Nurdan Mektuplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nurdan Mektuplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10.1.19

Ben nefsimi temize çıkarmam....

.."Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder." Yûsuf Sûresi, 12:53....âyet-i kerimesinin sırrıyla nefs-i emmareme itimad edemem. Nefis kusursuz olmaz...............Zaten ben nasıl tabiatı, icad itibarıyla inkâr ediyorum. Ve Risale-i Nur bunu kat’î ispat etmiş. Öyle de, beşeri gurura, enaniyete, firavunluğa sevk eden iktidarı da, tabiat gibi inkâr ediyorum. Yalnız beşerin duası, bir fiilî dua nevinde samimî bir ihtiyaç ile cüz’î kesbi, bir makbul dua hükmüne geçer. Onu da Cenab-ı Hak kabul eder............ben de aynelyakîn derecesinde kat’î kanaatle, feyz-i Kur’ânî ile, Risale-i Nur’un hüccetleriyle evvelâ kendi nefsimde, sonra herkesteki benlik ve iktidarın icad ve ihsan ve tevfik-i İlâhînin yalnız bir perdesi olduklarını kat’î bildiğim için, Nurlara ve kardeşlerime ilân etmişim ki, ben bir çekirdektim. Çürüdüm. Acz ve ihtiyaç ve samimî istemek ve fiilî dua etmek neticesinde, Cenab-ı Erhamürrahimîn, Risale-i Nur’u o çekirdekten halk edip ihsan etmiş. Nurun mektubatındaki bütün medâr-ı medih fıkralar o nuranî ağaca aittir. Benim hissem, kat’iyen, hiçbir cihette fahir olamaz. Belki, yalnız ve yalnız şükürdür. Öyleyse kâinat adedince eşşükrü lillâh, elhamdülillâh...

Elbâki Hüve'l-Bâki

Said Nursî

23.5.17

Birinci Suâliniz: Mü’minin mü’mine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?

Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde duâ makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimaı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.
Ezcümle, duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir duâ olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duânın ortasında bir duâ makbul olur.
• Hem bizahri’l-gayb, yani gıyaben ona duâ etmek,
• Hem hadiste ve Kur’ân’da gelen me’sur duâlarla duâ etmek; meselâ,
“Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum.” (en-Nevevî, el-Ezkâr, 74; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:517.)
“Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.” (Bakara Sûresi, 2:201.) gibi câmi duâlarla duâ etmek
• Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble duâ etmek,
• Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,
• Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,
• Hem Cumada, hususan saat-i icabede,
• Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,
• Hem Ramazan’da, hususan Leyle-i Kadirde duâ etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyyen me’muldür.
O makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, duâ kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.
Mektûbât,
***
Üçüncü Nükte
Duâ-yı kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir: Ya ayn-ı matlubu ile makbul olur; veyahut daha evlâsı verilir.
Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. “Duâsı kabul olunmadı” denilmez. “Daha evlâ bir sûrette kabul edildi” denilir. Hem bazen kendi dünyasının saadeti için duâ eder. Duası âhiret için kabul olunur. “Duâsı reddedildi” denilmez. Belki, “Daha enfâ bir surette kabul edildi” denilir, ve hâkezâ...
Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muâmele eder. Hasta, tabibin hikmetini itham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. “Tabip beni dinlemedi” denilmez. Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi.

Mektûbât 

6.10.16

Ahmed Feyzi’nin müdafaasıdır ( 1948'li Yıllar …)

Afyon Ağırceza Mahkemesine, 

Sayın hâkimler, 

Bir din âlimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait kitaplarını okumak ve yazmak ve din arkadaşlarının imdadına koşmak üzere dinine ve Kur’ân’ına ve Peygamberine (a.s.m.) hizmet etmek bir mü’minin vazifesi ve hakkı değil midir?
 Bizi bu hizmet-i diniyeden men eden bir kanun maddesi var mıdır?
Bazı cihetlerin zamanımızdaki küfrî ve gayr-i ahlâkî cereyanları tenkit etmesi bir suç mu teşkil ediyor?
Biz ne siyasetle, ne idare ile asla alâkası olmayan, yalnız dindar, saf halk kitlesiyiz. Bir insana hüsn-ü zan etmek ve kıymet vermek herkesin şahsî bir kanaatidir.
 Biz Bediüzzaman’ı zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz.
Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz.

Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur’ân’ın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır.
Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mes’ul olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz. 

Âhirzamanda hadisin haber verdiği şahısların meselesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı hadislerle, ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ömrünün 1500 seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ve dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih hadiselerini, "kıyamet alâmetleri" diye haber veriyor.
Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dikkatini celb ediyor.
Gaflet ve cehaletle bu şerlere dûçar olanların ebedî şekavet ve helâketle karşılaşacaklarını söylüyorlar.
Bunlara dair sayısız dinî bürhanlar mevcuttur.
Bizler Allah’a ve Resulüne ve Kur’ân’a inanmışız.

Şimdi bu imanın ve Peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helâk-ı ebedîden kurtarmak için çalışmayalım mı?
Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? "Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım?" diye bunları mevcut dinî hakikatlere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi?
Biz de, önümüzdeki müsbet delilleri ve vücud-u İlâhîye bizi sevk eden hakaik-i müberhene ve ilmiyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâzime-i medeniyet ve şiar-ı irfan add ile dinimizi terk etsek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi?
Bu zihniyette olan, Kur’ân’dan ve onun hakaikinden üstün birşey tanımayan bir insan, sırf fâni cezalar korkusuyla kendini ebedî helâke atar mı?
Yahut fâni bazı kıymetlere değer verir mi?
Allah ve Resulüne ve dinine hizmet vazifesinden vazgeçer mi?
İşte bizi Bediüzzaman’a bağlayan hakiki âmiller bunlardır. Başka bir menba-i dinî var mı ki, biz ruhumuzun bu ezelî ihtiyaçlarını onunla teskin edelim? 

