5.5.11

O.Yüksel Serdengeçti Kaleminden Bediüzzaman

Said Nur ve talebeleri

Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı... Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi birşeye inanmış: Allah'a. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a... Onun ulu Peygamberine... Onun büyük kitabına... Kur'ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur... Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak... Evet, ne büyük saadet!

Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyetİttihad ve TerakkiCumhuriyet. Bu üç devir, büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var; o ayakta... Şark yaylâlarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul'a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. Şimşekler gibi bir zekâ. İşte Said NurDivan-ı harpler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, onun için kurulan idam sehpaları, sürgünler, bu müthiş adamı, bu mâneviyat adamını yolundan çevirememiş. O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur'ân-ı Kerîmde "İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz" (Âl-i İmran sûresi, âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur'da tecellî etmiş.

Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri...

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat'tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek! O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bilehükmediyordu. O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin karşısında eridiler, sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü'minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?

Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü'minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü'min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler, din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı, üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.

Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur Risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur Risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.

Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri "İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor" diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane... Onun nuru, Kur'ân'ın nuru, Allah'ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.

 O. Yüksel Serdengeçti

21.4.11

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kader hakkında konuşmayı yasaklamış mıdır?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kader hakkında konuşmayı yasaklamış mıdır?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah’ın sırrıdır. Allah’ın sırrını açıklamaya kalkmayın!”

Ancak bu hadis-i şerif bizi kader meselesini konuşmaktan ve bu meseleyi anlamaya çalışmaktan menetmemektedir. Zira bu hadiste anlatılmak istenen farklı bir şeydir. Şöyle ki: Kader ikiye ayrılır:

1-İnsanın kendi iradesiyle ilgili olan kısım.

2-İnsanın iradesinin karışmadığı, onun irade ve kuvveti dışında meydana gelen hadiseler.

Bir insanın erkek veya kadın olması, dünyaya geldiği zaman dilimi, doğduğu ve yaşadığı belde, yaşayacağı ömür müddeti, anne ve babasının kim olacağı, sakat veya sağlıklı, güzel veya çirkin, zengin veya fakir olması gibi hususlar bu ikinci kısma misal olarak verilebilir.

Bu ve benzeri meselelerdeki ilahî takdirin sırrını anlamaya çalışmak, “Niçin Allah bunu böyle yapmış?” diye düşünmek, insan için hem manasız bir kayıptır hem de onu helake götürebilecek bir sebeptir. Zira bunun neticesinde, kadere yani ilahî takdire isyan gelebilir. Bu sırlar ahirette, adalet gününde bütün incelikleri ile görünecektir.

İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in “Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah’ın sırrıdır. Allah’ın sırrını açıklamaya kalkmayın!” hadisiyle bizi uğraşmaktan menettiği kader, insan iradesinin karışmadığı bu kısım kaderdir.

Yoksa kaderin birinci kısmı üzerinde düşünmek hem güzeldir hem de tefekküri bir ibadettir. Akaid âlimleri de kaderin bu kısmına büyük mesai sarf etmişler ve eserler yazmışlardır.

Kader, Kaza ve Cüz-i irade nedir?

Madem meselemiz kaderdir. O hâlde konumuza geçmeden evvel bazı kelimelerin anlamlarını bilmek zorundayız. Bu kelimelerden bir tanesi kaderdir.

Kader: “Cenab-ı Hakk’ın, kâinatta olmuş ve olacak her şeyi, bütün vasıflarıyla, bütün hâlleriyle ezelde bilmesi ve daha onu yaratmadan önce, her şeyiyle, levh-i mahfuz denilen kader levhasında yazmış olmasıdır.”

Kaza ise: “Allah’ın bu ezelî yazıyı ve takdiri, icad etmesi ve yaratmasıdır.”

Demek ki kader Allah’ın ilminin bir neticesi, kaza ise Allah’ın kudretinin bir tecellisidir. Yani Allah ilmiyle yazmış, kudretiyle de yaratmıştır. Yazı, kaderdir; yaratmak, kazadır.

Mesela bir insanın ne zaman doğacağı ve ne zaman öleceği önceden takdir edilmiştir. İşte bu takdir, kaderdir. O insanın vakti geldiğinde doğması ve vakti geldiğinde ölmesi, yani doğum ve ölüm hadiselerinin yaratılması ise kazadır.

Cüz-i İrade ise Allah tarafından insana verilen, dilediği gibi hareket edebilme yeteneği ve seçme serbestliğidir.

Biraz daha bu kavramı açarsak; Allah insana okuma, yazma, koşma, yemek yeme, içme, oturma gibi birçok kabiliyetler vermiştir. Bu kabiliyetlerin her birine “külli irade” denilir. Burada geçen “külli irade” tabirini, Allah’ın külli iradesiyle karıştırmamak gerekir.

Allah’ın “külli iradesi”, Allah’ın dilediği her şeyi yapabilmesi ve emrinin önüne hiçbir şeyin geçememesidir.

İnsanın “külli iradesi” ise kendisine verilen yeteneklerdir. İşte insan, o yeteneklerden bir tanesi ile bir işe yöneldiğinde o “külli irade” artık cüzileşmiş olur. Buradaki “cüzi” ifadesi, “ufaklık” manasında olmayıp “belirlilik” manasındadır.

Mesela insanda yemek yeme kabiliyeti vardır. Bu “külli iradedir.” İnsan bu kabiliyeti ile simit yemeğe başladığında artık bu kabiliyeti cüzileşmiş olur. Artık insan kendindeki külli iradeyi belli bir yönde kullanmış ve simit yemeğe başlamıştır. İşte buna cüz-i irade denilir. İnsan burada serbesttir. Simit yiyebileceği gibi, bir haramı yemeği de tercih edebilir. Zaten onu mesul eden, ona bu tercih yetkisinin verilmesidir.

Kadere iman, imanın şartı mıdır?

Kadere iman, imanın bir şartı mıdır?
Yani bir kimse kadere iman etmese ve onu inkâr etse iman dairesinden çıkar mı? Böyle bir soruya verilecek tek cevap “Evet”tir. Kadere iman, imanın bir şartıdır ve kaderi inkâr eden iman dairesinden çıkar. Zira kitabımız olan Kur’an-ı Kerim, birçok ayetiyle kadere imanı ders vermekte ve ezelde her şeyin Allah tarafından bilindiğini haber vermektedir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:

“Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tane, yaş ve kuru her şey levh-i mahfuzdadır.” (En’am:59)

“De ki: Bize Allah’ın yazdığından başkası asla erişmez. O bizim Mevlamız’dır.” (Tevbe:51)

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, onu daha yaratmadan önce bir kitapta yazmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah’a çok kolaydır.”(Hadid:22)

“Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır.”(Yasin:12)

“Allah her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik neyi ziyade edeceğini bilir. O’nun katında her şey ölçü iledir.” (Ra’d:8)

“Bilmez misin ki Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir. Bu, bir kitapta mevcuttur. Ve bu biliş Allah için çok kolaydır.”(Hac:76)

Bu ayetler ve bunlar gibi birçok ayetler, eşyanın daha yaratılmadan önce, Allah’ın ilminde var olduğunu bildirmektedir. Zaten bunun aksi de düşünülemez. Zira Allah’ın ilmi her şeyi, her zamanı ve her mekânı kuşatmıştır. Bunu kabul etmemek, Allah’a cehaleti isnad etmek demektir ki, Allah bütün kusur ve eksikliklerden münezzehtir.

Eğer insan için bir kader olmasa ve Allah, insanın yapacaklarını yaptıktan sonra bilseydi; Allah’ın ilmine bir nihayet ve sınır gelirdi. Ve ilim sıfatında artma, eksilme ve değişiklik söz konusu olurdu ki, bütün bunlar Allah hakkında düşünülemez.

Ezeliyet bahsinde de işleyeceğimiz gibi, Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Yani bütün mevcudat; geçmiş, hâl ve gelecek, evvel, ahir, zahir, batın, gizli ve açık her şey, her an O’nun şuhûd dairesindedir. O’ndan gizlenemez ve ilminden saklanamaz. Dolayısıyla “İnsan için bir kader yoktur.” demek, Allah’ın yarını bilmemesi manasına gelir. Zira yarını bilirse, kader; ilahî ilmin bir unvanı olduğundan, elbette herkes için bir kader olacaktır. Ve vardır.

Kader meselesini iyi anlayabilmek için şu iki noktanın çok iyi bilinmesi gerekir. Bunlardan bir tanesi Allah’ın ezelî oluşu, yani “Ezeliyet” bahsi ve diğeri de “İlmin maluma tabi olduğu” kaidesidir. Bu iki mesele izah edildiğinde ve anlaşıldığında kader hakkındaki bütün sorular cevaplarını bulacaktır. Şimdi bu iki meselenin izahına geçiyoruz…

Ezeliyet ne demektir?


