“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
164 - *HABİB-İ RAHMANÎ* *(A.S.M)*
Anlamı: Sonsuz şefkat ve
merhamet sahibi olan Allah'ın sevgili kulu olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
…*Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti
hiçbir cihetle inkâr edilmez*. Lem’alar
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
*Bismillâhirrahmânirrahîm*
İsm-i Hakem ve Hakîm, bedâhet
derecesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine delâlet ve
istilzam ediyor denilebilir.
Evet, madem gayet mânidar bir kitap,
onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek
ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir
dellâl ister.
Elbette, herbir harfinde yüzer
mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın muhatabı olan nev-i
insan içinde, elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak.
Tâ ki, o kitapta bulunan kudsî ve
hakikî hikmetleri ders verecek; belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu
bildirecek; belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbâniyenin zuhuruna, belki
husulüne vesile olacak; ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle
izharını irade ettiği kemâl-i san’atını, cemâl-i esmâsını bildirecek,
âyinedarlık edecek.
Ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini
sevdirmek ve zîşuur mahlûklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına
birisi o geniş tezahürât-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyetle mukabele edip,
ber ve bahri cezbeye getirecek, semâvat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir
ve takdisle o zîşuurların nazarını o san’atların Sâniine çevirecek; ve kudsî
dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir
Kur’ân-ı Azîmüşşanla, o Sâni-i Hakem-i Hakîmin makasıd-ı İlâhiyesini en güzel bir
surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürât-ı cemâliye
ve celâliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zat, güneşin vücudu gibi
bu kâinata lâzımdır, zarurîdir.
Ve öyle eden ve en ekmel bir surette
o vazifeleri yapan, bilmüşahede, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
Öyleyse, güneş ziyayı, ziya gündüzü
istilzam ettiği derecede, kâinattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.)
istilzam eder.
Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve
Hakîmin cilve-i âzamı ile, âzamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor;
öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, Mün’im, Kerîm, Cemîl, Rab
gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla, âzamî derecede
ve mertebe-i kat’iyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler.
Meselâ, ism-i Rahmân’ın cilvesi olan
rahmet-i vâsia, o Rahmeten li’l-Âlemîn ile tezahür eder. Ve ism-i Vedûdun
cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî, o Habib-i Rabbü’l-Âlemîn
ile netice verir, mukabele görür.
Ve ism-i Cemîlin bir cilvesi olan
bütün cemaller, yani, cemâl-i Zat, cemâl-i esmâ, cemâl-i san’at, cemâl-i
masnuat o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir.
Ve haşmet-i rububiyetin ve
saltanat-ı ulûhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan
zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir.
Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser
Esmâ-i Hüsnânın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak burhandır.
Elhasıl, madem kâinat mevcuttur ve
inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları,
san’atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal,
nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Lem’alar
… İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâinat bir
şeceredir. Anâsır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun
çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu,
ahsen, ekrem, eşref, eltaf Seyyidü’l-Enbiyâ ve’l-Mürselîn, İmâmü’l-Müttakîn,
Habîbi Rabbü’l-Âlemîn Hazret-i Muhammed’dir.
*Yer ve gökler devam ettikçe
salâvatın en üstünü onun üzerine olsun*.
Mesnevi-i Nuriye
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i
Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlâhiyenin en lâtifi, en
zarifi, en lezizi olan muhabbet ve şefkatine bakınız. O muhabbet ve şefkati,
firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde, vicdan, hayal
ve ruh ne hale gireceklerdir? O muhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir
nimet iken, en azîm bir musibete, bir belâya inkılâb eder.
Acaba göz önünde bilbedahe görünen
rahmet-i İlâhiye, firak-ı ebedînin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine
müsaade eder mi? … Vallahi hayır! Ancak o rahmetin
şe’nindendir ki, firak-ı ebedîyi hicran-ı lâyezalîye, hicran-ı lâyezalîyi
firak-ı ebedîye ve adem-i mutlakı da her ikisine musallat eder ki, o
firakların, o hicranların kökleri ortadan kalksın… İşaratü'l-İ'caz
… Ben ve herbir fert, halen ve
kàlen, müteşekkir ve müftehir olarak, şöyle demeliyiz:
Beni yaratan ve yokluk
karanlıklarından çıkararak bana varlık nurunu nimet olarak veren Zât bana
yeter.
Kezâ, sahibine herşeyi veren ve onun
elini herşeye uzatan hayat nimetini bana bağışlayarak beni hayat sahibi yapan
Zât bana yeter.
Kezâ, insanı, büyük âlemden mânen
daha büyük bir küçük âlem yapan insaniyet nimetini bana bağışlayarak beni insan
yapan Zât bana yeter.
Kezâ, dünya ve âhireti nimetlerle
dolu iki sofra haline getirerek iman eliyle mü’mine takdim eden iman nimetini
bana bağışlayarak beni mü’min yapan Zât bana yeter.
Kezâ, beni habibi olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmeti yaparak, imanda bulunan ve bütün kemâlât-ı
beşeriye mertebelerinin üstünde olan muhabbet ve İlâhî muhabbet nimetini bana
bağışlayan ve bu imânî muhabbet ile, mü’minin istifadesini imkân ve vücub
dairelerinin sonsuz müştemilâtına kadar genişleten Zât bana yeter………………………… Yirmi
Dokuzuncu Lem'a