Sayın Savcı, bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arapça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitapları tavsiye ediyor.
Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkit de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir.
Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar.
Biz Risale-i Nur’u seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyâsız bir din kitabı ve Kur’ân tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir meselesidir. Buna kimse müdahale edemez.
Evet, biz Risale-i Nur Müellifinin daima ayn-ı hakikat dersi verdiğine kailiz. Kendisinin kabul etmemesi bizim bu kanaatimizi sarsmıyor. Ancak bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil, Nurların dersinde harikulâde ve ekmel tezahürlerine şahit olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır.
Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilmin harikalarıyla en müntehâ mesâil-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanla bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hareket izhar eden ve gayet feyyâz bir aşk ve heyecan terennüm eden bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz? 
·         Fâni zevâhirin âlâyişine ednâ bir meyil ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen;

·         Levs-i fâninin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla kıymet vermeyen;


·         Kimseden birşey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri kabul etmeyen;

·         İffet ve ismetin en âlî örneklerini yaşatarak sabûrâne, mütehammilâne, her nevi mahrumiyetlere göğüs germek sûretiyle kendini hakikate ve envâr-ı Kur’âniyeye ve maarif-i Muhammediyenin (a.s.m.) izharına vakfeden;


·         Ve memleket ve milletin ıztırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan; kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmeyen;

·         ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmayarak insanları gayyâ-yı cehil ve girdâb-ı inkârdan kurtarmaya, hasbî ve İlâhî bir cehd ile çalışan ve savaşan fazilet ve nur âbidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz?
Kendisinin bu arz edilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz feragat ve istiğna ve şaheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla yine bir enmûzec-i kemâl ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmaya ve iktida edilmeye şâyândır. 

İşte biz Bediüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz. Acaba mumaileyhe sırf imanımızdan neş’et eden bu bağlılığımız ve Kur’ân’ın ve beyanat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) küfür ve ahlâk hakkındaki şiddetli tevbih ve tezyiflerine bu imanımız dolayısıyla iştirakimiz, bizi levs-i fâni addedilen siyasetçi mi yaptı?
Yoksa yirmi beş seneden beri din hakikatlerini öğrenemeyen ve helâk-i mutlaka giden soyumuzun bir kısım evlâtlarına, onları helâk-ı ebedîden kurtarmak için, Allah ve Resulünden, hakikat ve Kur’ân’dan haber vermek, onların temiz ruhlarını mâsum vicdanlarını ıslah etmeye hiç ifsad denilir mi?

Sayın hâkimler, 

Biz asla siyasetçi değiliz. Biz siyaseti, bizim gibi siyaset ehli olmayana binbir çeşit veballer, tehlikeler ve mes’uliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fâni zevâhire de zaten kıymet vermeyiz. Dünyaya ancak rıza-yı İlâhîye bizi götüren hayırlı vechesiyle bakıyoruz. Bu itibarla siyaset peşinde koşmayı ve devlet mefhumuyla mübareze ithamını şiddetle reddediyoruz. Eğer böyle bir kasıt olsaydı, yirmi beş seneden beri ednâ bir tezahür olurdu. 

Evet, bizim menfî bir cephemiz, ahlâksızlığa ve imansızlığa müteveccih bir takbih tarafımız var. Bu sırf imandan ve Kur’ân’ın bu mevzular üzerindeki şiddet-i beyan ve azamet-i tevbihine bizzarure iştirakimizden ileri geliyor. Eğer bu esbab-ı mucibe, samimiyetin ve ihlâsın, hakikat ve safvetin bu tarz-ı beyanı size kanaat vermediyse, bize ne şekil isterseniz ceza veriniz. Lâkin unutmayınız ki, bugün altı yüz milyon insanın mensubiyetini taşıdığı Hazret-i İsa (a.s.) zamanının idarecileri tarafından sırf insanlığın saadeti için kalbi çarptığı ve emanet-i tebliği hâmil bulunduğu sebeplerle âdi bir hırsız gibi idama mahkûm edilmişti.
Biz hür söylediğimizden dolayı mâruz kalacağımız bu mahkûmiyeti iftiharla karşılayacağız. Ve sadece “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” nidasıyla dergâh-ı Kàdiyü’l-Hâcâta el açacağız.

Afyon Cezaevinde mevkuf
Ortaklar Bucağından
Ahmet Feyzi Kul


25.8.16

Zekâî’nin bir fıkrasıdır.

barla ile ilgili görsel sonucuÜstadım; Bir meydan-ı mücadele ve imtihan olan şu dünyanın her köşesinde beşere ders-i ibret olacak bir hâdise, bir nümune eksik değil...

Her yerde muhtelifü’l-mizaç insanlarda ayrı ayrı temâyülât-ı kalbiye bulunuyor. Hâdisat-ı dünyeviye içinde, en elîm olan şeyin,meslek-i uhreviye ve diniye perdesi altında vahşet ve hayvaniyet ruhlarıyla karşılaşmak olduğunu tecrübelerim ve müşahedelerim bana öğretiyor.