Kader meselesinin anlaşılamamasındaki en büyük sebep, “zaman” ve “ezel” kavramlarının birbiriyle karıştırılması ve yanlış değerlendirilmesidir.

İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için, her hadiseyi ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezeli, zamanın başlangıcı zannetmekle hata yapmaktadır. İşte kaderi anlayamamak, böyle yanlış bir kıyasın mahsulüdür.

Zaman, kâinatın yaratılmasıyla başlayan ve içerisinde hadiselerin cereyan ettiği soyut bir kavramdır. Geçmiş, hâl ve gelecek olarak üçe taksim edilir. Bu taksim mahlukata göredir. Yani asır, sene, ay, gün, dün, bugün, yarın gibi bütün kavramlar ancak yaratılmışlar için söz konusudur.

Ezel ise, zamanın başlangıcının evveli demek değildir. Ezelde geçmiş, hâl ve gelecek yoktur. Ezel bütün bu zamanların aynı anda görüldüğü ve bilindiği bir makamdır. Dilerseniz şimdi, Allah’ın ezeliyet sıfatını misaller ile anlamaya çalışalım:

Misal-1:
Düz bir çizgi düşünün, bu çizgi zaman çizgisi olsun. Bu çizginin ortası ise şimdiki zaman, yani şu anda içinde bulunduğumuz an olsun. Bu çizginin solundaki nokta ise geçmiş zaman olsun. İşte bu noktada kâinat yaratıldı ve daha sonra ilk insan Hz. Âdem (a.s.). Ve o zamandan bugüne kadar yaratılan her şey, hâl ile geçmiş zamanın ifade edildiği bu iki nokta arasında var oldu.

Zaman çizgimizin sağındaki nokta ise gelecek zamandır. Bu nokta, kıyametinde ötesinde cennet ve cehennem hayatını içine alan sonsuzluk hayatıdır. Şu anda içinde bulunduğumuz hâl noktası ile gelecek zaman noktası arasında ise torunlarımız, onların torunları ve kıyamete kadar yaratılacak her şey hatta bunun da ötesinde öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, amellerin tartılması ve sırattan geçme gibi hadiseler var.

Ezel ise bu zaman çizgimizin, geçmiş noktasının sol tarafı değildir. İşte kaderi anlayamamamızın sebebi, ezelin burası olduğunu zannetmemiz ve ezeli, zaman çizgisi üzerinde bir yere oturtmamızdır. Zira ezeli, burası zannettiğimizde Allah’ın yarını bilmesi için yarının gelmesi gerekecektir. İşte bu zan ve ezeliyet kavramını yanlış anlamamız ise şu soruyu sormamıza sebep olacaktır: “Allah günahkâr olmamı yazmışsa benim suçum ne?”

Şimdi ezel kavramını, zaman çizgimizde resmettiğimizde bu sorunun ne kadar manasız bir soru olduğu anlaşılacaktır. İşte ezel bu çizginin üst kısmındaki noktadır. Geçmiş zamanın sol tarafı değil, bir zamansızlıktır. Hâl, geçmiş ve geleceği aynı anda tutan ve gören bir makamdır. Dolayısıyla Allah bugünü gördüğü ve bildiği gibi, yarını da öbür günü de ve cennet ile cehennem hayatının yaşanacağı sonsuzluk hayatına kadar her şeyi de bugün ile birlikte görmektedir.

Allah için hâl, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zaman ile kayıtlı olan bizler içindir. Şimdi bu meseleyi diğer bir örnek ile inceleyelim:

Misal-2:
Şu tablo bizim zaman çizgimiz olsun. Ortası hâl yani şimdiki zaman, sol tarafı geçmiş zaman, sağ tarafı ise gelecek zaman. Şimdi şu zaman tablomuzun üzerine bir ayna tuttuk. Ayna, zemine yakın olduğu için sadece “hâl” aynada aksetti. Geçmiş ve gelecekten içine hiçbir şey girmedi. Şimdi aynayı biraz kaldıralım. Ve şu pozisyonda aynamızda hâl ile birlikte geçmiş ve geleceğinde bir bölümü aksetti. Aynayı biraz daha kaldırdığımızda, bir önceki pozisyonda aynada gözükmeyen geçmiş ve geleceğin bir bölümü daha onda aksetti. Demek aynayı kaldırdıkça, aynada gözüken zaman dilimi genişlemektedir. Şimdi aynayı en tepeye kaldıralım.

İşte bu noktada ayna hâl, geçmiş ve geleceğin tamamını içine aldı. İşte bu noktaya ezeliyet noktası denilir ki, üç zamanın tamamını aynı anda görmektir. İşte “Allah ezelidir.” dediğimizde, Allah’ın bütün zaman ve mekânları aynı anda gördüğü, bildiği ve zaman kaydından münezzeh olduğu anlaşılır.

Misal-3:
Şimdi de ezeliyet kavramını başka bir misalde görelim. Erzurum’dan İstanbul’a doğru 3 vasıtanın yola çıktığını farz ediyoruz. Bu vasıtalardan bir tanesi İstanbul’a girmek üzere İzmit’te, diğeri İzmit’tekine kıyasla biraz daha geride Eskişehir’de ve 3. vasıtamızda ikisinin gerisinde Ankara’da olsun.
Şimdi bu üç vasıtaya dikkat ettiğimizde şunları görürüz: İzmit’te olan vasıtamız, Eskişehir ve Ankara’da olan araçlara kıyasla önde yani istikbaldedir. Zira onların geçeceği yollardan çoktan geçmiştir.
Eskişehir’de olan vasıtamız ise, İzmit’te olana göre geçmiştedir. Zira öndeki araç Eskişehir’den çoktan geçmiştir. Ancak Ankara’da olana kıyasla istikbaldedir. Zira daha bu araç onun mevkiine ulaşmamıştır.
Ankara’da olan vasıtamız ise diğer iki araca kıyasla da geçmiştedir. Zira bu iki araç da Ankara’yı çoktan geçmiştir.
Araçlar arasında geçmiş, gelecek gibi tabirler kullanılırken yukarıda olan ve üç vasıtayı anda aydınlatan Güneş için zaman ifade eden bu tabirler kullanılmaz. Yani Güneş şuna göre geçmiştedir, buna göre gelecektedir, denilemez. Çünkü Güneş bu üç vasıtayı anda aydınlatmakta, ışığı ile üçünü ayna anda kuşatmaktadır. İşte Güneş’in bu hâli, yani yerdeki vasıtalar için geçerli olan zaman kaydıyla kayıtlı olmaması ve üç zamanı aynı anda kuşatması ezeliyete misaldir.

Aynen bunun gibi, bizler de kâinatın yaratılmasıyla başlayan zaman yolunun bir noktasındayız. Bizden önce geçen her şey bize göre mazide, yani geçmişte kalmıştır. Bugünden hatta bu andan sonraki zamanlar ve o zamanlarda yaratılacak mahluklar ise bize kıyasla istikbaldedir. Evet, şu anda bizim dedelerimiz geçmişte kaldılar. Hâlbuki bir zaman, onların dedeleri de istikbalden torun bekliyorlardı. İşte dedelerimiz, kendi dedelerine göre istikbal olan zaman diliminde bu dünyaya uğrayıp teneffüs ederek maziye döküldükleri gibi, dedelerimize göre istikbalde olan bizler de bir gün maziye döküleceğiz. Ve bize göre istikbalde olan torunlarımız, hâle yani şimdiki zamana çıkacaklar.

Görüldüğü gibi, geçmiş, gelecek ve hâl gibi tabirler bizler için kullanılmaktadır. Hâlbuki her şeyi ve zamanı yaratan Allah için mazi, hâl ve istikbal gibi kavramlar yoktur. O, misalimizdeki Güneş gibi bütün bu zamanları ayna anda ilminin ışığı ile kuşatmıştır. O hâlde “Allah yazdı diye biz yapıyoruz.” denilemez, Zira Allah ezeliyeti ile bütün zamanları aynı anda kuşattığından bizim hür irademiz ile ne yapacağımızı bilmiş ve ne yapacaksak kader defterimize onu yazmıştır. Allah yazdı diye biz yapmamaktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.

Ezeliyet bahsini daha iyi kavrayabilmemiz için son bir misal daha vereceğiz. Zira ezeliyeti anlamak, kader meselesini anlamanın anahtarıdır. Kader bahsinde bocalamanın en birinci sebebi Allah’ın ezeliyet sıfatının anlaşılamaması ve Allah’ın zaman mefhumu ile kayıtlı olduğunun zannedilmesidir.

Misal-4:
Bir şiirin tamamını bildiğiniz takdirde, sizin ilminizin, şiirin bütün mısralarına olan münasebeti aynıdır. Yani önceki misalde Güneş’in üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vâkıftır. Fakat şiirin mısraları için, kendi aralarında öncelik ve sonralık söz konusu olmaktadır. Mesela, altıncı mısra; dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz şiirin ilk beş mısrasını yazıp altıncıyı yazmaya başladığınızda, artık beşinci mısra mazide kalmış, yazılmıştır. Altıncı mısra ise hâlde yani şimdiki zamandadır. Onuncu mısra ise henüz istikbaldedir. Yani daha vücuda gelmemiş ve yazılmamıştır. Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O hâlde öncelik ve sonralık sizin ilminiz için söz konusu değildir.

