merhamet sahibi bir zata “Benim kaderimi sen tayin ettin, sonra beni niçin cezalandırıyorsun?” diyerek rahmetini itham etmek, o rahmetten mahrum kalmaya sebep değil midir?