Evet, ehl-i iman için mucib-i teessür şeyler, kendisini ıslah-ı hale irca etmek üzere, ubudiyetle Hâlıkına yalvarırken, bir mülhidin uysal bir mahlûk gibi sokularak, birkaç zaman hileli etvar gösterdikten sonra, ruhunun çirkinliğiyle karşısındakine hücum ederek, kendine onu benzetmek istemelerini ve hattâ karşısındaki mü’min hakkında, sû-i zan ve sû-i tefehhüme düştüğünü görmektir.

Ah Üstadım; ne vardı, insanlar ya göründüğü gibi olsa, yahut olduğu gibi görünselerdi! Ehl-i irşad, ahkâm-ı Kur’âniyeyi tebliğ hususunda müşkilât çekmeyecek ve inkâr edilmeyecekti. Benim gibi henüz kendini ıslah edemeyenler de, bazı budalaların ruhlarında sâfiyet ve hüsn-ü insaniyet aramaya çalışmayacaktı.

Aziz Üstadım; inşaallah Cenâb-ı Hak, hak ve hakikatin güneş gibi yükseldiğini size ve bize göstersin. Bir zindan hayatına benzeyen, birçok mânevî mahrumiyetler içerisinde geçen şu günleri, sürurlu ve serbest günlere tebdil eylesin. Âmin.

Talebeniz

Zekâi

Barla Lahikası

14.7.16

Câ-yı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:


“Haricî düşmanların zuhurve tehacümünde dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken,cüz’î  adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.

Medar-ı ibret bir hikâye: 

Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.

İŞTE, EY MÜ’MİNLER! 

Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var.

Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.

Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibinifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.”

Ey ehl-i iman! 

Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız.

İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı (“Mü’minler ancak kardeştirler.” Hucurat Sûresi, 49:10.) kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafazave ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.

İşte, ey ehl-i iman!


İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, (“Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir.” Buharî) düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.

Mektubat / Bediüzzaman

12.10.15

Mektubat/Dördüncü Mesele olan Dördüncü Risale

İKİNCİ NOKTA

“Zulmedenlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.” Hûd Sûresi, 11:113.  âyet-i kerimesi fermanıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür. İşte, bir ehl-i kemâl,kâmilâne, şu âyetin çok cevâhirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:

Muîn-i zâlimîn dünyada erbâb-ı denâettir,
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten.

Evet, bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip, güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin meâlindeki tokada müstehaktır.

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Sual: “Madem Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve nuruyla en mütemerridve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye, Kur’ân’ın himmetine güveniyorsun; hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?”

Elcevap: Usul-ü şeriatin kaide-i mühimmesindendir:

Yani, “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.”

İşte, ben çendan  Kur’ân-ı Hakîmin kuvvetine istinaden dâvâ ediyorum ki, çok alçak olmamak ve yılan gibi dalâlet zehrini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım. Fakat, nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemek,hakaike karşı bir hürmetsizliktir.

“Öküzün boynuna inci takmak gibi “darbımeseli gibi oluyor. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek, hakikatleri zındıka dalâletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.




13.7.15

RİSALE-İ NURDAN LEYLE-İ KADİR NOTU


Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir mes’ele-i mühimme

Evvelâ: Leyle-i Kadir’de kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikata pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Nev’-i beşer bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve istibdad ile ve merhametsiz tahribat ile ve bir düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlubların dehşetli me’yusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telaş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve ebedperest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla, ve gaflet ve dalaletin, en sert, sağır olan tabiatın, Kur’anın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyasetin rûy-i zeminde pek çirkin, pek gaddarane hakikî sureti görünmesiyle elbette ve elbette hiçbir şübhe yok ki: Şimalde, garbda, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen nev’-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak. Ve elbette hiç şübhe yok ki: Bin üçyüzaltmış senede, her asırda üçyüzelli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiç bir kitabda emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten onbinler defa dava edip haber verip sarsılmaz kat’î delillerle, şübhe getirmez hadsiz hüccetlerle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev’-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anın kabulüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli cem’iyeti gibi rûy-i zeminin kıt’aları ve hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünki bu hakikat noktasında kat’iyyen Kur’anın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz. Sâniyen: Madem Risale-i Nur o mu’cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’aniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me’haz ve mercii olmayan bir mu’cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor ve aleyhinde dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalaletin en sert ve kuvvetli kal’ası olan tabiatı, “Tabiat risalesi”yle parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Musa’daki Meyve’nin Altıncı Mes’elesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş. Elbette bizlere lâzım ve millete elzemdir ki; şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususî dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir mes’elesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlarının izahı olduğu için; hem ilim, (Haşiye) hem marifet, hem ibadettir. Eski medreselerde beş-on seneye mukabil, inşâallah Nur medreseleri beş-on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor. Ve hem hükûmet ve millet ve vatan, hem hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faidesi bulunan bu Kur’an lemaatlarına ve dellâlı bulunan Risale-i Nur’a değil ilişmek, tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki; geçen dehşetli günahlara keffaret ve gelecek müdhiş belalara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.