Aynen bunun gibi, 19. asır ve o asırda yaşayanlar; 18. asra ve bu asırda yaşayanlara göre istikbalde, 20. asra göre ise mazidedir. Ancak zamandan münezzeh olan Allah için bütün bu asırlar; geçmiş, hal ve istikbal aynı anda ilim ve şuhud dairesindedir.

Demek “Allah’ın ezelî ilmi” dediğimiz kader, geçmiş zamanda yapılmış bir plan olmayıp zaman dışı bir plandır. Bütün geçmiş ve gelecek zamanları aynı anda tutan zaman üstü bir ilimdir.

O hâlde “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü son derece batıl bir sözdür. Zira Allah, bizim ne yapacağımızı bilmeden kader defterimizi yazmış ve bizi o yazıya göre hareket etmeğe mecbur etmiş değildir. Bilakis, cüzi irademizle neyi tercih edecek ve hangi fiili işleyeceksek, ezeliyeti ile bilmiş ve kader defterimize yazmıştır.

Aslında mazeret olarak öne sürülen “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü temelde de yanlıştır. Çünkü kader defteri, Allah’ın ilminin bir tecellisidir. İlim ise zorlama sıfatı değildir. Bu yazı sadece bir beyandır. Mesela ben şimdi şöyle bir yazı yazsam: “Siz yaklaşık 15 dakika sonra televizyonunuzu kapatacaksınız.” Şimdi siz 15 dakika sonra televizyonunuzu kapatsanız, diyebilir misiniz ki, “Eğer bu yazı olmasaydı ben televizyonumu kapatmazdım.” Elbette diyemezsiniz. Çünkü bu sadece bir yazıdır. Bir haberdir. Zorlama değildir.

Aynen bunun gibi, “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü de son derece yanlıştır. Bizlerin fiillerini Allah’ın ilmi yaratmıyor ki, ilmin unvanı olan kader defterini suçlayabilelim.

Bizim fiillerimiz Allah’ın kudretiyle yaratılmaktadır. İlmin bu yaratmada hiçbir tesiri yoktur. O hâlde nasıl olurda biz, fiillerimizin icadında hiçbir tesiri olmayan kader defterimizi sorumlu tutabiliriz? Bu olsa olsa kişinin kendini aldatmasından başka bir şey değildir.

Zira bu sözü söyleyen kişiye deseniz ki: “Niçin okula gidiyorsun, kaderini değiştiremezsin ki? Eğer kaderinde doktor olmak varsa, zaten olacaksın, bunun önüne geçemezsin, çalışmasan da doktor olursun. Yok eğer kaderinde doktor olmak yoksa beyhude yoruluyorsun!” Ya da şöyle desek: “Niçin dükkânını açıyorsun ki, kaderinde bugün kazanmak varsa, o zaten sana gelir, dükkânını açmasan da olur. Yok eğer kaderinde bugün kazanmak yoksa dükkânını açsan da kazanamazsın, kaderini değiştirecek değilsin ya!” Eğer ona bunları söylesek; kaderini değiştiremeyeceğini, bu yüzden okula gitmemesini ve dükkânını açmamasını tavsiye etsek, hemen savunmasını yapar ve der ki: “Sen çalışacaksın ki, Allah versin.” Ama iş farzları eda etmeğe ya da haramlardan kaçmaya geldi mi, hemen kadere sığınır, teslimiyetçi olur, suçu kadere yükler. Bu kişinin kendisini aldatması değildir de nedir?

Hâlbuki ezeliyet bahsinde gördük ki, Allah bizi hiçbir günaha zorlamıyor. Sadece, zamanları ve mekânları kuşatan ilmiyle bizim ne yapacağımızı biliyor ve kader defterimize yazıyor. Acaba günahımızı kadere yüklememize sebep olan ve “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” dedirten şey: Ne yapacağımızı Allah’ın ezeliyeti ile bilmesi mi?

Yani, eğer Allah bizim ne yapacağımızı bilmeseydi biz mesul olurduk da, bildiği için mesul olmayacak mıyız? Günahını kadere yükleyen insan ne istediğine bir baksın! Ve bundan utansın!

Buraya kadar verdiğimiz misaller ile Allah’ın ezeliyetini anlamaya çalıştık. Ancak şu unutulmamalıdır ki, verdiğimiz bütün misaller, sadece akılların anlamaktan âciz kaldığı bir hakikati yakınlaştırmak için küçük birer dürbündür. Yoksa akıllar, nasıl ki Allah’ın kudretinin ve azametinin büyüklüğünü hakkıyla anlamaktan âcizdir; aynen bunun gibi, Allah’ın ezeliyetini ve bütün zaman ve mekânlara ilminin aynı anda münasebetini de tam idrakten âcizdir. Ancak şu sönük dürbünler bile, “Allah kaderimi böyle yazmış, benim suçum ne?” sözünün ne kadar batıl olduğunu anlatmakta ve meselenin tam anlamıyla anlaşılmasını sağlamaktadır.

Allah’ın ezeliyeti ile birlikte “İlmin maluma tabi olduğu” kaidesi de anlaşılınca göreceksiniz, kader hakkında cevapsız zannedilen bütün sorular, birden cevaplarını nasıl bulacaklar.

İlim maluma tabidir


Kader meselesinin anlaşılabilmesi için, iki noktanın çok iyi anlaşılması gerektiğini daha önce ifade etmiştik. Bu iki noktadan bir tanesi, Allah’ın ezeliyeti idi. Bu bahsi detaylarıyla inceledik ve anladık ki, Allah ilmi ile bütün zamanları, geçmişi, hâli ve geleceği aynı anda kuşatır. Bizim yapacaklarımızı, daha yapmadan evvel ezeliyeti ile bilir.

Şimdi ise, çok iyi anlaşılması gereken bu iki noktadan ikinci noktayı “ilmin maluma tabi olması” kaidesini inceleyeceğiz. Bu nokta da iyi kavrandığında, çözülmez bir muamma zannedilen kader bahsinin ne kadar anlaşılır olduğunu ve içinde cevaplanamaz hiçbir soru olmadığını göreceksiniz. Kader meselesini kavrayabilmek için “ilmin maluma tabi olması” kaidesini, ezeliyet bahsi kadar iyi anlamak zorundayız. Bu yüzden bu kaide ile ilgili tam on misal vereceğiz. Bu on misalden sonra bir daha aklınıza, “Allah günah işleyeceğimi yazmış, benim suçum ne?” diye bir soru asla gelmeyecek.

Misal 1:

İlim: Bir şeyin zihindeki şeklidir.
Mâlum ise: O şeyin hariçteki gerçek hâlidir.
Mesela bir elmayı ele alalım. Elmanın zihnimdeki şekli ilimdir, malum ise elmanın kendi şeklidir. Acaba, ben elmayı bu şekilde bildiğim için mi elma böyle? Yoksa elma böyle olduğu için mi ben onu öyle biliyorum? Yani benim ilmim, malum olan elmanın şekline mi bağlı? Yoksa malum olan elma, ilim olan benim bilgime mi bağlı? Biraz daha açarsak: Eğer ben elmayı karpuz gibi bilseydim, elma karpuza dönüşür müydü? Elbette ki hayır. Çünkü malum olan elmanın şekli, ilmime bağlı değildir. Ben onu bu şekilde bildiğim için, o bu şekle bürünmemiştir. Bilakis elma bu surette olduğu için ben onu böyle bilmekteyim. O hâlde ilim yani elmanın zihnimdeki şekli, maluma yani elmanın gerçek hâline tabidir.

Misal 2:

Farzedelim ki, kasamda 500 lira var ve ben kasamda 500 liranın olduğunu biliyorum. İşte benim kasamdaki 500 liranın varlığını bilmem, ilimdir. Mâlûm ise, kasamdaki 500 liradır. Şimdi yine aynı soruyu soralım: Ben bildiğim için mi kasamda 500 lira var? Yoksa kasamda 500 lira olduğu için mi ben böyle biliyorum? Yani ilmim maluma mı tabi, yoksa malum olan kasadaki para ilmime mi tabi?

Elbette ilim maluma tabi. Yani ben bildiğim için kasada 500 lira yok, bilakis kasada 500 lira olduğu için ben öyle biliyorum. Eğer bunun tersi olsaydı; yani ilim maluma tabi olacağı yerde, malum ilme tabi olsaydı, ben kasada 500 lira yerine 500 milyonun var olduğunu zannettiğimde kasada o kadar paranın olması gerekirdi. Hâlbuki bu olmuyor. Sebebi ise malumun ilme değil, ilmin maluma tabi olmasıdır.

