“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
129- *MEHBİT-İ VAHY-İ İLAHÎ* *(A.S.M)*
Anlamı: Allah (C.C.) tarafından, bir fikrin veya emrin yahut dilediği ahkâmın sırları
ve hakikatinin bildirilmesine, kelâm, işaret, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen
i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğne mazhar ettiği.. rüya, ilham,ifham kitap, irsal-i
melek yollarından biriyle İlâhî buyruğunun indiği yer olan Hz. Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm.
…Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd
olsun. Salât ve selâm peygamberlerin Efendisi olan Muhammed’in ve onun bütün Âl
ve Ashâbının üzerine olsun.
Ve öyle Muhammed (a.s.m.) ki, âyât-ı
bâhire, ( açık ayet,deliller) mu’cizat-ı
katıa (meydana gelişi kesin olan mü’cizeler) ve secâyâ-yı sâmiye ( yüksek ahlak
ve fazilet,karakter) ve ahlâk-ı âliye ( üstün ahlâk) sahibi olmakla mehbit-i
vahy-i İlâhî ( İlâhî vahyin indiği yer )
olmuştur. Mesnevi-i Nuriye
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
… Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın altı
ciheti parlaktır ve nurludur. Evham ve şübehat içine giremez. Çünkü arkası Arşa
dayanıyor; o cihette nur-u vahiy var. Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn var.
Ebede, âhirete el atmış, Cennet ve saadet nuru var. Üstünde sikke-i i’câz parlıyor.
Altında burhan ve delil direkleri var. İçi hâlis hidayet; sağı “Akıl etmezler mi?” Yâsin Sûresi, 36:68.. ile ukulü istintakla ( konuşturmak) “Sadakte”
dedirtiyor.
Solunda, kalblere ezvâk-ı ruhanî vermekle, vicdanları istişhad ederek “Bârekâllah” dediren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyâna hangi köşeden, hangi cihetten evham ve şübehâtın hırsızları girebilir?
Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan
asırları, meşrepleri, meslekleri muhtelif olan enbiyanın, evliyanın,
muvahhidînin kitaplarının sırr-ı icmâını câmidir. Yani, bütün o ehl-i kalb ve
akıl, Kur’ân-ı Hakîm’in mücmel ahkâmını ve esâsâtını tasdik eder bir surette, o
esâsâtı kitaplarında zikredip kabul etmişler. Demek onlar, Kur’ân şecere-i
semâvîsinin kökleri hükmündedirler.
Hem Kur’ân-ı Hakîm vahye istinad
ediyor ve vahiydir. Çünkü, Kur’ân’ı nâzil eden Zât-ı Zülcelâl, mu’cizât-ı
Ahmediye (a.s.m.) ile, Kur’ân vahiy olduğunu gösterir, ispat eder. Ve nâzil
olan Kur’ân dahi, üstündeki i’câz ile gösterir ki, Arştan geliyor. Ve münzel-i
aleyh olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bidâyet-i vahiydeki telâşı ve
nüzul-ü vahiy vaktindeki vaziyet-i bîhuşu ve herkesten ziyade Kur’ân’a karşı
ihlâs ve hürmeti gösteriyor ki, vahiy olup ezelden geliyor, ona misafir oluyor.
Hem o Kur’ân, bilbedâhe mahz-ı
hidayettir. Çünkü onun muhalifi, bilmüşahede, küfrün dalâletidir.
Hem, bizzarure, Kur’ân envâr-ı
imaniyenin madenidir. Elbette envâr-ı imaniyenin aksi zulümattır. Çok Sözlerde
bunu kat’î olarak ispat etmişiz.
Hem Kur’ân, bilyakîn, hakaikin
mecmaıdır. Hayalât ve hurafat, içine giremez. Teşkil ettiği hakikatli âlem-i
İslâmiyet, izhar ettiği esaslı şeriat ve gösterdiği âli kemâlâtın şehadetiyle,
âlem-i gayba ait olan bahislerinde dahi, âlem-i şehadetteki bahisleri gibi
ayn-ı hakaik olduğunu ve içinde hilâf bulunmadığını ispat eder.
Hem Kur’ân, bil’ayan ve şüphesiz,
saadet-i dâreyne isal eder, beşeri ona sevk eder. Kimin şüphesi varsa, bir defa
Kur’ân’ı okusun ve dinlesin, ne diyor?
Hem Kur’ân’ın verdiği meyveler hem
mükemmeldir, hem hayattardır. Öyle ise, Kur’ân ağacının kökü hakikattedir,
hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder. İşte, bak,
her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînur
meyveler vermiş.
Hem hadsiz müteferrik emârelerden
neş’et eden bir hads ve kanaatle, Kur’ân, hem ins, hem cin, hem meleğin makbulü
ve mergubudur ki, okunduğu vakit, onlar iştiyakla pervane gibi etrafına
toplanıyorlar.
Hem Kur’ân vahiy olmakla beraber,
delâil-i akliye ile teyid ve tahkim edilmiş. Evet, kâmil ukalânın ittifakı buna
şahittir. Başta ulema-i ilm-i kelâmın allâmeleri ve İbni Sina, İbni Rüşd gibi
felsefenin dâhileri, müttefikan, esâsât-ı Kur’âniyeyi usulleriyle, delilleriyle
ispat etmişler.
Hem Kur’ân, fıtrat-ı selime
cihetiyle musaddaktır. Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa, herbir fıtrat-ı
selime onu tasdik eder. Çünkü itmi’nân-ı vicdan ve istirahat-i kalb, onun
envârıyla olur. Demek fıtrat-ı selime, vicdanın itmi’nânı şehadetiyle onu
tasdik ediyor. Evet, fıtrat, lisan-ı haliyle Kur’ân’a der: “Fıtratımızın kemâli
sensiz olamaz.” Şu hakikati çok yerlerde ispat etmişiz.
Hem Kur’ân, bilmüşahede ve
bilbedâhe, ebedî ve daimî bir mu’cizedir. Her vakit i’câzını gösterir. Sair
mu’cizat gibi sönmez, vakti bitmez; ebedîdir.
Hem Kur’ân’ın mertebe-i irşadında
öyle bir genişlik var ki, birtek dersinde, Hazret-i Cibril (a.s.), bir tıfl-ı
nevresîde ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alırlar. Ve İbni Sina gibi
en dâhi feylesof, en âmi bir ehl-i kıraatle diz dize aynı dersi okurlar,
derslerini alırlar. Hattâ bazan olur ki, o âmi adam, kuvvet ve safvet-i iman
cihetiyle, İbni Sina’dan daha ziyade istifade eder.
Hem Kur’ân’ın içinde öyle bir göz
var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı
göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin san’atkârı
nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatı
tutmuş, öyle yapıyor.
İşte şöyle bir Kur’ân-ı Azîmüşşandır
ki, “Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur.” der, vahdâniyeti ilân eder.
Allahım! Kur’ân’ı bize dünyada bir
dost, kabirde ünsiyetli bir yoldaş, kıyamette bir şefaatçi, sırat üzerinde bir
nur, Cehennem ateşine karşı bir siper ve örtü, Cennette bir refik, bütün
hayırlara bir delil ve imam kıl. Allahım! Kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve
Kur’ân nuruyla nurlandır. Üzerine Kur’ân indirilen zâtın Rahmân-ı Hannân’ın
salât ve selâmı onun ve âlinin üzerine olsun hakkı ve hürmeti için, bize
Kur’ân’ın burhanlarını aydınlat. Âmin…
Mektubat
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
…Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân
kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim.
Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Haktan gelip
hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur. Sözler