Sikke-i tasdik-i gaybi

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Yarın gece Leyle-i Kadir olmak ihtimali çok kuvvetli olmasından bir kısım müçtehidler o geceye Leyle-i Kadr’i tahsis etmişler. Hakikî olmasa da, madem ümmet o geceye o nazarla bakıyor, inşâallah hakikî hükmünde kabule mazhar olur…Şualar   


20.4.15

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua eder ve dualarını bu mübarek şuhur-u selâsede isterim. Bediüzzaman



2 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ1 بِاسْمِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ حُرُوفِ مَا اَرْسَلْتُمْ لَنَا مِنَ الرَّسَاۤئِلِ فِى عَاشِرَاتِ دَقَاۤئِقِ هٰذِهِ اللَّيْلَةِ الرَّغَاۤئِبِ وَلَيْلَةِ الْمِعْرَاجِ وَلَيْلَةِ الْقَدْرِ وَاَعْطَاكُمُ اللهُ بِعَدَدِهَا ثَوَابًا وَحَسَنَةً، اٰمِينَ 3
1 : Allah’ın adıyla. 
2 : “Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44. 
3 : Bize, gönderdiğiniz Risale-i Nur’ların harfleriyle, bu Regaib Kandili, Miraç ve Kadir gecelerinin dakikalarındaki âşirelerin çarpımı adedince Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun, Cenâb-ı Hak size bir o kadar sevap ve hasene ihsan etsin. Âmin.

Aziz ve sıddık kardeşlerim ve fedakâr ve sadık arkadaşlarım;


Evvelâ: Sizin, bu mübarek şuhur-u selâse ve içindeki kıymettar leyâli-i mübarekeleri tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak, herbir geceyi sizin hakkınızda birer leyle-i Regaib ve leyle-i Kadir kıymetinde size sevap versin. Âmin.

Saniyen: Sizin bu defa nurlu hediyelerinizin her harfine mukabil Cenab-ı Erhamürrahimin defter-i a’mâlinize bin hasene yazsın ve Âsım’ın ruhuna bin rahmet versin. Âmin.

Salisen: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ve Risale-i Nur’un hazinelerinin kerametli ve yaldızlı bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevî, elhak,Mu’cizat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gizli güzelliğini her göze gayet parlak ve güzel gösteriyor. Cenâb-ı Hak bu kalemi, bu hizmette muvaffak ve dâim eylesin. Âmin.

Mübarek heyetinin büyük bir kahramanı Büyük Ali’nin sisteminde Küçük Ali’nin Mu’cizat-ı Kur’âniyesi, Mu’cizat-ı Ahmediyenin tam mutabık bir bâki pırlanta tarzında mevki aldı. Erhamürrâhimîn, her harfine mukabil, yazana on sevap ihsan eylesin. Âmin.

....................


Aziz, Sıddık Kardeşlerim,

Bugün mânevî bir ihtarla, sizin hesabınıza bir telâş, bir hüzün bana geldi. Çabuk çıkmak istiyen ve derd-i maişet için endişe eden kardeşlerimizin, hakikaten beni müteellim ve mahzun ettiği aynıdakikada, bir mübarek hâtıra ile bir hakikat ve bir müjde kalbe geldi ki; beş günden sonra çok mübarek ve çok sevaplı ibadet ayları olan Şuhûr-u Selâse gelecek. Herbir hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i şerifte yüzden geçer; Şaban-ı muazzamda üçyüzden ziyade; ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere; Leyle-i Kadirde otuzbine çıkar. Bu pekçok uhrevî faideleri kazandıran ticaret-i uhreviyenin bir kudsî pazarı ve ehl-i hakikat ve ibadet için mümtaz bir meşheri ve üç ayda seksen sene bir ömrü ehl-i îmana te'min eden Şuhûr-u Selâseyi böyle bire on kâr veren Medrese-i Yusufiyede geçirmek, elbette büyük bir kârdır. Ne kadar zahmet çekilse, ayn-ı rahmettir. İbadet cihetinde böyle olduğu gibi, Nur hizmeti dahi nisbeten kemiyet değilse de keyfiyet itibariyle bire beştir. Çünki, bu misâfirhaneye mütemadiyen giren ve çıkanlar, Nur'un derslerinin intişarına bir vasıtadır. Bazan bir adamın ihlâsı, yirmi adam kadar faide verir. Hem Nur'un sırr-ı ihlâsı siyasetkârane kahramanlık damarını taşıyan, Nur'un tesellilerine pekçok muhtaç bulunan mahpus bîçâreler içinde intişarı için bir parça zahmet ve sıkıntı olsa da ehemmiyeti yok. Ve derd-i maişet ciheti ise; zaten bu üç ay âhiret pazarı olmasından herbiriniz çok şâkirdlerin bedeline, hattâ bazınız bin adamın yerinde buraya girdiğinden, elbette sizin haricî işlerinize yardımları olur diye tamamiyle ferahlandım. Ve bayrama kadar burada bulunmak, büyük bir nimettir, bildim.


Said Nursî


Azîz Kardeşlerim,


İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisata karşı ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz "İştirak-i a'mâl-i uhrevî" düsturuyla; kalemlerle, herbiri diğerinin a'mâl-i sâliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi, lisanlariyle herbirinin takva kal'asına ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu âciz kardeşinize, bu mübarek Şuhûr-u Selâsede ve eyyâm-ı meşhurede yardımına koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe'nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı mânevîyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi îman ve sadâkat şartiyle Risale-i Nur talebelerini; bütün dualarıma ve mânevî kazançlarıma, yirmidört saatte, "İştirak-i a'mâl-i uhreviye" düsturiyle bazan yüz defadan ziyade Risale-i Nur talebeleri ünvaniyle hissedar ediyorum.

(Tarihçe-i Hayat)

 ......................