Misal 3:

Yüksek bir tepede oturduğumuzu farz ediyoruz. Tepenin altında da kavisli bir tren yolu olsun. Siz tepenin tam üstünde olduğunuzdan, tren yolunun hem sağını hem solunu, tamamını görebiliyorsunuz. Ve bir baktınız ki, aynı rayda karşılıklı ilerleyen iki tren var. Onların 2 dakika sonra çarpışacaklarını gördüğünüzden elinizdeki deftere “Bu iki tren 2 dakika sonra çarpışacak.” diye yazdınız. Ve trenler iki dakika sonra çarpıştı.
Şimdi kazadan kurtulan makinistlere deseniz ki: “İşte bu benim defterim. Ben sizin çarpışacağınızı, daha siz çarpışmadan önce bu deftere yazmıştım.”
Acaba makinistlerin size şöyle deme hakları var mıdır? “Biz senin yüzünden kaza yaptık. Eğer sen bizim kaza yapacağımızı yazmasaydın biz çarpışmazdık, sen yazdığın için çarpıştık. Sen bu kazanın sebebisin.” Elbette diyemezler. Çünkü sizin yazınız yani ilim, onların çarpışacağına yani maluma tabidir.

Başka bir ifadeyle: Siz onların çarpışacağını gördüğünüzden dolayı bu yazıyı yazdınız, yoksa onlar siz yazdığınız için çarpışmadılar. Siz yüksek bir yerde olduğunuz için, onların göremediklerini, aynı raydan ilerlediklerini gördünüz.

Hem sizin yazınız sadece bir tespittir. Zorlama ve kaza sebebi değildir. Eğer kaza sizin yazınız yüzünden olsaydı, o hâlde şunun da olması gerekirdi: Siz, çarpışacak bu iki tren hakkında “Çarpışmayacaklar.” diye yazardınız, onlar da aynı raydan karşılıklı ilerlemelerine rağmen çarpışmazlardı. Eğer ilim maluma tabi olacağı yerde malum ilme tabi olsaydı, dünyanın hiçbir yerinde kazalar olmazdı. Bir adam defterine, “Bugün hiç kaza olmayacak.” diye yazardı ve kazaları önlerdi. Hâlbuki bu asla olmaz. Şimdi bu misali şöyle özetleyelim:

1- Siz kaza yapacaklarını yazdığınız için onlar kaza yapmadı, bilakis onlar kaza yapacakları için siz yazdınız. Yani ilminiz ve yazınız, maluma “onların yapacakları kazaya tabidir.”

2- Sizin yazınızdan dolayı onlar mesuliyetten kurtulamaz. Zira onlar bu yazının yazılmasına sebep olmuşlardır.

Misal 4:

Daha senenin başında iken aldığınız bir takvimde, senenin bütün günlerinde ki Güneş’in doğuş ve batış saatlerinin yazılı olduğunu görürsünüz. Mesela senenin son günü olan 31 aralığa baksanız, Güneş’in doğuş vaktinin: 7:15, ve batış vaktinin 16:45 olduğunu görürsünüz.

İşte takvimdeki bu yazı ilimdir.
Malum ise Güneş’in o saatte doğacak ve batacak olmasıdır.
Yine sorumuz aynı: Acaba takvimde yazıldığı için mi Güneş o saatlerde doğuyor ve batıyor? Yani malum olan Güneş’in doğup batacağı saat, ilim olan takvimdeki yazıya mı tabi? Yoksa Güneş’in o saatte doğup o saatte batacağı önceden hesaplanıp bilindiği için mi takvime kaydedilmiş? Yani ilim maluma mı tabi? Elbette ikinci şık, yani ilmin maluma tabi olması doğru.

Zira Güneş’in doğacağı ve batacağı saatler hesaplanmış ve yazılmış. Eğer tersi olsaydı, malum ilme tabi olup yazıldığı için doğup batsaydı. O zaman takvime Güneş’in doğuş vakti olarak 7:15 yerine 12:00 yazdığımızda Güneş’in 12:00′de doğması; hatta “Bugün Güneş doğmayacak.” yazdığımızda Güneş’in o gün doğmaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Sebebi ise ilmin yani takvimdeki yazının, maluma yani Güneş’in kendisine tabi olmasıdır.

Şimdi şunu düşünelim: İnsan son derece âciz, zayıf, ilmi noksan, zaman ve mekânla kayıtlı olduğu hâlde, bir sene sonra Güneş’in ne zaman doğacağını ve ne zaman batacağını önceden bilebiliyor ve onu takvime kaydediyor. Ve hiçbir insanın aklına “Takvimde Güneş’in doğma ve batma vakitleri yazıldığı için Güneş bu saatlerde doğmak ve batmak mecburiyetinde kalıyor; bu yazı olmasaydı, Güneş bu saatlerde doğup batmazdı.” gibi batıl bir fikir gelmiyor.

Hâl böyle iken, acaba kudreti sonsuz, ilmi nihayetsiz, zaman ve mekânların kayıtlarından münezzeh, ezelin sultanı olan Allah’ın, bir takvim hükmünde olan kader defterine bizim doğacağımız günü ve batacağımız yani öleceğimiz günü ve bu iki gün arasında neler yapacağımızı yazmasını niçin kavrayamıyoruz?

Takvimde yazıldığı için Güneş’in doğmadığını bildiğimiz hâlde, niçin kader takvimimizde yazıldığı için o işleri yapmadığımızı; bilakis biz yapacağımız için onların yazıldığını yani Allah’ın ilminin, malum olan fiillerimize tabi olduğunu anlayamıyoruz? Ve günahımızı kadere yüklemeye çalışıyoruz?

Misal 5:

İstanbul-Ankara arası 500 km’dir. Bu mesafenin bizler tarafından bilinmesi ve kitaplarda yazılması ilimdir. Malum ise bu mesafenin kendisidir. Burada da durum aynıdır. İlmimiz maluma tabidir. Bu misaldeki malum İstanbul-Ankara arasının 500 km olduğudur. Eğer ilmimiz maluma tabi olacağı yerde malum ilme tabi olsaydı, yani biz bu mesafeyi böyle bildiğimiz için bu mesafe bu kadar olsaydı; o zaman biz bu mesafenin 1000 km olduğunu zannettiğimizde malum mesafenin 1000 km’ye çıkması gerekirdi. Hatta aradaki mesafenin sadece 1 metre olduğunu zannettiğimizde de İstanbul’dan bir adım atarak Ankara’ya ulaşmamız gerekirdi. Ama bunların hiçbiri asla olmuyor. Biz ne bilirsek bilelim, ilmimizin malum üzerinde bir etkisi gözükmüyor. Sadece mesafenin 500 km olduğunu bildiğimizde doğru biliyoruz, diğer zanlarımızda ise yanlış biliyoruz.

Aynen bu misalde olduğu gibi, doğuşumuz ile ölümümüz arasında ne kadar mesafe varsa ve bu mesafede hangi istasyonlara uğrayıp o istasyonlarda neler yapacaksak bunların hepsi malumdur. Bu malumun Allah tarafından bilinmesi ve Allah’ın ilminin bir ünvanı olan kader defterinde yazılması ise ilimdir.

Kaidemiz neydi? “İlim maluma tabidir.” O hâlde Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim ne yapacağımızı Allah ezeliyeti ve nihayetsiz ilmi ile bilmiş ve kader defterine kaydetmiştir. Burada önemli olan “İlmin maluma tabi olması” kaidesini, Allah’ın ezeliyeti ile beraber düşünmenizdir. Ezeliyeti kavramadan, bu kaidenin tek başına anlaşılması mümkün değildir. Bu sebepten biz bu kaideye geçmeden evvel, Allah’ın ezeliyetini farklı misaller ile anlamaya çalıştık. Allah’ın ne yapacağımızı ezeli ilmi ile bilmesi, asla zorlama sebebi değildir. Bu sadece bir tespittir.

Hakikat böyleyken bunun aksini düşünüp “Ben kaderin mahkûmuyum.” diyerek suçu kadere atmak ne kadar manasızdır. Onların bu ifadesi şu manaya gelir ki, ilim maluma tabi değil malum ilme tabidir; yani Allah bu kul cehennemlik olsun demiş o da cehennemlik olmuştur veya bu cennetlik olsun demiş o da cennetlik olmuştur.

Hâlbuki durum böyle değildir. Bilakis Allah’ın ilmi, olacak olan hadiselere tabidir yani ne olacaksa onu bilmiş ve kader defterinde kayıt etmiştir. Bunu söyleyenlerin temennisi aslında şudur: Bizim mesul olmamız için Allah bizim yaptıklarımızı yaptıktan sonra bilsin, yani Allah yarını bilmesin demektir. Bilmemek ise Allah’ın şanına yakışmaz. Zira bilmemek bir kusur ve eksikliktir, Allah ise bütün kusur ve eksikliklerden münezzehtir.

