76 -*ÜSTAD-I KÜLL* *(A.S.M)*
Anlamı: Herkesin üstadı. Her
çeşit ilimde çok ileri bilgisi olan Hz. Muhammed (A.S.M)
“Çünkü, külli hakikat-ı Muhammediye
(a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kainatın hayatı, hem İsm-i Azam’ın tecelli-i
azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kainatın çekirdek-i aslisi ve
gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap, doğrudan doğruya ona
bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.”
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
…Ve herhalde, zîhayat içinde o fert
zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envâı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve
herhalde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur içinde hadsiz
terakkiyâta müstaid, insandır. Ve insanlar içinde, herhalde o fert Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir
tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez.
Zira, o zat, küre-i arzın yarısını
ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak, bin üç
yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün
ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve
düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş;
bidâyet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz
milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı göstermiş
bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem
çekirdeği, hem meyvesi odur…Mektubat
…Eğer sahife-i itibar-i âlemde
menkuş olan âsâr-ı enbiyayı nazar-ı mütâlaaya alsan; ve tarihin lisânından
nübüvvete dair cereyan eden ahvallerini dinlersen; ve cihetü’l-vahdet-i
nübüvveti zaman ve mekânın tesirat-ı hususiyeden tecrid edebilsen, göreceksin
ki, enbiyaya “nebî” dedirtmiş ve nübüvvetlerine medar olmuş olan esaslar ki,
her bir nebî, iddia-yı nübüvvet ve mu’cizeyi izhar; ve düstur-u hareketi
Hukukullah ve hukuk-u ibadı muhafaza; ve terk-i menafi-i şahsiye; ve ümeme
karşı keyfiyet-i muameleleri; ve ümmetin onlara karşı keyfiyet-i telâkkisi; ve
zâtlarındaki sebeb-i temayüz olan meziyyât gibi medar-ı nübüvvet olan esaslar
evlâd-ı beşerin en âhir üstadı olan Muhammed-i Hâşimîde (a.s.m.) daha ekmeli ve
daha azheri bulunur. Demek oluyor ki; yakîni ifade eden nev’-i vahiddeki
istikra, hususan kıyas-ı hadsî-i hafî ianesiyle ve kıyas-ı evleviyenin
te’yidiyle, mu’cizatlarının lisânıyla vahdet-i Sâniin bir burhan-ı bâhiresi
olan Muhammed’in (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetine şehâdet ederler. İşte bu sırdandır
ve nübüvvet-i Muhammediyeye (a.s.m.) mukaddeme olmasındandır ki, Kur’ân-ı Hakîm
ahvâl-i enbiyayı kesretle zikrediyor… Şuâât
…o zât-ı mübarek, öyle bir Zâtın
memuru ve şakirdidir ki, herşey Onun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün
envâ-ı kâinat ve bütün zamanlar Onun taht-ı emrindedir. Defter-i kebirinde
herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek,
Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Üstâd-ı Ezelîsinden ders alır, öyle
ders verir….Mektubat
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
Sabri’nin fıkrasıdır.
Vakit vakit mukaddesat-ı diniyeye,
ehl-i dalâletin icra etmekte oldukları hücumlarla, ruhumda açılan cerihaların
teellümatıyla müteellim olduğum bir anda, muhterem Bekir Ağa Hızır gibi
yetişerek, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmını sunup, derdime derman oldu.
Evet eczahane-i Kur’ân’ın
müstahzarâtından ve ancak binden bir nisbetindeki hikmetinden olan işbu dürr-i
meknûn, es’ile ve ecvibe, işaret ve sarahatıyla tedaviyle, mağmûm kalbimi
tesrir ve müteessir vicdanımı tenvir ve mükedder ruhumu mahzûz edince dedim:
“Aman yâ Rabbi! Sen, Resulün ve Habibin Muhammed Mustafa’nın (a.s.m.) hakikî
ümmetine öyle bir tükenmez hazâin-i hikmet bahşetmişsin ki, o hazine-i kudsiye
1351 sene ahkâm-ı ezelîsi ve ferman-ı ebedîsiyle öyle bir hayat-ı bâkiye ihsan
etmiş ki, hakikî verese-i enbiya olan ulemâ-i benâm, en kısa bir âyetten nice
hakaik-i nâmütenâhiye istinbat ve istihraç ederek ümmet-i Muhammedin kulûb-i
mecrûhalarını Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın âb-ı hayatıyla ihya buyuruyorsunuz. Ey
Mâlikü’l-Mülk, ey Hâlık-ı Zülcelâl, ey Hâkim-i Bîmisâl! Senin Zât-ı Azamet-i
Kibriyâna iltica ederek niyaz ediyorum, şöyle ki: Ahkâm-ı Kur’âniyeyi i’lâ ve
tarik-i Ahmediyeyi ibka ve hakikî verese-i enbiyanın âmâl ve makasıdını teshil
ve teysir buyurarak, bu biçare kullarını Kur’ân-ı Azîmüşşânın daire-i
nuraniyesine mes’udâne i’lâ-yı kelimetullah etmeyi göstermeden hayat-ı bâkiye
âlemine göçürme Allah’ım” diyerek zahirî ve bâtınî gözlerimi levâih-i
Kur’âniyeyle perdeledim, Üstadım Efendim.
Pür-kusur talebeniz
Sabri
…………..
…Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetiyle bu
ferd-i ferîdi, kemalât-ı insaniyenin bütün envaını câmi bir istidatta yaratmış
ve bu istidatların da azamî şekilde inkişafını irade etmiş ki, bu müstesna
zatı, İslâmiyet ağacının son asırlara uzanan ve binler dal budak salan Risale-i
Nur şahs-ı mânevîsi itibarıyla bütün hakaikte “üstad-ı küll” hükmüne getirmiş
ve topyekûn İslâmiyet hakikatlerinin bir aks-i nurunu ve tecellîsini Risale-i
Nur şahs-ı mânevîsinde derc ederek, ehl-i hakikat ve kemali hayretle baktırmış
ve böylece, risalet-i Ahmediye ve hakikat-i Muhammediyenin câmi bir âyinesi
olan Risale-i Nur ile Said Nursî, bir Said olarak çürümüş, erimiş, fakat mânen
bütün âlem-i İslâm olarak tevellüd etmiş, beka bulmuştur. Ve tâ kıyamete kadar
Risale-i Nur bâki kalacak ve daima tekemmül edecektir…Tarihçe-i Hayat