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve Şuhur-u Selâsenin çok sevaplı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur'un hizmeti zararına bir atâlet, bir fütûr ve tevakkuf başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat'î biliniz ki: Risale-i Nur ve şâkirdlerinin meşgul oldukları vazîfe, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için; dünyevî merak-âver mes'elelere bakıp, vazife-i bâkıyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Mes'elesini çok def'a okuyunuz, kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın.

(Tarihçe-i Hayat )

....................

Nasıl maddî hava fena ise, fena tesir ediyor. Manevî hava da bozulsa, herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selâse ve muharremede Âlem-i İslâm manevî havası, umum ehl-i imanın âhiret kazancına ve ticaretine ciddî teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı safileştiriyor, güzelleştiriyor. Müdhiş ârızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder.


(Kastamonu Lahikası)




2.5.14

Nurdan Bir Mektup...

Aziz, sıddık kardeşlerim, 

Kat iyen şek ve şüphemiz kalmadı ki, bu hizmetimizin neticesi olan Risale-i Nur'un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve alem-i İslam alkışlıyor, takdir ediyor; belki kainat memnun olup cevv-i sema, feza-yı alem alkışlıyor ki, üç dört ayda yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmedi ve Denizli de mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi, yine leyle-i Miraçta aynen Risale-i Nur'un bir rahmet olduğuna işareten leyle-i Regaibe tevafuk ederek kesretli melek-i ra dın alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağında gelmesi o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra, demek Denizli de vekillerin eliyle alınması hengamlarında yine aynen leyle-i Miraca ve leyle-i Regaibe tevafuk ederek aynen onlar gibi Cuma gecesinde kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi, o tevafuklarıyla kat i kanaat verdi ki:
Risale-i Nur'un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku küre-i arzca bir itiraz olduğu gibi, bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç Cuma gecesinde-biri leyle-i Regaip, biri leyle-i Miraç, biri de Şaban-ı Muazzamın birinci Cuma gecesinde-rahmetin kesretli gelmesi ve Risale-i Nur'un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi, küre-i havaiyenin bir tebriki, bir müjdesidir ve Risale-i Nur'un da manevi bir rahmet ve yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir. 
(Emirdağ Lâhikası | 43)

25.11.13

...hoşnudiyet-i Peygamberî'yi (A.S.M.) celbedebiliriz"

"Halikımız bizden ne suretle râzı olacak ve bugün ne gibi bir sa'y ile sahife-i hayatımı kapatacağım. Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşân Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin, dalâlet yolunu tutan veyahut dalâlete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarîk-ı hidâyete getirmek için sa'y etsek hoşnudiyet-i Peygamberî'yi (A.S.M.) celbedebiliriz"

Barla Lahikası / Husrev RH

16.6.13

BEDİÜZZAMAN'DAN ZAMANA MEKTUP..



HÜKÜMET BU MEKTUBU CİDDİYETLE OKUMALI..SİYASET YANLIŞ VE ANLIK ÇÖZÜMLERE YÖNELMEMELİ...

.....Bin seneden beri, âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhâfaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir sûrette kurtulmasına büyük bir vesîle olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri,

EĞER ŞİMDİ, ESKİ ZAMAN GİBİ, KAHRAMANCASINA KUR'ÂN'A VE HAKAİK-I ÎMÂNA SAHİP ÇIKMAZSANIZ

VE DOĞRUDAN DOĞRUYA HAKAİK-I KUR'ÂNİYE VE ÎMÂNİYEYİ TERVÎCE ÇALIŞMAZSANIZ,

SİZE KATİYEN HABER VERİYORUM VE KATÎ HÜCCETLERLE İSPAT EDERİM Kİ,

ÂLEM-İ İSLÂMIN MUHABBET VE UHUVVETİ YERİNE,

DEHŞETLİ BİR NEFRET VE KAHRAMAN KARDEŞİ VE KUMANDANI OLAN TÜRK MİLLETİNE BİR ADÂVET

VE ŞİMDİ ÂLEM-İ İSLÂMI MAHVA ÇALIŞAN KÜFR-Ü MUTLAK ALTINDAKİ ANARŞÎLİĞE MAĞLÛP OLUP,

ÂLEM-İ İSLÂMIN KAL'ASI VE ŞANLI ORDUSU OLAN BU TÜRK MİLLETİNİN PARÇA PARÇA OLMASINA VE ŞARK-I ŞİMÂLÎDEN ÇIKAN DEHŞETLİ EJDERHANIN İSTİLÂ ETMESİNE SEBEBİYET VERECEK.........

Evet, hariçte iki dehşetli cereyâna karşı,

BU KAHRAMAN MİLLET, KUR'ÂN KUVVETİYLE DAYANABİLİR.

YOKSA, KÜFR-Ü MUTLAKI, İSTİBDÂD-I MUTLAKI, SEFÂHET-İ MUTLAKI VE EHL-İ NÂMUSUN SERVETİNİ SERSERİLERE İBÂHE ETMESİNİ ÂLET EDEREK DEHŞETLİ BİR KUVVETLE GELEN BİR CEREYÂNI DURDURACAK,

ANCAK İSLÂMİYET HAKÎKATİYLE MEZC OLMUŞ,

İTTİHAD ETMİŞ

VE BÜTÜN MÂZİDEKİ ŞEREFİNİ İSLÂMİYETTE BULMUŞ OLAN BU MİLLETTEKİ DİN KUVVETİ VE ÎMAN BÜTÜNLÜĞÜDÜR.

Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri herşeyden evvel bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan
 

“HAKAİK-I KUR'ÂNİYEYİ”
 

“TERBİYE-İ MEDENİYE” YERİNE İKAME ETMEK

VE DÜSTUR-U HAREKET YAPMAKLA O CEREYÂNI DURDURUR, İNŞÂALLAH.

Ikinci cereyan:

Eğer siz, hamiyetperver, milliyetperver adamlar gibi, şimdiye kadar cereyan eden ve MEDENİYET HESÂBINA MUKADESÂTI ÇİĞNEYEN USÛLLERİ MUHÂFAZAYA ÇALIŞIP, , üç dört şahsın inkılâp nâmında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurlar millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup,

BU KAHRAMAN VE DİNDAR MİLLETİ VE İSLÂM ORDUSU OLAN TÜRK MİLLETİNİN GEÇMİŞ ASIRLARDAKİ MİLYARLAR ŞEREFLİ MERHUM ORDÛLARINA VE MİLYONLARLA ŞEHİDLERİNE VE MİLLETİNE BÜYÜK BİR MUHÂLEFET VE ERVÂHINA BİR MÂNEVÎ AZAP VE ŞEREFSİZLİK OLMAKLA BERABER,

o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar adip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffâret olamaz.

Sâlisen: SİZE KARŞI ELBETTE ÇOK CİHETLERDE DAHİLÎ VE HÂRİCÎ MUÂRIZLAR VAR.
EĞER BU MUÂRIZLARINIZ HAKAİK-I ÎMÂNİYE NÂMINA ÇIKSAYDI, BİRDEN SİZİ MAĞLÛP EDERDİ.
ÇÜNKÜ BU MİLLETİN YÜZDE DOKSANI, BİN SENEDEN BERİ AN'ANE-İ İSLÂMİYE İLE, RUH VE KALB İLE BAĞLANMIŞ. ZÂHİREN MUHÂLİF FITRATINDAKİ EMRE İTAAT CİHETİYLE SERFÜRÛ ETSE DE, KALBEN BAĞLANMAZ.

HEM, BİR MÜSLÜMAN, BAŞKA MİLLETLER GİBİ DEĞİL.
 

EĞER DÎNİNİ BIRAKSA ANARŞİST OLUR,
 

HİÇBİR KAYIT ALTINDA KALAMAZ;
 

İ S T İ B D Â D - I M U T L A K T A N,
 

R Ü Ş V E T - İ M U T L A K A D A N   B A Ş K A   H İ Ç B İ R   T E R B İ Y E   V E   T E D B İ R L 
E   İ D A R E   E D İ L M E Z .
 

BU HAKÎKATİN ÇOK HÜCCETLERİ, ÇOK MİSALLERİ VAR. KISA KESİP SİZİN ZEKÂVETİNİZE HAVÂLE EDİYORUM.

BU ASRIN KUR'ÂN'A ŞİDDET-İ İHTİYACINI HİSSETMEKTE ISVEÇ, NORVEÇ, FİNLANDİYA'DAN GERİ KALMAMAK, SİZE ELZEMDİR; BELKİ ONLARA VE ONLAR GİBİLERE REHBER OLMAK VAZİFENİZDİR. 


Siz, şimdiye kadar gelen inkılâp kusurlarını üç dört adamlara verip, şimdiye kadar umûmi harb vesâir inkılâpların icbârıyla yapılan tahribâtları-husûsan an' ane-i dîniye hakkında-tâmire çalışsanız, hem size istikbâlde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusurâtlarınıza keffâret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver nâmına müstehak olursunuz

Râbian: Mâdem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; ve mâdem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz; ve mâdem o katî ölüm ehl-i dalâlet için îdâm-ı ebedîdir, 


…………………..ELBETTE BENİM SİZE KARŞI BU FIKRİMİ TAM NAZARA ALMAK, EHEMMİYETLİ BİR VAZİFENİZDİR. SİZ DÜNYEVÎ ÇOK DİPLOMATLARI HER ZAMAN DİNLİYORSUNUZ; BİR PARÇA DA ÂHİRET HESÂBINA KONUŞAN BENİM GİBİ KABİR KAPISINDA VATANDAŞLARIN HÂLİNE AĞLAYAN BİR BÎÇAREYİ DİNLEMEK LÂZIMDIR…

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ

Emirdağ Lahikası

1.5.13

Sermayedar milyon, amele kuruş kazanırsa..


Bismillahirrahmanirrahim

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti.
Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umumîden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesaret vermiş. (Mektubat-Yirmi Sekizinci Mektup-Altıncı Risale olan Altıncı Mesele)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
avâm : halk
havas : seçkinler sınıfı, zenginler
iğbirar : dargınlık, gücenme, kırılma
kıyâm-ı avâm : halk ayaklanması
kut-u lâyemût : ölmeyecek kadar alınan gıda
sû-i istimâlât : kötüye kullanmalar
tahte’l-arz : yer altı
tezyif : hakaret
zir ü zeber etme : altüst etme

24.4.13

Önemli Bir Mektup !



Aziz, sıddık, müstakim kardeşlerim, 
Gayet ciddi bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: 
 -1-. sırrıyla, ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zahir-i şeriate muhalif ve hatası zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola. 
Bu sırra binaen  -2- 'deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avâm-ı müminînin şeyhlerine karşı hüsnüzanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.
1 Gaybı Allah'tan başkası bilemez.
2 "Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler..." Âl-i İmrân Sûresi: 3:134.

Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor. 

İstanbul'da malûm itiraz hadisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir. 