Misal 6:

Bir kumandan farz ediyoruz. Elindeki kamera ile nöbet tutan askerleri kontrole gidiyor ve iki askerin nöbette uyuduğunu görüyor. Ve onların bu hâllerini kamerasıyla çekiyor. Bu olayda ilim, kameradaki kayıttır ve kumandanın bu iki haylaz askerin hâlini bilmesidir. Malum ise, bu iki askerin uyumasıdır.

Sorumuz yine aynı: “Kumandan kameraya çektiği için mi askerler uyudu, yani malum olan askerlerin uyuması ilmemi bağlı? Yoksa askerler uyuduğu için mi kumandan onları öylece çekti, yani ilim olan kumandanın bilgisi ve kameraya kaydetmesi maluma mı tabi?” Elbette kumandanın bilgisi ve kamera kaydı askerlerin hâline, yani ilim maluma tâbidir. Kumandan bildiği ve onların bu suç hâlini kaydettiği için onlar uyumadı, bilakis onlar nöbette uyudukları için kumandan bildi ve onları öylece kaydetti.

Acaba kumandan ertesi gün nöbette uyuyan o iki askeri yanına çağırarak, bir gün önceki hâllerini onlara seyrettirse. Ve onlara dese ki: “Niçin nöbette uyudunuz, niçin askerlik kanunlarını çiğnediniz? Bu yaptığınız bir suçtur, ceza göreceksiniz.” Acaba bu azarları işiten askerler diyebilirler mi ki: “Kumandanımız, nöbette uyuma suçunu senin yüzünden işledik. Bu suçu bize sen işlettin. Çünkü sen bizi kamerayla çektin. Eğer sen bizi çekmeseydin biz uyumazdık.” Elbette diyemezler. Çünkü kaidemiz şuydu: Kumandanın ilmi, malum olan askerlerin uyumasına tabidir. Bir daha tekrar edersek. Kumandan bildiği için onlar uyumadı, onlar uyuduğu için kumandan onları öyle bildi ve öylece kaydetti. Eğer onlar diğer askerler gibi uyumasaydı, kumandan onları “uyumaz” bilecek ve öylece kaydedecekti.

Şimdi şunu farz edelim ki, bu kumandan aynı zamanda manevi bir kumandan olsun ve zamanda yolculuk yapabilsin. Yarına ve diğer günlere, daha o günler gelmeden geçebilsin ve o günlerde yaşanacak olayları daha yaşanmadan bilsin. İşte bu kumandanın bir ay sonraya yolculuk yaptığını ve yine nöbette uyuyan iki askeri kamera ile kaydettiğini ve tekrar bugüne döndüğünü farz ediyoruz. Ve bir ay sonra tam o kumandanın gördüğü ve kaydettiği gibi o iki asker uyudu. Yani kumandanın olacağını bildiği şey, oldu ve kumandan uyuyan o iki askeri yanına çağırarak bir ay önce yaptığı çekimi onlara seyrettirdi ve onlara dedi ki: “Bakın! Ben sizin nöbette uyuyacağınızı bir ay önceden biliyordum, hatta bu hâlinizi kameramla çekmiştim.” Acaba o askerlerin, kumandana şöyle deme hakları var mıdır: “Kumandanım, o zaman suçlu sensin, niçin bizi ayakta çekmedin ki? Eğer sen bizim uyuyacağımızı bilmeseydin ve uyuduğumuzu kaydetmeseydin, biz uyumazdık, cezamıza razı değiliz.” Elbette diyemezler. Zira kumandanın bilgisi ilimdir ve malum olan askerlerin uykusuna tabidir. Askerler kumandanları bildiği ve kaydettiği için uyumadılar, bilakis zamanlarda gezebilen bu kumandan kendi zamanından bir ay sonraya gitti, onların bu vaziyetlerini gördü ve onları kaydetti. Başka bir ifadeyle onları nöbette uyutan şey kumandanın bilgisi değildir. Tam tersine, kumandanın bilgisi onların uyumayı tercih etmelerine ve uyumalarına tabidir. Eğer onlar uyumayı tercih etmeseydiler kumandan da onları bu şekilde kaydetmeyecekti.

Aynen bu misalde olduğu gibi ezel ve ebedin kumandanı olan Allah da, zaman ve mekândan münezzeh olduğu için bütün zamanlardaki hadiseleri şu onda oluyormuş gibi görmekte ve bilmektedir. Bu hakikati ezeliyet bahsinde işlemiştik.

İşte Allah bizim cüz’i irademizle işleyeceğimiz bütün fiilleri kameraya çekmiş, yani ilmin bir ünvanı olan kader defterlerinde kaydetmiştir. Acaba misalimizdeki, nöbette uyuyan askerlere benzeyen günahkâr birisi: “Allah bildiği için ben günah işliyorum, suç Allah’ın bilmesidir. Eğer bilmeseydi bunları işlemezdim.” dese, misaldeki askerler gibi gülünç bir duruma düşmez mi?

Hem nasıl oluyor da misaldeki kumandanın, askerlerin uyumasında hiçbir müdahalesi ve suçu olmadığını fark edebilen insan, bu misalden hiçbir farkı olmayan, kâinatın kumandanı olan Allah’ın kaydına ve bilgisine kendi suçunu yüklemeye çalışır, buna şaşılır!

Misal 7:

Tren istasyonlarında trenlerin geleceği saatler yazılıdır. İşte bu yazı ilimdir. Malum ise trenin o saatte gelecek olmasıdır.

Sorumuz yine aynı: “Yazılı olduğu için mi tren geliyor, yoksa trenin o saatte geleceği bilindiği için mi yazılmış?”

Kaidemiz neydi? “İlim maluma tabidir.” O hâlde sorumuzun cevabı: Trenin geleceği bilindiği için yazılmış. Eğer tersi olsaydı. Malum ilme tabi olsaydı, yaramaz bir çocuk trenin geliş saatini değiştirdiğinde trenin gelmemesi gerekirdi. Hatta trenlerin geliş-kalkış saatlerini bildiren tablo yanlışlıkla kırıldığında artık hiçbir trenin o istasyona uğramaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Çünkü malum asla ilme tabi değildir.

İşte Allah’ın bilgisi ve kader yazısı, istasyondaki, trenin geliş-kalkış saatlerinin yazılı olduğu tabloya benzer ve bu ilimdir. Bizim yapacağımız her şey ise istasyona gelecek olan tren gibidir, malumdur. Misalimizdeki trenin, tablodaki yazıdan dolayı istasyona gelmemesi, bilakis trenin geleceği için böyle bir yazının yazılmış olması gibi; Allah bildiği için de biz yapmamaktayız, biz yapacağımız için Allah öyle bilmektedir.

Misal 8:

Mesleğinde son derece tecrübeli bir hâkim düşünüyoruz. Yılların verdiği tecrübe ile neredeyse kişiyi gözünden tanıyacak bir seviyeye gelmiş olsun. Bu hâkim yolda giderken, görünüş itibariyle son derece kötü bir adamı görür ve yılların verdiği tecrübeyle bu kişinin ileride bir suç işleyeceğini ve mahkemede karşısına suçlu olarak çıkacağını elindeki deftere yazar. Aradan biraz zaman geçince sokakta gördüğü o adam, bir suçtan dolayı hâkimimizin karşısına çıkar. Hâkim, cezasını karara bağladıktan sonra ona der ki: “Bak bu benim defterim! Ben seni daha önce sokakta görmüş, senin suç işleyeceğini tahmin etmiş ve bunu defterime ta o zamanda kaydetmiştim.”

Acaba hâkimin bu sözüne karşılık suçlunun şöyle deme hakkı var mıdır: “Ey hâkim, ben senin bu yazından dolayı suç işledim. Eğer sen bu yazıyı yazmasaydın ben bu suçu işlemezdim.” Elbette diyemez. Çünkü bu kişi, o yazıdan dolayı suç işlemedi ve bu yazı onu suça zorlamadı. Bilakis hâkimin ilmi, malum olan kişiye tabi idi. O suç işleyeceği için tecrübeli hâkimimiz bunu bildi ve defterine kaydetti.

Aynen bunun gibi, bu kâinatın yegâne hâkimi olan Allah da biz kulların neler işleyeceğini ezelî ilmiyle bilmiş ve kader defterlerimize yazmıştır. Bizler Allah yazdı diye yapmamaktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.

Hâl böyle iken misalimizdeki suçlunun hâkime karşı yaptığı savunmayı ve suçunu hâkimin yazısına bağlamasını, bizlerde hâkimlerin hâkimi olan Allah’a karşı yapsak yani günahımızı Allah’ın yazısına bağlayarak; “Allah yazmasaydı biz bu günahı işlemezdik.” gibi batıl sözler söylesek acaba bu, işlediğimiz günahtan daha büyük bir kabahat olmaz mı?

Misal 9:

Yine son derece tecrübeli bir öğretmen düşünüyoruz. Yılların verdiği tecrübeyle, daha sene başında iken hangi öğrencinin sınıfı başarıyla geçeceğini ve hangilerinin sınıfta kalacağını tahmin etsin ve bu tahminini de bir deftere kaydetmiş olsun.