Fâş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki: 

Risale-i Nur'un şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı manevisi "Ferid" makamına mazhar oldukları için, değil hususi bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz'da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam'da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, "Ferdiyet" dahi bulunduğundan, ahirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke-i Mükerremede dahi-farz-ı muhal olarak-Risale-i Nur'un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirtleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve selam suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medâr-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir. 

Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayat ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakarlık taşımak gerektir. 
 . ayetinin sırr-ı işarisiyle, ahireti bildikleri ve İmân ettikleri halde dünyayı ahirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî müminler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirtlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Amin. 
Said Nursî 
• • •
"Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler." İbrahim Sûresi: 14:3.

12.3.13

Mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum


Bismillahirrahmanirrahim
Bizlerle pek çok alâkadar bir zât, çok defa dehşetli şekvâ ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum” diye medet istiyor.
Ona yazıyoruz ki: “Bu dünya darü’l-hizmettir; ücret almak yeri değildir. A’mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbi etmek demektir. O amel-i salihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.”
Evet, bu asırda, bir iki mektupta beyan edildiği gibi, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübarek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat olan bir zât dahi, dünyada bir nevi hayat-ı uhreviye ezvâkını istiyor; birinci derecede, dünyada zevk-i hayat onda hükmediyor. (Kastamonu Lâhikası-91)
Bediüzzaman Said Nursi

Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.


Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır.
Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır.
Risale-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtiamiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir. Malûmdur ki, bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu’cizevâri muvaffakiyet ve fütuhat görülecekti.
Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.
Cenâb-ı Hakka şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) olan sedd-i Kur’ânî’nin tezelzülüyle ve Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.
Risale-i Nur’un şakirtleri, böyle bir hâdisede mânevî mücahedeleri, inşaallah zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve a’mâl-i sâlihaya medar olur.
Aziz kardeşlerim, işte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisâta karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i a’mâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemlerle, herbirinin a’mâl-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve âciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyâm-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade “Risale-i Nur talebeleri” ünvanıyla hissedar ediyorum.
Said Nursi
SÖZLÜK:
a’mâl-i saliha : dince makbul olan iyi, güzel ve faydalı iş
amel : iş; dinin emirlerini yapma
amel-i sâlih : dince makbul olan iyi, güzel ve faydalı iş
aziz : çok değerli, izzetli, saygın
biçare : çaresiz
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
dehşetli : korkutucu, ürkütücü
düstur : kural, prensip
elîm : acı veren, üzücü
ezcümle : bu cümleden, meselâ
fesad : bozukluk, karışıklık
fütuhat : fetihler, zaferler
hâdisât : olaylar
hayat-ı içtimaiye : toplumsal hayat
hürmet : saygı
içtinab : kaçınma, sakınma
ifsad : bozma, fesada uğratma
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
inşaallah : Allah dilerse, izin verirse
iştirâk-i a’mâl-i uhrevî : âhirete âit işlerde mânen ortak olma
kast : amaç, hedef
malûm : bilinen
medar : dayanak, sebep, vesile
menfî : olumsuz
merhamet : acıma, şefkat etme
mu’cizevâri : mu’cize gibi
mukabil : karşılık
mukavemet : karşı gelme, direnç
muvaffakiyet : başarı
mücahede : cihad etme, mücadele
mütekabil : karşılıklı
nam : ad
niyet-i içtinab : kaçınma, sakınma niyeti
peder : baba
sedd-i Kur’ânî : Kur’ân seddi
şakirt : talebe, öğrenci
şeriat-ı Muhammediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği din; İlâhî kanun ve hükümler
şükür : nimetlere karşı memnunluk gösterme, Allah’a teşekkür etme
tahribat : tahripler, yıkıp bozmalar
takvâ : Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma
tarz-ı hayat-ı içtimaiye : sosyal hayat tarzı, biçimi
tehâcüm : hücum etme, saldırı
tesirat : tesirler, etkiler
tezelzül : sarsıntı
vâcip : dinî bakımdan yapılması şart ve kesin olan emir
valide : anne
zaman-ı Sahabe : Sahabelerin zamanı
zulmet : karanlık

22.12.12

Önemli Bir Müdafaa/Ahmet Feyzi RH...

Ahmed Feyzi’nin müdafaasıdır



Afyon Ağırceza Mahkemesine,


Sayın hâkimler,


Bir din âlimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait kitaplarını okumak ve yazmak ve din arkadaşlarının imdadına koşmak üzere dinine ve Kur’ân’ına ve Peygamberine (a.s.m.) hizmet etmek bir mü’minin vazifesi ve hakkı değil midir?

Bizi bu hizmet-i diniyeden men eden bir kanun maddesi var mıdır? Bazı cihetlerin zamanımızdaki küfrî ve gayr-i ahlâkî cereyanları tenkit etmesi bir suç mu teşkil ediyor? Biz ne siyasetle, ne idare ile asla alâkası olmayan, yalnız dindar, saf halk kitlesiyiz.

Bir insana hüsn-ü zan etmek ve kıymet vermek herkesin şahsî bir kanaatidir.

Biz Bediüzzaman’ı zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz.

Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz.

Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur’ân’ın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır.
Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mes’ul olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.

Âhirzamanda hadîsin haber verdiği şahısların meselesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı hadîslerle, ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ömrünün bin beş yüz (1500) seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ve dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih hâdiselerini, “kıyamet alâmetleri” diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dikkatini celb ediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere dûçar olanların ebedî şekavet ve helâketle karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî burhanlar mevcuttur. Biz ki Allah’a ve Resulüne ve Kur’ân’a inanmışız. Şimdi bu imanın ve Peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helâk-ı ebedîden kurtarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? “Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım?” diye bunları mevcut dinî hakikatlere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi? Biz de, önümüzdeki müsbet delilleri ve vücud-u İlâhîye bizi sevk eden hakaik-i müberhene ve ilmiyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâzime-i medeniyet ve şiar-ı irfan add ile dinimizi terk etsek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi? Bu zihniyette olan, Kur’ân’dan ve onun hakaikinden üstün birşey tanımayan bir insan, sırf fâni cezalar korkusuyla kendini ebedî helâke atar mı? Yahut fâni bazı kıymetlere değer verir mi? Allah ve Resulüne ve dinine hizmet vazifesinden vazgeçer mi?

İşte bizi Bediüzzaman’a bağlayan hakiki âmiller bunlardır. Başka bir menba-i dinî var mı ki, biz ruhumuzun bu ezelî ihtiyaçlarını onunla teskin edelim?

Sayın Savcı, bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arapça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitapları tavsiye ediyor.  

Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkit de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir.   Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar.

Biz Risale-i Nur’u seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyâsız bir din kitabı ve Kur’ân tefsiri biliyoruz.

Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir meselesidir. Buna kimse müdahale edemez. Evet, biz Risale-i Nur Müellifinin velâyetine ve daima ayn-ı hakikat dersi verdiğine kailiz.   Kendisinin kabul etmemesi bizim bu kanaatimizi sarsmıyor.

Ancak bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil, Nurların dersinde harikulâde ve ekmel tezahürlerine şahit olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır.  

Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilmin harikalarıyla en müntehâ mesâil-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanla bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir harâret izhar eden ve gayet feyyâz bir aşk ve heyecan terennüm eden bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?

Fâni zevâhirin âlâyişine ednâ bir meyil ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen;

levs-i fâninin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla kıymet vermeyen;

kimseden birşey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri kabul etmeyen;  

iffet ve ismetin en âlî örneklerini yaşatarak sabûrâne, mütehammilâne, her nevi mahrumiyetlere göğüs germek sûretiyle kendini hakikate ve envâr-ı Kur’âniyeye ve maarif-i Muhammediyenin (a.s.m.) izharına vakfeden;  

ve memleket ve milletin ıztırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan;  

kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmeyen;  

ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmayarak insanları gayyâ-yı cehil ve girdâb-ı inkârdan kurtarmaya, hasbî ve İlâhî bir cehd ile çalışan ve savaşan fazilet ve nur âbidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz?  

Kendisinin bu arz edilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz feragat ve istiğna ve şaheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla yine bir enmûzec-i kemâl ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmaya ve iktida edilmeye şâyândır.  

İşte biz Bediüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz. Acaba mumaileyhe sırf imanımızdan neş’et eden bu bağlılığımız ve Kur’ân’ın ve beyanat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) küfür ve ahlâk hakkındaki şiddetli tevbih ve tezyiflerine bu imanımız dolayısıyla iştirakimiz, bizi levs-i fâni addedilen siyasetçi mi yaptı?

Yoksa yirmi beş seneden beri din hakikatlerini öğrenemeyen ve helâk-i mutlaka giden soyumuzun bir kısım evlâtlarına, onları helâk-ı ebedîden kurtarmak için, Allah ve Resulünden, hakikat ve Kur’ân’dan haber vermek, onların temiz ruhlarını mâsum vicdanlarını ıslah etmeye hiç ifsad denilir mi?

Sayın hâkimler,

Biz asla siyasetçi değiliz. Biz siyaseti, bizim gibi siyaset ehli olmayana binbir çeşit veballer, tehlikeler ve mes’uliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fâni zevâhire de zaten kıymet vermeyiz. Dünyaya ancak rıza-yı İlâhîye bizi götüren hayırlı vechesiyle bakıyoruz. Bu itibarla siyaset peşinde koşmayı ve devlet mefhumuyla mübareze ittihamını şiddetle reddediyoruz. Eğer böyle bir kasıt olsaydı, yirmi beş seneden beri ednâ bir tezahür olurdu.
Evet, bizim menfî bir cephemiz, ahlâksızlığa ve imansızlığa müteveccih bir takbih tarafımız var. Bu sırf imandan ve Kur’ân’ın bu mevzular üzerindeki şiddet-i beyan ve azamet-i tevbihine bizzarure iştirakimizden ileri geliyor. Eğer bu esbab-ı mucibe, samimiyetin ve ihlâsın, hakikat ve safvetin bu tarz-ı beyanı size kanaat vermediyse, bize ne şekil isterseniz ceza veriniz. Lâkin unutmayınız ki, bugün altı yüz milyon insanın mensubiyetini taşıdığı Hazret-i İsa (a.s.) zamanının idarecileri tarafından sırf insanlığın saadeti için kalbi çarptığı ve emanet-i tebliği hâmil bulunduğu sebeplerle âdi bir hırsız gibi idama mahkûm edilmişti.
Biz hür söylediğimizden dolayı mâruz kalacağımız bu mahkûmiyeti iftiharla karşılayacağız. Ve sadece  حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ nidasıyla dergâh-ı Kàdiyü’l-Hâcâta el açacağız.

Afyon Cezaevinde mevkuf Ortaklar Bucağından



Ahmet Feyzi Kul