Ve sene sonu geldiğinde öğretmenin, sınıfı geçeceğini tahmin ettiği öğrenciler sınıflarını geçsin ve sınıfta kalacağını tahmin ettiği öğrenciler de sınıflarında kalmış olsun. Öğretmenimiz sınıfta kalan öğrencilere karnelerini verdikten ve bu öğrenciler karnelerindeki zayıf notları gördükten sonra onlara dese ki: “Bakın! Bu benim defterim ki, ben sizin sınıfta kalacağınızı tahmin etmiş ve daha sene başında iken bunu yazmıştım. Ve sizler tam benim tahmin ettiğim gibi sınıfta kaldınız.” Acaba öğretmenlerinin bu sözüne karşılık, bu tembel öğrencilerin şöyle demeye hakları var mıdır:

“Öğretmenim madem siz bu yazıyı daha biz sınıfta kalmadan yazmışsınız, o hâlde sınıfta kalmamızın sebebi sizin bu yazınızdır. Eğer siz bizim hakkımızda ‘Sınıflarını geçecekler.’ diye yazsaydınız, biz sınıfta kalmazdık.” Elbette böyle diyemezler. Çünkü öğretmenin ilmi, malum olan öğrencilerin tembelliğine bağlıdır. Başka bir ifadeyle: Öğretmen böyle yazdığı için onlar sınıfta kalmadı, bilakis onların tembellik edeceğini ve ders çalışmayacaklarını öğretmenleri tecrübesiyle bildi ve böylece defterine kaydetti.

Eğer onlar öğretmenin yazısından dolayı sınıfta kalacak olsalardı, o zaman öğretmen, çalışkan öğrenciler için “Sınıfta kalacaklar.” yazardı ve çalışkan öğrenciler de sınıfta kalırdı. Ama bunların hiçbiri olmuyor, kimse bir yazıdan dolayı sınıfını geçip bir yazıdan dolayı sınıfta kalmıyor. Çünkü ilim, zorlama ve cebir aracı değildir, o sadece bir tespit ve beyandır.

Aynen bu misalde olduğu gibi, gayb âlemlerinin âlimi olan Allah da, hangimizin sınıfta kalacağını yani imtihanı kaybedeceğini, hangimizin sınıfı geçerek cennete gideceğini ezelî ilmi ile bilmiş ve bu bilgiyi, ilmin bir unvanı olan kader defterimizde yazmıştır. Sınıfta kalan öğrencilerin, öğretmenlerini suçlaması ve kabahatlerini öğretmenlerinin yazısına yüklemeye çalışmaları ne kadar asılsız ise günah işleyen bir kişinin de günahını kadere yüklemesi o derece asılsız ve gerçekten uzaktır.

Misal 10:

“İlmin maluma tabi olması” kaidesini anlayabilmek için tam dokuz misal verdik. Çünkü bu kaideyi ve ezeliyet bahsini anlamak, kaderi anlamak demektir. Biz son bir misalle “İlmin maluma tabi olması” kaidesini tamamlayacağız.

Şöyle ki: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ahir zaman fitnelerinden ve kıyametin alametlerinden bahsetmiştir.

Efendimiz’in bu bahsi ilimdir. Malum ise bu hadiselerin kendisidir.

Sorumuz yine aynı: Peygamberimiz (s.a.v.) haber verdi diye mi ahir zaman fitneleri çıkacak? Yoksa ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için mi Efendimiz onlardan haber vermiş?

İlim, maluma tabi olduğundan dolayı; ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için Efendimiz’in haber verdiği şıkkı doğrudur. Zaten bunun tersi düşünüldüğünde, ahir zaman fitnelerinden Peygamberimiz’i mesul tutmak ve “Eğer haber vermeseydi bunlar olmazdı.” demek lazım gelir ki, bunun ne kadar yanlış olduğunu her akıl sahibi takdir edebilir.

On Misalden Çıkan Netice:

Bu on misalle anladık ki, “İlim, maluma tabidir.” Şimdi bu kaideyi kader hakkında tahlil edelim: Allah’ın bizim ne yapacağımızı bilmesi ve bu bilgiyi kader defterimizde yazması, ilimdir. Bu ilim neye tabidir?

-Elbette malum olan bizim fiillerimize ve yapacaklarımıza tabidir.

-Yani biz yapacağımız için Allah öyle bilmiştir.

-Yoksa Allah öyle bildi diye biz mecburen yapmamaktayız.

O hâlde şöyle diyebiliriz: Suçunu kadere yükleyen insan iki şeyden habersizdir.

1- Allah’ın ezeliyetini ve ezeliyetin ne manaya geldiğini bilmemektedir.

2- “İlmin maluma tabi olması” kaidesinden habersizdir.

Ve bu iki mesele anlaşıldığında kader hakkındaki bütün sorular cevaplarını bulmaktadır.

Bizler eserimizin bu bölümüne kadar; işlediğimiz fiilleri, kader defterinde yazıldığından dolayı cebren ve zorlama ile işlemediğimizi, bilakis biz ne yapacaksak kader defterimize onun yazıldığını anlatmaya çalıştık.

Eserimizin bundan sonraki bölümlerinde ise kader hakkındaki soruları ve bu soruların cevaplarını başlıklar hâlinde inceleyeceğiz.

İnsanın kaderin mahkûmu olmadığı ve işlediği fiillerde hür olduğunun diğer izahları

İnsan şu dünya misafirhanesine bir imtihan için gönderilmiştir. Yaptıklarına göre ya mükâfat ya da ceza görecektir. Elbette böyle bir mükâfat ve cezalandırmanın olması içinde, insanın hareketlerinde hür olması gerekir. Adalet sahibi olan yüce Rabbimiz hayır ve şer yolunu insana göstermiş, fakat onu iki yoldan birini tercih etme hususunda serbest bırakmıştır. Bu sözümüzü Kur’an-ı Kerim’den iki ayet ile teyit edelim:

“De ki: Ey insanlar! Rabbiniz’den size hak gelmiştir. Kim doğru yola girerse kendi lehine girmiş olur. Kim sapıklığa düşerse o da kendi aleyhine sapmış olur.” (Yunus:108)

“De ki: Bu Kur’an, Rabbiniz’den gelen haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.”(Kehf:29)

Görüldüğü gibi insan, Cenab-ı Hak tarafından hayır veya şer yollarından herhangi birine gitmesi için zorlanmamış, kendisine iki yol da gösterilmiş ve istediği yola gitmek hususunda serbest bırakılmıştır. Zaten her insan hareketlerinde serbest olduğunu vicdanen bilir. Hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan istediğini yapabildiğine bizzat kendisi şahittir. Mesela elini kaldırmak istediğinde kaldırır, yürümek isteyince yürür ve bunlar gibi. Camiye gitmek isteyen camiye, kumarhaneye gitmek isteyen de oraya gider. Ne camiye gidenin ayakları “Ben oraya gitmek istemiyorum.” der ne de kumarhaneye gidenin. Böyle olunca helal yolda kullanılması sıkı sıkıya tembih edilen ve kendisine emanet olarak verilen vücut nimetini, haramda kullanan kimsenin hiçbir mazereti yoktur. Kendi iradesini kötüye kullandığı için mesuliyetten kurtulamaz.

Kaderin mahkûmu olduğu için harama girdiğini iddia eden bir insan, aynı suçu başkası işlediğinde hiç kaderi aklına getirir mi?

Mesela kaderin mahkûmu olduğu için hırsızlık yaptığını söyleyen birinin, evine bir hırsız girse ve değerli eşyalarını toplamaya başlasa ve evine giren hırsıza ne yaptığını sorduğunda, hırsız: “Kaderimde hırsızlık yapmak yazılıymış. Ben kaderin mahkûmuyum. İster istemez bu hırsızlığı yapacağım.” dese, hırsızın eşyalarını toplayıp götürmesine müsaade eder mi?

Kaderin mahkûmu olduğu için katil olduğunu iddia eden bir adam düşünün. Bu kimsenin çocuğunu birisi öldürmek istese ve bunu kaderinde olduğu için yaptığını söylese, acaba bu şahsa karşı tavrı ne olurdu?

Kaderin mahkûmu olduğunu kabul eden, hâşâ Allah’a zulüm isnad eder.

Hem insanın kaderin mahkûmu olduğunu düşünmek bizi birçok çıkmazlara sokar. Şöyle ki: Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı; hırsız kaderinde olduğu için çalacak, katil kaderinde olduğu için öldürecekti. Bu ise teklif ve mesuliyeti ortadan kaldıracağından Allah kullarına zulmetmiş olacaktı. Hâlbuki insan ayağına taş bağlanıp denize atılan ve sonrada “Kurtul!” denilen bir canlı değildir.“Ben kaderin mahkûmuyum.” diyerek işlediği günahı kadere yıkmaya çalışan insan aslında bu söz ile çok büyük bir cürüm işlemekte ve sonsuz adaletin sahibi olan Allah’a zulüm isnat etmektedir. Hâlbuki Allah adili mutlaktır ve zulümden münezzehtir.

Hem eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı; iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, itaat edene mükâfat, isyan edene ceza vermekte manasız olurdu. Çünkü herkes kaderinin çizdiği yoldan gitmiş olacağından namaz kılan kaderinde olduğu için namaz kılacak, günah işleyen de kaderinde olduğu için günah işleyecekti. Böyle olunca onları irşad için peygamberler göndermek, kitaplar indirmek de manasız olacaktı. Zira kaderlerinin kendilerini kötülüğe sevk ettiği ve kaderin mahkûmu olan insanlara nasihatin bir tesiri olmayacaktı.

Ayrıca Allah Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette kullarını tövbeye davet etmektedir. Eğer insan kaderinin mahkûmu olduğu için günah işleseydi, onları tövbeye davet etmenin bir manası olur muydu?

İnsanın kaderin mahkûmu olmadığının bir diğer izahı da, elinde olmayan şeyler sebebiyle ibadetin teklif edilmemesi ve mesuliyetin kaldırılmasıdır. Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı, böyle bir ayrım yapılmazdı. Herkes her hâlinde, işlediği fiilden mesul olurdu. Allah’a ait olan haklarda insanlardan mesuliyeti kaldıran hususlar şunlardır: Delilik, bunaklık, unutkanlık, zorlama, hata ve yanılma.

Netice olarak bu durumlarda yapılan fiiller, insanın kendi ihtiyarıyla olan şeyler değildir. Böyle olduğu için bu durumdaki bir insandan mesuliyet kalkar. Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı, bu durumların mesuliyetten hariç tutulmasına gerek kalmazdı. Deli, akıllı, unutkan, uyuyan, yanılan herkes ayırt edilmeksizin bütün insanlar mesul tutulurdu.

Acaba, başkalarının tehdidiyle ve zorlamasıyla haram bir fiili işleyen bir kulu Cenab-ı Hak affederken, böyle merhamet sahibi bir zata “Benim kaderimi sen tayin ettin, sonra beni niçin cezalandırıyorsun?” diyerek rahmetini itham etmek, o rahmetten mahrum kalmaya sebep değil midir?

Cüz-i irade nedir?


İnsanda gözüken fiilleri iki kısma ayırabiliriz.

Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelen fiillerdir. Kalbimizin atması, kanımızın dolaşımı, nefes almak vermek, göz kapaklarımızın açılıp kapanması, saçımızın uzaması gibi fiilleri bu kısma misal olarak gösterebiliriz. Bu tür fiillere “ıztırârî” fiiller denilir. Bu tür fiillere insanın iradesi müdahale etmediğinden dolayı, bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat yoktur.

Fiillerimizin diğer kısmı ise, kendi irademiz ile işlediğimiz fiillerdir. Yemek, içmek, bakmak, konuşmak, yürümek gibi fiillerimiz bu kısma dâhildir. Burada tercih ve seçim hakkımız vardır. Helale bakabileceğimiz gibi, harama da bakabiliriz. Helali yiyebileceğimiz gibi, haramı da yiyebiliriz. Hayrı konuşabileceğimiz gibi, yalan ve gıybet de konuşabiliriz. Bu tür fiillere “ihtiyâri” fiiller denilir.

Cüz-i irade ise: “ihtiyâri fiiller” dediğimiz bu kısım fiillerdeki tercih kabiliyetimizdir. Yaratılması cihetiyle ıztırâri fiillerde olduğu gibi, ihtiyâri fiilleri de yaratan Allah’tır. Fakat ihtiyâri fiil ve hareketlerimizde talebimiz söz konusudur. İşte bu talebe cüz-i irade denir.

Demek ihtiyâri fiillerde insan, talep edendir. Allah ise, fiili yaratandır. İşte insan bu talebi sayesinde itaatkâr veya isyankâr olur. Başka bir ifadeyle insanın iradesi fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına taalluk eder.

Mesela yazı yazma fiilinin aslını yaratan Allah’tır. Yazılan, sevap bir şey olabileceği gibi, günah bir yazı da olabilir. Birinci hâlde yazının faydalı olduğundan, ikinci hâlde ise zararlı olduğundan bahsedilir. İşte yazı yazma fiilinin faydalı ve zararlı olmasına insan karar vermektedir. İnsan neye karar vermişse, Allah da yazıyı onun kararına göre yaratmaktadır. Ve onu mesul eden de bu tercihi ve kararıdır. Şimdi cüz-i iradenin mahiyetini 3 farklı misal ile anlamaya çalışalım:

Misal 1:

Bir padişahın misafirhanesinde bulunduğumuzu farz ediyoruz. Bu misafirhanenin her katında ayrı ayrı nimetler ve ihsanlar sergileniyor olsun. Ve yukarıya doğru çıktıkça bu nimet ve ihsanların çoğaldığını görüyoruz. Bu misafirhanenin alt katında ise nimete mukabil cezanın, ihsana mukabil de azapların olduğunu farz ediyoruz. Yukarı katlara çıkmak için de aşağı katlara inmek için de tek yol, asansöre binmek ve ulaşmak istediğimiz katın düğmesine basmaktır.

Şimdi bizler asansördeyiz ve asansörün üst katlara çıkaran bir düğmesine bastık ve asansör bizi o kata çıkarttı. Ya da bizi aşağı katlara indirecek bir düğmeye bastık ve asansör bizi o kata indirdi. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki, üst katlara çıkmak için bir düğmeye basan kişi dilerse, fikrini değiştirip kendisini alt kata indirecek bir düğmeye basabilir ve alt katlara inmeye başlar. Ya da alt katlara kendisini indirecek bir düğmeğe basan kişi dilerse ve daha yolculuğu bitmemişse, asansörün üste çıkartan düğmelerinden bir düğmesine basarak üst katlara ulaşabilir.

Şimdi durumumuzu inceleyelim: Asansörü biz yapmadık ve onu kendi kuvvetimizle hareket ettirmiyoruz. Ancak asansör de kendi kendine hareket etmiyor. Biz irademizi kullanarak bir düğmeğe basıyoruz ve asansör bizi o kata ulaştırıyor.

O hâlde “Asansörü ben hareket ettiriyorum ve asansör benim kuvvetimle çalışıyor.” diyemeyeceğimiz gibi, “ Bu asansör kendi kendine hareket ediyor; dilerse beni üst kata, dilerse beni alt kata indiriyor, elimde hiçbir şey yok.” da diyemeyiz. Evet, birinci sözü söyleyerek asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia edemeyiz. Çünkü asansörü hareket ettirmek ve onu icat etmek için gereken kuvvetin binde biri değil, milyonda biri bile bizde yoktur. Değil asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia etmeyi, belki ona binmemiz bile kendi kuvvetimizle olmamıştır. Bu misafirhanenin merhametli sultanı bizi, hiçbir kuvvet ve müdahalemiz olmaksızın bu asansöre bindirmiştir. Bizler bu sözü söyleyemeyeceğimiz gibi ikinci söz olan, “Asansörün hareketinde hiçbir müdahalemizin olmadığını, asansörün kendi isteğine göre bizi dilediği katlara çıkardığını” da iddia edemeyiz. Zira asansör, bizim bastığımız ve çıkmak istediğimiz kata bizi çıkarmaktadır. Bizi, istemediğimiz ve düğmesine basmadığımız hiçbir kata çıkartmamaktadır.

O hâlde en doğru söz şudur: “Asansörü biz hareket ettirmiyoruz ve asansör bizim kuvvetimizle çalışmıyor. Ancak biz asansörün çıkacağı ve ineceği katları irademizle belirliyor ve düğmeye basıyoruz.” O hâlde çıkacağımız ve ineceğimiz katı biz tayin etmiş olmaktayız. Asansör ise bizim tayinimize ve talebimize göre hareket etmektedir.

Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına: Bu misaldeki misafirhane, bu dünyadır ve şu güzel âlemdir.

Misafirhanenin sahibi ise, ezel ve ebedin sultanı olan Allah’tır.

Misafirhanenin üst katları, bizi cennete ulaştıracak ameller; alt katı ise, bizi cehenneme düşürecek günahlardır.

Asansör ise, Allah’ın irade ve kuvvetidir. Asansörün düğmesine basmak ise, Allah’tan o fiilin yaratılmasını istemektir. İşte bu cüz-i iradedir.

Cüz-i irademizle Kur’an’ın başına oturduğumuzda ve Kur’an okumayı talep ettiğimizde, Allah da kuvvetiyle “Kur’an okumak” fiilini yaratmaktadır. Yani biz bu hâlde iken, asansörün üst düğmesine basmış ve asansör de bizi o kata çıkartmıştır. Ağzımızın hareketinden tutun, okuduğumuz Kur’an’a kadar her şey Allah’a aittir. O’nun yaratması ve icadı ile meydana gelir. Bize düşen tek şey bu vaziyetin yaratılmasını tercih ve talep etmemizdir. Bu tercih ve talebe cüz-i irade denilir.

Eğer biz Kur’an’ın başına oturacağımıza, okunması haram olan bir kitabın başına oturmuş olsaydık. Bu sefer cüz-i irademizle asansörün alt katlarına indiren bir düğmeye basmak gibi, o fiilin Allah tarafından yaratılmasını talep etmiş olacaktık ki, Allah da imtihan dünyası olmasından dolayı bu fiili yaratacaktı.

Allah’ın yaratması, bizim isteğimize yani cüz-i irademize tabi olduğundan dolayı biz mesul olmaktayız. Gerçi birçok defa Allah’ın rahmetinden dolayı o günahı yaratmadığı ve o günahla aramıza girdiği de gözükmektedir.

Cüz-i iradenin mahiyetini şu misallerle anlayabiliriz.

Misal 2:

Bir rıhtımda padişahın gemilerinin dizildiğini ve bu rıhtımın karşısında iki adanın olduğunu farz ediyoruz. Padişah, kaptanların sağdaki adaya gitmelerini emretmiş ve soldaki adaya gitmelerini yasaklamış olsun. Kaptanları emrine itaat hususunda bir imtihana tabi tutan padişah, imtihanın bozulmaması için de soldaki adaya gidenlere mâni olmasın.

Gemiler aynı cihazlarla donatılmış ve her iki adanın yolu da açık tutulmuş olsun. Diğer taraftan, gemilerin seyahati için gerekli her türlü ihtiyaç ve yakıt yine padişah tarafından temin edilsin. Kaptanın burada yapacağı tek şey, dümeni çevirmek ve gideceği adayı seçmektir. Onu o adaya ulaştıran gemi de, geminin hareketi de sultana aittir.

Eğer o kaptan, padişahın emrine uyarak sağdaki adaya giderse orada çeşit çeşit sofralarla, nimetlerle karşılaşacaktır. Eğer sol taraftaki adaya giderse, vahşi canavarların hücumuna hedef olacak ve görevli memurlar tarafından çeşitli cezalara çarptırılacaklardır. Her bir kaptan, padişahın dümenci bir neferi olarak gemiye rota verme ve istediği adaya gidebilme durumundadır. Bir kaptan hangi adaya gitmek isterse, gemi onun vereceği rota ile oraya yönelecek ve deniz gemiyi o adaya kadar sırtında taşıyacaktır.

Şunu da belirtelim ki, kaptan yolculuğun her anında rotayı değiştirme hakkında sahiptir. Mesela sol adaya doğru yol alırken, rotasını sağ adaya ya da sağ adaya doğru yol alırken, rotasını sol adaya çevirebilir.

Şimdi durumu inceleyelim: Gemiyi kaptan kendi kuvveti ve gücüyle hareket ettirmemektedir. Zira geminin hareketi için gerekli kuvvet onda olmadığı gibi, geminin ihtiyaçlarını da tek başına karşılaması mümkün değildir. O ne gemiyi yapmıştır, ne denizin sahibidir, ne de gemideki diğer aletlerin; bunların hepsi sultana aittir.

Bununla birlikte gemi de kaptanın iradesi olmaksızın tek başına hareket etmemektedir. Kaptanın tercihi gemiye yön vermektedir. Şimdi kaptan şunu diyemez: “Bu gemiyi kendi kuvvetimle idare ve sevk ediyorum.” Zira buna gücü yetmez. Ancak şunu da diyemez: “Gemi benim irademin dışında yol alıyor, istediği adaya beni zorla götürüyor. Ben geminin hareketinden mesul değilim.” Evet bunu diyemez. Zira gemi onun tercihine göre yol almaktadır. O hâlde en doğru söz şudur: “Ben geminin ve içindeki cihazların sahibi değilim, onlar sultanımındır. Ben sadece bu gemiye rota belirleyen dümenciyim. Lakin öyle bir dümenciyim ki, geminin her hareketi benden sorulacak. Çünkü gemi o hareketi benim talebim ve isteğim ile yaptı.”

Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:

Misaldeki rıhtım, bu dünyadır.

Sultan ise Sultan-ı Kâinat olan Allah’tır.

Her bir gemi, insandır. O gemideki cihazlar, insana takılan duygu ve azalardır.

O iki ada ise; sağdaki cennet ve cennete götüren amellerdir, soldaki cehennem ve cehenneme götüren amellerdir.

Kaptanın gemiye rota vermesi ve dümeni çevirmesi ise, cüz-i iradedir. Evet insanın bedenindeki her aza ve hücre, kâinattaki her bir sistem ve küre Allah’ın irade ve kudretiyle vazife görmekte ve hareket etmektedir. Fakat insan, ihtiyâri fiillerinde eli kolu bağlı bir kaptan gibi hadiselerin denizine atılmış değildir. Vücut gemisinin hareket adasını kendi cüz-i iradesiyle tayin ve tespit etmektedir. Böylece gideceği menzile kendisi karar vermektedir. İşte bu karar verme yeteneğine, cüz-i irade denilir.

Misal 3:

Bir çocuğun, bir pehlivanın sırtına bindiğini farz ediyoruz. Karşılarında da iki tane dağ var. Sağ taraftaki dağda; lezzetli yiyecekler ve her türlü nimet bulunurken, sol taraftaki dağda ise sadece dikenli yiyecekler ve vahşi hayvanlar bulunuyor olsun.

Bu iki dağdan birisine çıkacak olan çocuğun kendi kuvveti, tek başına bu dağlara çıkmaya yetmeyeceği için, bir pehlivan onu sırtına almış ve çocuğun arzusuna göre hareket ederek onu istediği dağa çıkartacak olsun. Şimdi bu çocuk, her şeyiyle güzel olan sağdaki dağa çıkmak yerine soldaki dağa çıkmayı arzu etti ve o dağa kendisini çıkartmasını pehlivandan istedi. Pehlivan da onu o dağa çıkardı. Ve arzusunun bedeli olarak o dağa çıktıktan sonra da yüzlerce elemle ve korkuyla baş başa kaldı.

Şimdi durumu inceleyelim: Çocuk kendi kuvvetiyle o dağa tırmanmadı, zaten gücü ve kuvveti tek başına o dağa çıkmaya da yetmez. Ancak pehlivan da onu zorla soldaki dağa çıkarmadı. Eğer çocuk sağdaki dağa çıkmak isteseydi, pehlivan da onu sağdaki dağa çıkarırdı. Nitekim birçoğunu sağdaki dağa çıkarmıştır. O hâlde çocuk, ne kendi kuvvetiyle dağa çıktığını iddia edebilir ne de pehlivanın zorla kendisini soldaki dağa çıkardığını söyleyebilir.

Çocuğun söyleyeceği en doğru söz şudur: “Evet, ben dağa kendi kuvvetim ile çıkmadım, beni bu dağa pehlivan çıkardı. Ancak pehlivan benim irade ve arzumu hiçe sayarak bunu yapmadı. Bilakis o benim talebime uydu. Ben, onun beni soldaki dağa çıkarmasını istedim, o da bunu yaptı. Bu dağa çıkmaktaki bütün mesuliyet benimdir.”

Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:

Misaldeki sağ dağ, cennet ve ona götüren salih amellerdir.

Sol dağ ise, cehennem ve cehenneme götüren kötü amellerdir.

O çocuk ise, biziz; yani insandır.

Pehlivan ise, Allah’ın kudreti ve kuvvetidir.

Evet, biz fiillerimizi Allah’ın kudretine dayanarak işleriz. Misaldeki çocuğun pehlivanın sırtına binmesi gibi, bizde kudret-i İlahiyyeye binerek işleriz. Çıkmak istediğimiz tepeye bizi çıkarmasını ve yapmak istediğimiz ameli yaratmasını Allah’tan talep ederiz. İşte bu talebimiz cüz-i iradedir. Allah da, biz neyin yaratılmasını istemişsek, o fiilden razı olmasa da imtihan sırrından dolayı yaratır. Burada biz, fiilin yaratılmasını talep edeniz. Allah ise, fiili yaratandır. Fiilin yaratılmasına, bizim talebimiz ve isteğimiz sebep olduğundan dolayı da mesul oluruz.

O hâlde bize düşen, cüz-i irademizi hayırlı işlerin talebi için kullanmak ve Allah’tan cennet amellerini bizim için yaratmasını istemektir. Bu istek ve arzu, halis bir niyet ile buluştuğunda, bizleri cennete layık bir hâle getirecektir.

Ne mutlu, kendisine verilen cüz-i iradeyi salih amellerin yaratılmasında kullanan ve onunla cennet amellerini işleyenlere! Ve yazıklar olsun ki, hayırları talep etmesi için kendisine emanet edilen bu cüz-i iradeyi, günahları kazanmak yolunda kullanarak emanete ihanet edenlere!